Can Dündar*
Türkiye'de yetkililere en zor soruları yabancı muhabirler sorar.
İki nedenle:
Birincisi Türk yetkililer, Türkiye'de gerçek gazetecilerin karşısına çıkmazlar. Mesela Cumhurbaşkanı Erdoğan, uzun yıllardır bir kez olsun zorlu sorular soracağını bildiği birilerinin karşısına çıkmamış, sadece “bildiği yerlerden soran” yandaşlarının röportaj davetini kabul etmiştir.
İkincisi, bir basın toplantısında muhabir kazara ters bir soru soracak olsa, ya sorduğu yetkilinin hakaretine uğrar ya da işinden kovulur.
O yüzden basın toplantısından sonra ülkesine dönecek muhabirler için riskli soru sormak daha kolaydır. Fakat onların alacağı cevap da çok tatminkâr olmayacaktır.
Erdoğan ve kabinesinin bu tür ters sorulara basmakalıp bir cevabı vardır:
“Burası bir baskı rejimi olsa, sen bu soruyu zor sorardın.”
Oysa basın özgürlüğü demek, bu cevabın içinde saklı tehdidi hissetmeden soru sorabilmek demektir.
Can Dündar
Can Dündar
Kaldı ki baskı rejimlerinde bile bir fırsatını bulup yetkililere ters soru sorabilmek mümkündür de, sonrasında başına gelebilecekleri kestirebilmek güçtür. Çünkü her zor sorunun ağır bir faturası vardır ve pek az gazeteci bunu ödemeden kurtulur.
Bir örnek vereyim:
Geçen sene Güneydoğu Anadolu'daki Şanlıurfa’nın valisi bir basın toplantısı düzenliyordu. Orada gazeteciler, ahalinin şehirdeki IŞİD’lilerden dolayı tedirgin olduğunu hatırlatınca Vali, öfkelenip basın toplantısını bitirdi. Ayrılırken de polislere gazetecileri gösterip “Alın bunları” dedi.
Üç gazeteci gözaltına alındı.
Gazetecilerden birinin yabancı basına çalıştığı anlaşılıp bir anda uluslararası tepki yağınca “Sadece kimlik tespiti yaptık” diyerek gazetecileri serbest bırakmak zorunda kaldılar.
Gözaltına alınanlardan biri, Die Welt’in İstanbul muhabiri Deniz Yücel’di.
Bu olaydan yedi ay sonra, yine sorduğu bir sorudan dolayı bu kez Başbakan Davutoğlu’nun hedefi oldu. Türk Başbakanı, Şansölye Merkel’le birlikte basın toplantısı yapıyordu. Yücel, “Türkiye’nin terör operasyonlarında sivillerin devlet güçleri tarafından katledildiğine dair iddiaları” sordu.
Herhangi bir Türk meslektaşının sormaya çekineceği bir soruydu bu…
Davutoğlu, Yücel'i soru sormaktan ziyade oradaki üçüncü bir başbakan gibi siyasi açıklama yapmakla suçladı. Yine de saygı duyduğunu belirtip aynı şablonu kullandı:
“Türk başbakanının yüzüne bakılarak bu suçlamaların yapılabiliyor olması, Türkiye’deki basın özgürlüğünün işaretlerinden biridir.”
Oysa değildi.
Soru sormanın cesaret gerektirdiği bir ülkede basın özgürlüğünden söz edilemezdi.
Nitekim soru soran gazeteci hemen ertesi gün yandaş basında “Başbakan’a küstah soru soran PKK yanlısı provokatif gazeteci” olarak teşhir edildi.
Gazeteciyi basın müşaviri ile karıştıran bu algının son kurbanı, Türk Gençlik ve Spor Bakanı ile röportaj yapan DW ekibi oldu. Sanırım Bakanlık, hoşa gitmeyen sorulardan sonra kasetlere el koyunca, yaptığının tuhaflığına değil, bu müdahalenin niye bu kadar fazla tepki çektiğine şaşmıştır.
Bu olay, -Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin açıklamasında söylendiği gibi- Türkiye’deki koşullarla evrensel gazetecilik kıstasları arasındaki büyük farkı gözler önüne sermeye yetti.
Bu tatsızlık vesilesiyle kısaca Alman meslektaşlarımıza “Türkiye’ye hoşgeldiniz” demek isterim.
Şimdi bizim “tutuklu sorular ülkesi”nde neler yaşamakta olduğumuzu daha iyi anlıyorsunuz umarım.
Kasetleri unutun.
Ama Bakan bu yaptığından dolayı özür dilemelidir. Böyle bir özür, bundan sonraki el koymalarda iki kez düşünmelerini sağlayacaktır.