“Gözdağı” belgeseliyle adından söz ettiren gazeteci Can Dündar, Gezi Parkı eylemlerinin başlamasının hemen ardından 1 Haziran’da "Taksim'in halka açılması için Cumhurbaşkanı Gül, Erdoğan'ı ikna etti. Ve polis çekildi" ifadesini kullandı.
Can Dündar, “Medyanın bu kadar kuşatma altına alındığı bir dönemde “biz bu baskıya dayanamayacağız” deyip, topluca ayrılan bir ekibin çıkmaması hepimiz için yüz karasıdır. Biz bunu NTV’de yapabilirdik. NTV gibi haberciliğin yüz akı olmuş bir kanalın iktidarın eline teslim edilme sürecinde “burası aynı zamanda izleyicilerin ve çalışanlarındır” deyip, orayı komple terk edebilseydik tarihe geçerdik. Milliyet gibi bir gazetenin başka bir patron altında iktidara teslim edilmesi sürecinde “biz buna razı değiliz” deyip topluca çıkabilseydik, tarihe geçerdik” ifadelerini kullandı.
Diyarbakır’da Türk bayrağının indirilmesine ilişkin konuşan Dündar, “Gezi bu kadar öfkeyle bastırılmasa belki bugün bayrak olayını da farklı karşılıyor olabilirdik. Çocuğu bile bu kadar dövsen şımarır, komşunun camlarını taşlar, evine bayrak asar. Bu tür refleksler olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin milliyetçiliğin tırmanacağı bir döneme girmesi kötü bir refleks. Ama bu da konjoktürel ve geçici bir şey. Bunun bedelini hükümet de ödeyecek. Ödemeye de başladı. Bu kadar şiddetle barışçıl bir gösteriyi bastırdığın zaman barış sürecinin kalmayacağını görmen lazım” dedi.
Medya Tava’dan Neslihan Akdaş’a konuşan Can Dündar’ın söyleşisi şöyle:
Gözdağı Belgeseli'ni göstermek isteyen televizyonlar oldu mu? Ana akım medyadan teklif geldi mi ya da gelir mi yayınlamak için?
Tahmin ettiğin gibi ana medyadan gelmez. Halk TV, Ulusal TV, İMÇ göstermek istedi. Ama doğrusu evde tek başına izlensin istemiyorum şimdilik. Parklarda, toplu gösterimlerde insanlar bir şeyler paylaşarak izlesin. İnsanların da efor sarfetmesini istiyoruz izlemeleri için. Gezi de öyleydi. Evinden, TV’nin başından çık, insanlarla birlikte ol duygusu. O yüzden bir TV kanalına da vermedim. "
Gözdağı’nda daha önce paylaşılmamış, ilk kez izlediğimiz görüntüler de var değil mi?
Çağrı yaptık, insanlar görüntülerini bizlerle paylaştı. Belgeseldeki gözünü kaybeden insanların vurulma anları ilk kez yayınlandı. Çoğu amatör kameraydı zaten. O gençler de kendilerini anlatma fırsatı buldu ilk kez. Bir detay daha vardı belgeselde, gözden kaçmasın.
“1 Haziran’da Taksim'in halka açılması için Cumhurbaşkanı Gül, Erdoğan'ı ikna etti. Ve polis çekildi" diyordunuz perforede. İlk kez yüksek sesle söylendi.
O da kulis bilgisi. Taşları yerine koyunca Erdoğan’ın sonradan çıkıp “Arkadaşlar böyle diyor” sözlerinden aslında şüphelenmemiz lazımdı Cumhurbaşkanı’nın devreye girdiğini , işin kötü gittiğini fark edip Erdoğan’ın parkı açması için ikna etmesini. Parkın açıldığı dakikalarda ordaydım. Polis aniden çekildi. Bunun arkasında kulis olduğunu öğrendim ve bunu belgesele koydum.
Belgeselde BDP bayraklı gençlerle, Atatürk posteri taşıyanlar birlikte halay çekiyordu. Gezi neden değerli, o sahneleri izleyince tekrar hatırladık. Çünkü “birlikte yaşayabiliriz”i göstermişti bize. Ancak daha geçen hafta Lice’de bayrak krizi yaşandığında Gezi eylemlerine katılan, destek olan bir grubun sessiz kaldığına hatta bayrak üzerinden politika yapıp kışkırttığına şahit olduk siyasetçisinden gazetecesine. Bu ikiyüzlülük değil mi?
Gezi benim yaşamak istediğim ülkeydi. O yüzden değerini, hikmetini zaman içinde daha iyi anlayacağız. İşte bayrak krizi patlayınca anlıyorsun değerini. Oradaki ortaklık duygusu çok özel bir duyguydu. Belgeseli biraz da bu yüzden umut havasında bitirdim. Gezi’ye söz söylemeye kıyamıyorum. Buradan büyük bir parti çıkmayacağını biliyorduk. Omurgası olan bir politik hareket değildi. Bir refleks, bir itirazdı. İtiraz mesajını iki kesim aldı. Biri biz. Böyle bir potansiyelimiz, gücümüz varmış, bir arada durabiliyormuşuz. Bir de iktidar aldı; bunlar bir araya gelip bana posta koyabiliyor duygusu. İki taraf da bu duyguyla yaşayacak. Ve bu ikisi Türkiye’nin önünü açacak. Ben en azından bir yıla göre çok daha umutlu bir noktadayım. Gezi’nin üstüne çok ağır gittiler, bu kadar şiddetle bastırmaya çalışırsan o zaman hareket başka bir şekle bürünüyor. Bazen milliyetçilik oluyor, bazen şiddet oluyor, bazen yılgınlık, çekilme, eve kapanma oluyor. Gezi bu kadar öfkeyle bastırılmasa belki bugün bayrak olayını da farklı karşılıyor olabilirdik. Çocuğu bile bu kadar dövsen şımarır, komşunun camlarını taşlar, evine bayrak asar. Bu tür refleksler olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin milliyetçiliğin tırmanacağı bir döneme girmesi kötü bir refleks. Ama bu da konjoktürel ve geçici bir şey. Bunun bedelini hükümet de ödeyecek. Ödemeye de başladı. Bu kadar şiddetle barışçıl bir gösteriyi bastırdığın zaman barış sürecinin kalmayacağını görmen lazım. Önümüzde zorlu bir dönemeç daha var Türkiye için; Cumhurbaşkanlığı seçimi.
Yerel seçim öncesi yaşanan kaos ortamı nükseder mi? Tansiyon yine yükselecek mi?
Edilgen aktörler değiliz artık, etken aktörleriz. Biz itiraz edersek iyi şeyler olacak, ne yapsak olmuyor deyip çekilirsek kötü şeyler olacak. Erdoğan’ın baştan beri çok istediğini biliyoruz o mevkiyi. Ardını da garantiye almak istiyor. Muhalefetin bir ortak aday çıkarabileceğini düşünüyorum. Bir şans var mı, var. Toplumun bir kez daha nasıl göbekten ikiye yarıldığını göreceğiz. Her kim olursa olsun Türkiye’nin ortak cumhurbaşkanı olmayacak. Cumhurbaşkanı gelsin, toplumu kucaklasın; ordu gelsin hepimizin ordusu olsun; polis gelsin bizi sevsin; Meclis halkın meclisi olsun... Bunlar olmadı. Eskiden devletten bekliyorduk şimdi artık devletin suçlu olduğu gördük. Kendi içimizde nasıl uzlaşırız, bunun yollarını görmemiz gerek. Toplumsal hareket başlangıcı için iyi bir nokta.
Peki seçim öncesi Cemaat kanadından yeni ataklar bekliyor musunuz?
Cemaatin geçen bir yıl içinde çok şey öğrendiğini düşünüyorum. Sırtını devlet gücüne dayamış, iktidarla kol kola para kazanan bir dini topluluktan şu an Türkiye’nin en büyük düşmanı haline dönüştü. Ciddi bir travmadır. “Hadi aslanım ne istersen ye, iç” denen bir çocuğu, bir anda sokağın ortasına atıp, vatan hainisin deniyor. Cemaatin de dönüşeceği bir sürece giriyoruz. Düne kadar devletin nimetlerini nasıl paylaştırırım derken şimdi beni ne zaman evden alacaklar diye bekleyen bir anarşiste dönüştü. Çok eziyet ettiler, zamanında ellerindeki gücü kötüye kullandılar, birlikte çalıştılar. Günahsız insanların günahını aldılar. 28 Şubat’ta neyle karşılaştılırsa şimdi Erdoğan’dan aynı muameleyi görüyorlar.
Ancak 31 Mart öncesi Cemaat’in yayınladığı tapeler beklendi heyecanla, paylaşıldı, haber yapıldı. Cemaat bel altı vururken, tapeleri haber yapmak doğru muydu?
Şurda yanlış yaptık. Bütün yolsuzluğu biz ortaya çıkarmak zorundaydık. Türkiye medyasında bir satır yolsuzluk ortaya çıkmadı 10 yıl boyunca. Bunun günahı hepimizin boynunda asılı. Biz TV’nin karşısında oturarak ya da internetin başına geçip tapeleri bekledik. Günah oydu. Ama gelenleri görmemezlikten gelmek de ayrı bir günah olacaktı. Bir kısmımız onu da yaptı kendince etik nedenlerle ya da korkudan. Ben artık o noktadan sonra zaten ilk günahı yaşamış ve ikinci günaha ortak olamayacağımı düşünüp hepsini yayınladım.
Peki 10 yıldır siz neden yolsuzluk haberi yapmadınız?
Özeleştiri dediğim o. Birkaç şey var. 80 döneminde de gazetecilik yaptım. Milli Güvenlik Konseyi’nden bile haber sızardı, gizli oturumlardan haber sızardı. Burada nasıl bir menfaat şebekesi yaratıldıysa en ufak bir sızma olmadı. Taktir etmek lazım, o çıkar zincirinden en ufak bir halkanın bile çözülmesine izin vermediler. İkincisi bizde de yayınlanacak bir mecra yok diye yılgınlık oldu. Bu işler iyi niyetli bir gazetecinin “ben şuna bakayım” demesiyle olmaz. İçerden sızma olur ya da araştırma ekipleri kurarsın medya içinde, git araştır dersin. Bizde öyle gazetecilik kalmadı. Bunu da yapamadık. Kimsenin buna da enerjisi yoktu, böyle bir iklim de yoktu medyada. Bu nedenlerle biz o tapelere mecbur kaldık. Onlar olmasa bugün bütün bu hırsızlıktan da haberdar olamayacaktık.
Şimdi ne yapacaksınız?
Artı 1, 5 ay sürdü. Sizin öngörünüz neydi, ne kadar sürecekti Artı 1’de maceranız? Ve ilk gittiğinizde daha önce maaşlarını alamayan, sansüre uğrayarak kanaldan ayrılmak zorunda kalan meslektaşlarınız tarafından da eleştirildiniz.
Türkiye’nin kritik bir döneminde, 5 ay gazetecilik yaptık. Yapılabileceğini de gösterdik. Bunun çok sürmeyeceğini de biliyorduk. Haluk Şahin beni uyarmıştı; “İki şey olacak; yayınınıza müdahele edecekler ve para alamayacaksınız” diye. İlki hiç olmadı. İkincisine maalesef yenildik. Arabanın benzini bitti ama arabadan memnunduk. En genelinde bir deprem oldu ve medya altında kaldı. Biz o enkazın altından “kimse var mı” diye bağıran insanlardık. O yüzden çok lüks arayacağımız bir durum yok. Bulduğumuz her alandan soluk almaya çalışıyoruz. Artı 1, toprağın altından soluk alabildiğimiz borulardan biriydi. Ama bu kadar yetti. Bu enkazın kalkması çok vakit alacak. O yüzden kimse karşıma geçip de “sen de neden oradan nefes aldın” demesin. Yarın başka bir yer bulacağız, oradan nefes alacağız. Ben asıl enkaz altındaki, meslektaşlarım için üzülüyorum. Yutkunmak çok zor. O arkadaşlarım için üzülüyorum. Biliyorsun ama yazamıyorsun. Belgeseli yaparken medyada çalışan birçok arkadaşımız “elimizde görüntüler var kullanamadık, size verelim” dediler. “İçerdeki çapulcular” diyorum ben onlara. Hem taktir ediyorum, hem üzülüyorum.
Benim fikrimi sorarsanız kalabilen kalsın medyada, mücadelesini gizli ya da yüksek sesle verebilen versin. Ayrıca bugün yutkunarak işine devam eden pek çok medya çalışanının geçim derdi, okutmak zorunda olduğu çocuğu, ödemek zorunda olduğu kredileri var.
Medyanın bu kadar kuşatma altına alındığı bir dönemde “biz bu baskıya dayanamayacağız” deyip, topluca ayrılan bir ekibin çıkmaması hepimiz için yüz karasıdır. Biz bunu NTV’de yapabilirdik. NTV gibi haberciliğin yüz akı olmuş bir kanalın iktidarın eline teslim edilme sürecinde “burası aynı zamanda izleyicilerin ve çalışanlarındır” deyip, orayı komple terk edebilseydik tarihe geçerdik. Milliyet gibi bir gazetenin başka bir patron altında iktidara teslim edilmesi sürecinde “biz buna razı değiliz” deyip topluca çıkabilseydik, tarihe geçerdik. Milliyet de farklı bir noktada olurdu bugün. Bunları yapamadığımız için içerde iyi niyetli arkadaşların çabasını takdir etmekle yetiniyoruz. Ama bunu yapabilseydik farklı bir yerde olurduk. En azından bir iz bırakabilirdik. Peki bunu yapmayı arkadaşlarınızla denediniz mi? - Denedik, olmadı. Tek tek yolunduk. NTV’de de konuştuk, Milliyet’te özellikle ben de konuştum. Kimlerle konuştunuz? - Olmamış bir şey için isim vermenin anlamı yok. Kiminin aklına yattı, kiminin kendince gerekçeleri vardı, geçim derdi vardı. Kimi buradan bir yere varamayacağımız düşünüyordu. Kimisi “bilmem kim ayrıldı, değer mi onun için” durumuna girdi. Kişisel husumetleri, zaruretleri aşıp da kitlesel bir tavır koyamadık ne yazık ki.
Bu tavır koyulsaydı sistem tökezlemeyecekti, sonuçta patron da değişmeyecekti. Milliyet’i başka bir yerde kurabilirdik. Zor olurdu ama olurdu. Milliyet değil adı Zilliyet olurdu. Tüm Milliyet yazar kadrosuyla ayrılsaydı içi boşaltılmış bir gazete olacaktı orası. Türk medyası toplu hareket edebilme yeteneğini kaybetti.
Artı 1’e başlarken bir kaç aylık maaşınızı peşin aldığınız konuşuldu medya kulislerinde...
İlk gün, patronla, arkadaşlarımız parasını almadan hiçbir yönetici almayacak diye konuştuk. Ben içeridekilerin parası ödenmeden bir kuruş almadım. Orada çalışanlar da çok iyi biliyor. Ve bugüne kadar meslek hayatımda hiç yapmadığım tuhaflıklar yaptım. Reklamverenlere gidip, kendimizi anlattık. Bunların yıllarca bir gazetecinin işi olmamasına gayret ettim. Ama ne yazık ki Türkiye’de burjuvazi yok, zenginler var. Elini taşın altına koymaktan çekinen, korkan bir kesim var. Çok sınırlı destek geldi. Bu kadar ağır baskının olduğu bir yerde direnmek de zor tabii. Bunlar cesur çocuklar deyip, alttan destek olanlar da oldu. Bu da sevimsiz. Böyle bir dönemde gerçek gazetecilik yapmak istediğinizde öyle mayın var ki, hiçbirine basmamak mümkün değil. Bant geliyor; kullanırsak kullanılır mıyım duygusu. Patron maaş ödemiyor böyle devam edersek sömürüye ortak mı oluruz duygusu. Bütün o mayınlı arazilerde yürüdük. Benim de alacaklarım var. Hukuki bir süreç başlayacak.
Şu an yaz tatilindesiniz diyelim. Eminim ki medyada görüşmeleriniz devam ediyordur. Yeni yayın döneminde belki de yeni bir kanalda karşımıza çıkacaksınız.
Şu an artı 1’i almak isteyenler var. Görüşmeler var. Bize de soruyorlar bu görüşmeler sırasında kanala geri döner misiniz diye. Benim bir önyargım yok çıktım, bir daha dönmem diye. Alan kişiye bağlı. O özgür ortamı tekrar yaratabilirsek, insan sömürüsüne dayanmayan bir sistem olursa neden olmasın. Orada ya da başka bir yerde devam edebiliriz. O enerjim var. Olmazsa da üzülmem. Bir belgesel yaptım, o bana iyi geldi. Benim kaçış alanlarım var. Yeni bir kitaba başladım. Sürpriz, heyecan verici bir kitap. Roman değil. Beni çok heyecanlandıran bir şeye kapıldım. İçim içime sığmıyor. Ama şunu görebiliyorum artık merkez medyada olamayacağım.
Yine kulislerde Aydın Doğan’la görüştüğünüz konuşuluyor. Hatta 32. Gün için size teklif geldiğini duyduk. Var mı böyle bir teklif?
Aydın Bey'le 3 ay önce Artı 1’in D-Smart’a alınması için görüştük. Sağ olsun esirgemedi. 32. Gün’ü Umur ( Birand) götürüyor zaten. Mehmet Ali Bey'in vefatından sonra 32. Gün için adım geçti, ben de sonradan haberdar oldum. Ancak şu an benim Doğan Grubu’nda olmam Aydın Bey için de zor.
Siz Doğan Medya’da olmak ister misiniz?
Hürriyet’te ya da Kanal D’de? Ben yazımı yazabileceğim her yerde olmak isterim. Zaman mı olmuş, Akit mi, Milliyet mi... Ben yazdığıma bakıyorum. Artı 1’e de öyle başlamıştım. Artık eskisi gibi şuraya da gidelim, emekli olalım dediğimiz dönemler bitti. Yanımıza sandalyemizi alıyoruz, koyduğumuz yerde konuşup, iniyoruz.
Televizyonda haberleri izliyor musunuz?
Ana haber izlemiyorum. Sabahları izliyorum biraz. Meraklı olduğum günler şöyle bir bakıyorum. İnternetten, Twitter’dan takip ediyorum gündemi. Tuhaf bir şey oluyor; ekranın altından bant geçer ya. Öyle bir bant geçmeye başlıyor bunca yıl sonra. Haber izlemenin eğlenceli yanı bu; neden bunu ilk haber yaptılar, burada ne demek istediler, neden şu görüntüyü kullanmamışlar. Eğlenceli ama boşa vakit harcamak. Ekrandaki iyi niyetli arkadaşların gözlerinden anlıyorsun ne demek istediğini. O sırada rejiyi düşünüyorsun. Bize bıraktığı tortu bu oldu galiba.
Mehmet Ali Birand’ın ardından ana haberler de değişti. Uğur Dündar ve Ali Kırca da yok artık ekranda... Genç, dinamik, muhabirlikten gelen haber spikerleri var karşımızda. Onları nasıl buluyorsunuz?
Birand yorumunu esirgemeyecek kadar özgüven ve cesaret sahibi bir adamdı. Zaman zaman aşırı dengeleri kollamaya çalıştığı için eleştirirdim ama her şeye rağmen doğruya doğru yanlışa yanlış diyebilecek bir adamdı. Bugün çok azımız buna sahibiz. Birand’ın döneminde de çok vardı ama bugün aman kırıp döker miyiz dönemi daha fazla var. Seyircinin görmediği kulağımızdaki şeffaf kulaklık, rejiye bağlı. O rejide bir takım konuşmalar oluyor. O rejideki konuşmalar size bedelleri hatırlatıyor. Çıkarıp atarsanız hesap-kitap bu kez öbür kulağınızdan giriyor. Nolur, patron, hükümet ne der? Bunların sayısı artmaya başladıkça ekranda olanların dili dolanmaya başlıyor. İnsanlar aynı anda konuşup, aynı anda dinleyemez. Reji fazla konuşuyor. Ekran önündekiler daha az konuşabiliyor. Birand gibi daha fazla konuşan birilerine ancak reji susunca görebiliriz. Kendimi de katarak söylüyorum onun kadar cesur yorum yapamıyoruz, tavır koyamıyoruz. Bir anchorman tavır koymak zorunda mıdır? Bunu haber seçiminden anlıyorsun. Sorduğu sorudan anlıyorsun. Bizim meslekte yasaklı konuk kabul edilemez. Ama şimdi bakıyorsun “bunu çıkaramayız biz” denince kapanıyor konu. Birand en imkansızı ile başlardı. Biz ben en alttan başlıyoruz, bu korkaklık içimize sirayet etti. Yeniler içinde çok iyiler var. Eksik saymak istemem. Nazlı (Çelik), müthiş bir ekran yüzü; Serdar (Cebe) okuldan öğrencim, Birand’ın bayrağını iyi taşıyor; Fatih (Portakal) çok iyi ekranda, çok rahat. Mesleğe de yeni bir soluk getiriyorlar. Ama kuşatılmışlığın havası hissediliyor haberlerde.
Gazetelerde takip ettiğiniz köşe yazarları var mı yeni nesil ya da sizin kuşaktan?
Ot ve Birikim’de daha iyi yazarlar okuyorum. Oralara yöneldim desem. Kendimi de katarak söyliyeyim, bugün ne yazdı diye koşarak gazete alıp takip ettiğim biri yok. İtiraf edeyim ben de dahilim bu listeye. Kimin ne yazacağını tahmin edebiliyorsun ertesi gün. Sürprizimiz kalmadı. Kendi cephelerimize çekildik, oradan ateş ediyoruz.
Ana medyadan ayrılış sırasında olsun, artı 1’de olsun tüm bu süreç boyunca kırıldığınız, sizde hayalkırıklığı yaratan insanlar oldu mu?
Oldu. Beni çok şaşırtan arkadaşlarım oldu. Daha cesur olmalarını beklediğim, daha düzgün tavır sergilemelerini beklediğim, birçok arkadaşım beni şaşırttı. Bir kısmının arkadaşım olmadığını fark ettim, bir kısmı koltuğa, vaade, korkuya teslim oldu. Onlar adına üzüldüm, kendi adımı da üzüldüm niye daha önce fark edemedim diye. Gençken insanlar daha cesur olabiliyor, ama yaş ilerledikçe bedel daha da artıyor. Vazgeçmek zor oluyor, daha güçlüye yakın duruyorsunuz. Ama uzun dönemde neyi kaybettiğini göremiyor insan. Öyle bir körleşme de yaratıyor. İnsanlar sizi gördüğünde yüzünü çevirmeye başlıyorsa onun kaybı kaybedeceğiniz paradan daha fazla. Yine isim soracağım size, kırgın olduğunuz isimleri! - İsim vermeyeyim. Birlikte hareket edebilmeyi umduğum birçok arkadaşımın bir kısmının inanamayacağım yazılar yazması, inanamayacağım kararlar alması, bir kısmının beklediğim kararı alamaması, bir kısmının en yakın arkadaşlarının işten atılmasına ön ayak vesile olması, imza atması. Bazılarının hiç çalışmam dediği isimlerler al takke ver külah olması, bazılarının Başbakan’ın danışmanlarıyla iş pişirmesi. Çok acıklı. Bunlar onların bilinmediğini, görünmediğini ya da yarın bunların yazılıp çizilmediğini düşünüyorlarsa, yanılıyorlar. Bir kısmı kötü bir kariyer finali yaptı.
Güzel şeylerden bahsedelim biraz da. Dizi ve film projeleriniz vardı. Deniz Gezmiş’in hayatı üzerien bir film senaryosu yazıyordunuz. Devam ediyor mu?
O bitti. Çekilecek. Ay Yapım’la yazdık senaryoyu, onlar çekecek. Kağıdın, kalemin içinde olduğu her şey çok heyecan veriyor bana. Dizi projesi de vardı. Ama dizi sektöründe de bir daralma var, görüyorsundur. Eskisi gibi diziler çıkmıyor. Gerçi toplumun tarih merakı galeyana geldi. O bizim gibi tarihle haşır neşir olanlar açısından olumlu.
Ve bir belgesel hazırlığınız daha var. Hem de yanınızda iki özel isim var.
Nebil Özgentürk, Coşkun Aral ve ben, üç belgeselci bir güçbirliği yapmaya karar verdik. Birikimimizi, arşivimizi, ekiplerimizi birleştirdik ve Denizbank'ın sponsorluğunda 10 bölümlük bir belgesel için kolları sıvadık. "Kültür Yolcuları" adı. Türkiye'nin kaybolmaya yüz tutmuş kültürel değerlerinin, yitmekte olan kültürel zenginliğinin izini sürüyoruz. Her bölüm farklı bir coğrafyaya gidiyoruz, Artvin'den Van'a, Kırşehir'den Balkanlara kadar... Her yolculukta bize o kültüre yakın bir sanatçı, kültür adamı eşlik ediyor. Mesela geçen ay Diyarbakır'da dengbejlerin izini sürdük. Sonra onların soluğunu bugüne taşıyan Yaşar Kemal'le buluşup dengbejleri sorduk. Böyle birçok sürpriz isimlerimiz var. Türkiye'nin yüzakı olmuş sanatçılar. Sanıyorum yılsonu yayına girecek. Ve umarım beğeneceksiniz.
Röportajın sonuna geliyoruz. Zaman kısıtlı. Çok merak ettiğim bir şey de var, ev telefonunuzun dinlendiğini yazmıştınız, geçen hafta da evinize hırsız girdi. Önlem aldınız mı dinlemeler için?
Hırsızlık açıklığa kavuştu mu? - Sıradan hırsızlık olayı gibi gözüküyor şu an. Dinlemeler için de vitesi boşa aldık. Eskiden telefonları gizleyip, kaldırıyorduk. Artık bıraktık. Hepimiz zaten dinlenmesek de dinleniyor gibi yaşıyoruz. Foucault’da vardır, Hapishanenin Doğuşu’nda bir noktaya kadar insanları demir parmaklıklarla kuşatırlar. Bir noktadan sonra yüzüne ışık verirler gözleniyorum duygusu onu hapsetmeye yeter. Tüm toplumu hapsettiler aslında gözleniyorum duygusuyla. Ondan kaçış yok. Buna rağmen dik durmak gerek. O yüzden de artık bağıra bağıra konuşuyoruz. Peki Gezi, öncesi, sonrası yaptığınız haber ve yazılar nedeniyle hiç tehdit aldınız mı? Memed Ali Alabora örneği var maalesef. - Twitter, Facebook’tan her gün tehdit alıyorsunuz. Ama ciddiye alacağım bir şey çıkmadı. Memed Ali Alabora’ya yapılan Başbakan’ın ayıbı. Bence Alabora bu ülkenin kalıcı sanatçılarından biri olduğunu göstermiştir.