Julius Fucik (Fuçik okunuyor), 1942 yılının ılık bir bahar akşamı Nazilerce tutuklandı.
Çek Komünist Partisi’nin çıkardığı gazetenin yayın yönetmeniydi. Direnişin önderlerindendi.
Cezaevinde ağır işkencelerden geçirildi. Konuşmadı.
6 hafta sonra Naziler, onun direncini kırabileceğini düşündükleri bir yöntemi denediler. Sabaha karşı 3’te hücresine eşi Augustina’yı getirdiler. Augustina, kocasının öldüğünü sanıyordu.
Şaşkın haldeyken Nazi komiseri, “Tanıyor musun onu” diye sordu.
Karşısındaki adam, tanınmaz haldeydi, ama elbette tanımıştı.
Fucik, karısı halini fark etmesin diye, ağzının çevresinde biriken kanı yutmaya çalıştı. Ama gayreti boşunaydı; yüzünün her yerinden, parmak uçlarına kadar kan damlıyordu.
Augustina, korkusunu ufacık bir bakışla bile dışa vurmadan, “Hayır, tanımıyorum” dedi.
İnanmadı komiser:
Augustina’yı Fucik’in kan revan içindeki yüzüne yaklaştırdı.
“İkna et onu” dedi; “...aklını başına alması için ikna et. Kendini düşünmüyor, bari seni düşünsün. Bir saatiniz var, iyice düşünün. Burnunuzun dikine gitmeyi sürdürürseniz, bu gece kurşuna dizilirsiniz. İkiniz de...”
Augustina gözleriyle kocasını okşarken konuştu:
“Bu tehdit bana sökmez. Son ve büyük arzum şu: Onu kurşuna dizecekseniz, beni de dizin.”
Fucik, gülümsemeye çalıştı. Bu, bir “Elveda” tebessümüydü. Ama kanlı ağzında boğuldu.
Augustina’yı götürdüler.
İki sevdalının son görüşmesi böyle oldu.
Augustina bu yüzleşmeden bir yıl kadar sonra Polonya’daki toplama kampına gönderildi.
Fucik ise Ağustos 1943’te idam cezası aldı.
8 Eylül 1943 günü Berlin’de asıldı.
***
Bitmedi.
Hitler, 1945 baharında bozguna uğradığında Augustina, Polonya’da faşistlerin işkenceden öldürmeye vakit bulamadığı tutsaklar arasındaydı. Bir deri bir kemik kalmış halde salıverildi.
Hemen Çekoslovakya’ya dönüp kocasını aramaya başladı. İdam edildiğini öğrendi. Ancak idam haberiyle birlikte bir şey daha öğrendi:
Fucik, Prag’daki hapishanesinde bir Çek gardiyanın hücresine soktuğu kalem sayesinde bazen bir sigara kâğıdına, bazen bir defter sayfasına küçük notlar almış, bu notları numaralayıp birer birer gizlice dışarı çıkarmıştı. Her bir sayfa başka birindeydi.
Augustina önce gardiyanı buldu. Ondaki notları aldı. Sonra diğer sayfaların peşine düştü. Sadık dostların gizlediği numaralanmış sayfaları bir araya getirdi. Bunlar, darağacının gölgesinde yazılmış satırlardı. O küçük kâğıtları, kalbini yerinden söken bir heyecanla okudu:
Kocası, hücresindeki yüzleştirilmelerinden sonra şunları yazmıştı:
“İşte benim Gustina’m, muazzam bir aşk ve müthiş bir güç...
Canımızı alabilirler, öyle değil mi Gustina; ama aşkımızı ve onurumuzu alamazlar.
Vedalaşmamıza, kucaklaşmamıza, hatta birbirimizin elini tutmamıza bile izin vermediler. Sen de ben de biliyoruz ki, büyük olasılıkla birbirimizi bir daha hiç görmeyeceğiz. Yine de ta uzaklardan seslenişini duyuyorum:
Elveda sevgilim!
Şimdilik elveda...”
***
Fucik, bu satırlarla eşine veda etmiş, ancak aynı mektuba ümitli bir ihtimali de eklemişti:
“Bütün bunlar geride kaldıktan sonra yeniden bir araya gelecek olursak nasıl yaşayacağımızı hayal edebiliyor musun? Özgür bir hayatta, yaratıcı özgürlüğün güzelleştirdiği bir hayatta yeniden buluşmak... Onca yıldır özlemini çekip sabırla çaba harcadığımız, şimdi de uğrunda ölüme gittiğimiz şeylere eriştiğimizde...
(O gün) artık hayatta olmasak da insanlığın büyük mutluluğunun küçücük bir parçasında yaşıyor olacağız. Ayrılmak zor olsa da, bu (ihtimal) gönlümüzü okşuyor.”
***
Augustina, bu notları özgür ülkesinde yayımladı.
O notlar dünya dillerine çevrilip birçok ülkede basıldı.
Nihayet 2 ay önce Celal Üster’in harika çevirisiyle Yordam Kitap’tan çıktı.
Ve yattığım hücrede bana ulaştı.
Mahpusta bir tutsak olarak, -böylesi yakışır diye-, Sevgililer Günü’nüzü Fucik’le Gustina’sının ölümsüz aşkıyla selamlamak istedim.
İnsanlığın elde edebildiği mutlulukta, onların tuzu, kanı, sevdası var; bunu bilelim.
Malumunuz; aşk, direnmektir.
Asla vazgeçmeyelim.
* Bu yazı cumhuriyet.com.tr'den alınmıştır