Can Dündar, dün Gece Taksim'de ve İstanbul'un çeşitli yerlerinde yaşanan polis müdahalesi için sert bir tepki gösterdi. "savaşın bile asgari bir ahlakı vardır" diyen Dündar, çocuklara, kadınlara gaz sıkılarak savaş ahlakının çiğnendiğini ifade etti.
Milliyet'teki köşesinde, dün gece yaşanan dehşet anlarını kaleme alan Dündar, Vali Mutlu'nun müdahalenin ardından canlı yayında yaptığı konuşmayı da eleştirdi. O tablonun ortasında İstanbul Valisi aradı. Halimizi sordu; anlattım. Bu emre itaat edemeyeceğini, vicdanının sızladığını, istifa ettiğini açıklayacak sandım. Meğer bir telefon bağlantısında “Çaresizim” dediğini söylememden rahatsız olmuş; onu düzeltmek istemiş. “Burada boğuluyoruz. Siz düzeltme peşindesiniz” dedim.", şeklinde yazan Dündar, bunun ağır siyasi bedelleri olacağını ifade etti.
İşte Can Dündar'ın Milliyet gazetesinde (16.06.2013) 'Revire biber gazu' başlıklı o yazısı:
Savaşın bile asgari bir ahlakı vardır. Hiçbir savaşta çocuklara gaz sıkılmaz mesela... Elinde silahı olmayan, çadırı içinde oturan, barışçı bir gruba böyle saldırılmaz. Yaralıların revire çevirdiği mekânlar gaza boğulmaz. Bu emri verenler olabilir, ama o emir uygulanmaz. Uygulamak zorunda kalanlar arasından vicdan sahibi birileri çıkar, istifa eder. Savaş ahlakı bile çiğnendi dün...
“Devlet yapamaz. Bunca çocuğun üstüne saldıramaz” diyenler, devleti tanımıyordu. Biz tanıyorduk. 1 Mayıs 1977 Taksim’i görmüştük. Sivas’ı, Uludere’yi yaşamıştık. Açlık grevleri sırasında, hem de müzakerelerimiz sürerken nasıl cezaevlerine girilip katliam yapıldığını hatırlıyorduk. Devletin, güç gösterisi için her şeyi göze alabileceğini biliyorduk. O yüzden akşamüstü Başbakan, seçim meydanından operasyon işaretini verir vermez bir grup sanatçı, gazeteci acilen buluşup “Yapmayın” mesajını ortak imzaya açtık. Ancak çok geçti. Tomalar hareketlenmişti.
Bunun üzerine endişeyle İstanbul Valisi’ni aradım. Gün boyu haberleşmiştik. Oradaki tabloyu biliyordu. Çocukların kendi iradeleriyle barikatları, parti flamalarını kaldırdığının, bazı kitle örgütlerinin çadırları kaldırma kararı aldığının, oradaki kitlenin nispeten azaldığının farkındaydı. O çocuklarla buluşup konuşmuş, orada bir terör yapılanması olmadığını öğrenmişti. Dayanışma’nın tek ve büyük bir çadırda toplanması ihtimali belirince “Ben de gidip orada bir çaylarını içmek isterim” demişti. Bunları hatırlatıp, “Yapmayın. Çok ağır sonuçları olur. Hepimizin çocuğu var orada...” dedim. Sonradan basın toplantısında söylediği gibi kendi çocuğum için bir şey istemedim. Oğlum Ankara’daki gösterideydi zaten... Buna karşılık “Günlerdir uyarıyoruz. Artık yapacak bir şey kalmadı” diye cevap verdi. Çaresizdi.
Az sonra Gezi Çarşısı’nın Divan Oteli tarafındaki ucundaydım. Ses ve gaz bombalarının önce sesi, sonra sisi ve zehri yayıldı. Polis, çadırdakileri arkaya doğru süpürdükçe kalabalık otele yığıldı. Önce kapıları kapalı tutan korumalar, yığılma üzerine açtı. Önce çocukları aldılar. 5-6 yaşında çocukların, yüzlerine bol gelen gaz maskeleri içinde, nasıl dehşet içinde çığlıklar atıp ağladığına tanık oldum. Ardından kadınlar girdi. Batan bir geminin paniği gibiydi.
Sonra panik halinde müthiş bir yığılma başladı. Nefes almanın imkânsız olduğu otel lobisinde bayılanlar, fenalaşanlar, küfredenler, alt katlara doğru kaçıştı ve daha fazla gazla karşılaştı. Yaralılar kapalı salona taşınırken dışarı çıkmayı denedik.
Tam otelin önündeyken, otelin sağ tarafından bir polisin hedef gözeterek otelin girişine doğru plastik mermi sıktığını gördüm. Mermi gelip bir kafamın bir karış üzerinde, otelin giriş kapısına çarptı. Şimdi içerde gaz, dışarda kurşun vardı. Ve insanlar çığlıklar atarak yeniden içeri, gaza doğru kaçıştı. Yaralıların alındığı alt kattaki balo salonu, sığınağa döndü. O dakikadan itibaren baygın halde onlarca insan, oraya taşındı, yerlere yatırıldı, eldeki imkânlarla nefes almalarına çalışıldı. Öksürük krizindeydi herkes... “Doktor bulun, hemen” çığlıkları işitiliyordu. Ağırlaşanları kollarına girip acilen dışarı taşıdılar. Eldeki tek savunma malzemesi, su şişelerinde hazırlanmış solüsyonlardı. Gaz yiyen çocuklara ve yaşlı kadınlara onunla yardım edildi. Böyle sakin ifadelerle yazdığıma bakmayın; feciydi. Gerçekten feciydi.
O tablonun ortasında İstanbul Valisi aradı. Halimizi sordu; anlattım. Bu emre itaat edemeyeceğini, vicdanının sızladığını, istifa ettiğini açıklayacak sandım. Meğer bir telefon bağlantısında “Çaresizim” dediğini söylememden rahatsız olmuş; onu düzeltmek istemiş. “Burada boğuluyoruz. Siz düzeltme peşindesiniz” dedim. Bu zulmü yaşayan gençlerin içine nasıl öfke tohumları ekildiğini anlatmaya çalıştım. Bu vesileyle düzeltmiş olayım; Vali çaresiz değilmiş. Çareyi biliyordu; çözümden umutluydu. Ne yazık ki yapmadı. Sonradan basının karşısına çıkıp o çocukların o saldırı karşısında polise karşı şiddet kullanmadığını da açıkladı. Ne kadar barışçıl olduklarını bizzat kanıtladı.
Böyle krizler karşısında devletler iki yöntem izler: Akıllı yöneticiler, biriken enerjiyi uzlaşmayla göğüsleyip barışçıl kanallara akıtmayı dener. Öfkesine yenik düşenler, silaha sarılır ve şiddet uygular. Bu, devletin niteliğini de belirler. Türk devleti, şiddet seçeneğini seçti dün... Dünyanın gözü önünde barışçıl bir gösteriyi hiddetle, şiddetle bastırarak bütün ülkeyi ayağa kaldırmayı tercih etti. Ancak bir yandan da ülkeye ancak savaş, deprem hallerinde rastlanan bir dayanışma ruhu hediye ettiler. Bunun, ağır siyasi faturası olacaktır. Sadece emri verenler açısından değil, uyanlar açısından da ciddi sonuçları olacaktır. Devletle ilk kez tanışan o gençler de 15 Haziran tarihini ve yapılanları unutmayacaktır. Dileyelim devletin onlara yaptığını yapmaya kalkışmazlar. Sivil itaatsizliğin ne kadar büyük bir siyasi sonuç doğurabildiğini görüp hükümetin bütün kışkırtmasına rağmen, barış yolundan ayrılmazlar.