İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener, Cumhurbaşkanı Kararnamesi'le İstanbul Sözleşmesi'nin feshedilmesine tepki gösterdi. Sözleşmenin kadınları, çocukları ve aile birliğini koruduğunun ve yapılan işlemin hak gaspı olduğunun altını çizen Akşener, "İktidar istediğini söylesin, biz biliyoruz ki İstanbul Sözleşmesi yaşatır. Ya kadınları korumayı seçeceksiniz, ya da kadın katillerine cesaret vereceksiniz" açıklamasını yaptı. Akşener, iktidara geldiklerinde bu utancı sileceklerini söyledi.
Akşener, partisinin grup toplantısında konuştu.
Akşener, "Geçtiğimiz Cumartesi günü, biliyorsunuz Nevruz Bayramı’ydı. Nevruz, Türkler’de, yeniden doğuşu, zorlukları yenip refaha erişi simgeler.Kışın sonunu, baharın gelişini simgeler. Ergenekon’dan çıkışı, Türk’ün demir dağları delen, o büyük kararlılığını simgeler. Bu vesileyle, bir kez de buradan, Nevruz’un, zor zamanlardan geçen, türlü sıkıntılarla uğraşan aziz milletimize, mutluluk, huzur ve refah getirmesini diliyorum. Bu günler elbette geçecek, ve aynı büyük kararlılıkla, o güneşli baharları hep birlikte mutlaka göreceğiz. Bundan kimsenin şüphesi olmasın." dedi.
Akşener şu ifadeleri kullandı:
Türkiye, bir yönetim kriziyle, hukuksuzlukla, adaletsizlikle, milli iradeye yapılan saygısızlıklarla karşı karşıya. Cumartesi sabahı itibariyle yaşananlar, beş bin yıllık devlet geleneğimizin, başımıza bela edilen bu ucube sistemde, ne büyük bir tehdit altında olduğunun göstergesidir. 'Devlet Ebed Müddet' diyen bizler, varlığımızın teminatı olan devletimizin, Sayın Erdoğan’ın elinde, oyuncak olduğu gerçeğine, sessiz kalamayız.
Devleti, şahıs şirketi zannettiklerini biliyorduk. Devleti, gelin, görümce ve damatlar için, makam kapısı gördüklerini biliyorduk. Devletin malını deniz, yemeyeni de keriz gördüklerini de biliyorduk. Ama bugün artık öyle bir noktaya geldiler ki; devletmiş, anayasaymış, kanunmuş, artık hepsi önemiz birer detay haline geldi. Kendilerini, saray sefasına öyle kaptırdılar ki; millet iradesini umursayan, memleketin geleceğini düşünen kalmadı.
Bu anlayışla yönettikleri Türkiye’de; Sayın Erdoğan’ın paşa gönlü ne istiyorsa, o oluyor, o yapılıyor. Sırf canları istedi diye, uluslararası bir anlaşmayı feshedebiliyorlar.- Sırf canları istedi diye, gecenin bir yarısı, itibarı bağımsızlığından gelen Merkez Bankası’nın, bir başkanını daha görevden alabiliyorlar.
Sırf canları istedi diye, Türk milletinin kutlu iradesini hiçe sayıp, demokrasinin, hukukun, devlet insanlığının gereklerini yerle bir ediyorlar. Anayasamız diyor ki; 'Anayasada, kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. Kanunda açıkça düzenlenen konularda, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz.'
Yani diyor ki; 'Cumhurbaşkanı’nın karar ve işlemleri, Anayasa’nın ve kanunların üzerinde değildir, onlara tabidir.' Oysa bir bakıyoruz, Bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle, kendisine ek yetkiler verilmiş, ve Sayın Erdoğan, millet iradesini hiçe sayan o kanunsuz yetkiyle, gece yarısı aklına esmiş, ve İstanbul Sözleşmesi’ni feshetmiş… Bu yetki aşımı, milletimiz için hak gaspıdır.
Mesela, mülkiyet hakkı da, aynı yöntemle gasp edilebilir. Mesela, memuriyetten doğan tüm haklar da, aynı yöntemle gasp edilebilir. Mesela, çalışanlarımızın tüm yasal hak ve güvenceleri de, aynı yöntemle gasp edilebilir. Bu gaspın bir kez önü açıldı mı, nerede duracağını kestirmek zordur.
Yarın, 'Emekli maaşları artık ödenmeyecek' diye, bir Cumhurbaşkanlığı kararının, çıkmayacağını bilemezsiniz. Yarın, 'Çiftçilere anayasal hakları olan, destekleme primini ödemeyeceğim,' diye, bir Cumhurbaşkanlığı kararının, verilmeyeceğini bilemezsiniz. Yarın, 'seçme ve seçilme hakkını iptal ediyorum' diye, bir Cumhurbaşkanlığı kararına, uyanmayacağımız bilemezsiniz.
Sayın Erdoğan; bu gittiğin yol, yol değil. Böyle olmaz. Böyle devlet yönetilmez. Cumhurbaşkanı dahil hiç kimse, millet iradesinin, Anayasa’nın ve kanunların üzerinde değildir. Aldığın abuk sabuk kararlarla, hukuksuzluğu normalleştirmekten vazgeç.
Şimdiden uyarıyorum; seni, o makamlara getiren Türk Milleti’nin iradesine, Türk devletinin hukukuna, Türk demokrasisinin ruhuna, halel getirecek herhangi bir hesabın içindeysen, Yol yakınken geri dön. Bugün, uluslararası sözleşmeyi hukuka aykırı bir şekilde, yetkini ve haddini aşarak iptal edip, yarın da aynı hukuksuzluğu, başka alanlarda kullanmayı hesaplıyorsan, şimdiden söyleyeyim, 'yanlış hesap, Bağdat’tan döner.'
Bugün, kendin için açtığın bu dolambaçlı yollar, yarın döner dolaşır karşına çıkar. Dünün vesayetçilerinin yaptıklarının ötesini, bugün çıkıp, sen kendin yaparsan, Yarın aynısıyla karşılaştığında, dün yanında dimdik duranları, o gün yanında bulamazsın. Bunu böyle bilesin.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, İstanbul Sözleşmesi’ni, 2011 yılında, üm partilerin onayıyla, milli bir uzlaşıyla kabul etmiştir. AK Parti iktidarının, milletimiz için yaptığı, ender iyi işlerden biridir. O zaman, gelinen bu noktada, sizce de bir gariplik yok mu?
Bunca yıldır, bu sözleşmeyi iç siyasete malzeme yapıp, kadınlardan, çocuklarımızdan, aile yapımızdan dem vurup, siyasi rant kovalayan Sayın Erdoğan’ın, bugün çıkıp, aynı sözleşmeyi feshetmeye kalkması sizce de garip değil mi? Elbette garip, ama şaşırtıcı değil.
Neden mi? Çünkü, arkadaşlar zorda. Çünkü, oylar eriyor. O nedenle Sayın Erdoğan, panik içerisinde, 'kimin gözüne nasıl girerim, kimden nasıl siyaset devşiririm?' diye çırpınıyor.
Sırf, çarpık zihniyetli bir azınlığa şirinlik yapacağım diye, Türkiye’de, şiddet gören, istismar edilen, tacize, tecavüze uğrayan, kadınların, çocuklarımızın güvenliğini, kutsal aile yapımızı kurban ediyor. İşin özü işte budur.
Üzerinde öyle uzun uzun tartışmanın anlamı yok. 'Şu madde şu anlama gelir, bu madde şöyle sakıncalıdır' gibi, hamasi ve samimiyetsiz tartışmalara gerek yok.
İstanbul Sözleşmesi’nin hedefi belli: Kadınları, çocukları ve aileyi koruyup kollamak. Bu kadar net. Ya kadınları korumayı seçeceksiniz, ya da kadın katillerine cesaret vereceksiniz. Ya çocuklarınızı kollamayı seçeceksiniz, ya da çocuk tacizcilerine yol vereceksiniz. Ya ailelerinize sahip çıkacaksınız, ya da yuvaların yıkılmasına göz yumacaksınız.
Bu kadar basit. Ne var ki, Sayın Erdoğan’ın siyaset anlayışı, korumak ve kollamaktan anlamaz. Onun zihniyeti, kavgadan, kargaşadan anlar. Onun siyaseti, nefretten, düşmanlıktan beslenir. Kimseyi bulamazsa, kendiyle ve kendi icraatlarıyla kavga eder. Nitekim, İstanbul Sözleşmesi konusunda da, durum aslında budur. Bu arkadaşlar, sözleşmenin gereğini yapmak için, en küçük adımı bile atmamışlar, Şimdiyse çıkıp, kendi elleriyle imzaladıkları sözleşmeye karşı, mücadele ediyorlar. Bizim de bu tiyatroyu, onaylamamızı bekliyorlar. Çok beklerler.
Kardeşim; madem, kafanızı karıştıran maddeler vardı, o zaman sözleşmeyi neden imzaladınız? Madem, şüpheleriniz vardı, O zaman neden, bir de adını İstanbul Sözleşmesi koydunuz? Madem kadınların, çocuklarımızın iyiliği umurunuzda değildi, o zaman kime şirinlik yapma peşindeydiniz?
Bu işler, öyle gece yarısı kararnameleriyle, abuk sabuk konuşan vekillerle, tabela kovalayan trollerle olmaz. Çıkacaksın, devlet yönetmenin ciddiyetiyle, bunların cevabını vereceksin. Niye imzaladın, şimdi niye vazgeçiyorsun, bu millete, kadınlara anlatacaksın. Öyle haksız, hukuksuz, oldu bittilerle, bu işin içinden sıyrılmazsın Sayın Erdoğan…
Türkiye’de son bir yılda, 304 kadın öldürüldü. Her gün, ülkemizin dört bir yanından, artık sokak ortalarına kadar taşan, kadına yönelik şiddet görüntüleri geliyor. Çocuklarımız bile, şiddetin, tacizin, tecavüzün mağduru. Boşanmalar çığ gibi artıyor, aile yapımız sarsılıyor. Ve şiddetin, bundaki payı büyük.
Biz diyoruz ki, devlet, kadınları, çocukları, aileyi korumak zorundadır. İstanbul Sözleşmesi, işte tam da bunun için vardır. Onlar ise; sözleşmenin gerektirdiği, yasal düzenlemeleri yapıp, uygulanmasını sağlamak yerine, birkaç oy uğruna kadınlarımızı, çocuklarımızı ve ailelerimizi feda etmeyi seçtiler.
Birkaç oy uğruna; çocuklarımızı korumayı değil, 7 yaşındaki kızlarımızı evlendirmeyi seçtiler. Kadına el kaldıranın karşısına dikilmeyi değil, 'O saatte ne işi varmış?' vicdansızlığınız seçtiler.
Kadının iş hayatında önünü açmayı değil, 'çalışan kadın fuhuşa hazırlanıyor' ahlaksızlığını seçtiler. Çünkü, ne kadınları, ne çocuklarımızı, ne de aile yapımızı korumak gibi bir dertleri yok.
Tüm hesapları, iktidarlarını sürdürmek. Tek öncelikleri koltuklarını korumak. Memlekete, millete ne olursa olsun, yeter ki koltukları korunsun. Bu koltuk sevdasının sonunda; Harcanan kadınlarımız oldu. Harcanan çocuklarımız oldu. Harcanan aile birliğimiz oldu.
Ama hiç kimse merak etmesin, İlk seçimlerden sonra, bu utancı temizleyeceğiz. Çünkü biz, doğrularını anketlere göre belirleyenlerden değiliz. Çünkü biz, değerlerini bir avuç ahlaksıza peşkeş çekenlerden değiliz. Çünkü biz, koltuk uğruna, dün ak dediğine, bugün kara diyenlerden değiliz. Söz konusu, kadınların hayatıdır, söz konusu, çocuklarımızın sağlığıdır, söz konusu, ailelerin birliğidir.
Hal böyleyken, bizim için gerisi teferruattır. İktidar, şiddeti, tacizi, tecavüzü, ölümleri izlemeye devam etsin, İyi Parti, amasız, fakatsız milletinin yanındadır. İktidar istediğini söylesin, biz biliyoruz ki, İstanbul Sözleşmesi yaşatır!
Mesele, sadece İstanbul Sözleşmesi’ne karşı takındıkları tutum değil. Mesele, bunların 19 yıldır benimsediği, fırıldak siyaset anlayışıdır. Bu siyaset, nabza göre şerbet siyasetidir. Bu siyaset, kullan-at siyasetidir. Bu siyaset, selpak siyasetidir.
Bunların, siyasi ortaklıkları da böyledir, siyasi hamleleri de böyledir. Nitekim, 19 yılda, icap ettiğinde herkesle ittifak kuran da Sayın Erdoğan’dır; işi bittikten sonra, her ittifak ortağına, sümüklü mendil muamelesi yapan da, yine Sayın Erdoğan’dır. Bu zihniyet için devlet, iktidarını ayakta tutacak olan güçten başka bir şey değildir. Bu zihniyet için demokrasi, köprüyü geçene kadar değerlidir. Bu zihniyet için millet iradesi, koltuğu koruyacak oy hesabından ibarettir.
Şimdi herkes doğal olarak, 'Piyasalardaki bu yangının sebebi nedir?' diye soruyor. Sebep, işte bu zihniyetin ta kendisidir. Kendinize şunu sorun: Paranız olsa nereye yatırırsınız? Güvenli bir yere mi, yoksa güvenin sarsıldığı bir yere mi? Bu kadar basit.
Türkiye’yi yönetenler artık ne içeride, ne de dışarıda yatırımcıya güven vermiyor. Mesele budur.
Mesele, işinizle, aşınızla, hakkınızla zerre ilgilenmeyen bu iktidarın, artık ömrünü tamamlamış olmasıdır. Mesele, ömrünü tamamlamış her iktidar gibi, artık bunların da, akıldan ve sağduyudan uzaklaşıp, şirazelerinden tamamen çıkmalarıdır. Piyasalar için, istikrar ve güvenin adresi olması gereken Merkez Bankası’nı, yap-boz tahtasına çevirmeleri de işte bundandır. Biliyorsunuz, daha 4 buçuk ay önce, Damat Bakanı göndermek pahasına, göreve getirdikleri Merkez Bankası Başkanı da, cuma gecesi itibariyle gitti.
“Damadı affettik.' diyorlardı, onun gidişine sebep olan başkan, 'Görevden alındım' dedi. Görevden alındığı için, bir de teşekkür etti… Zaten her giden, nedense bir rahatlıyor. Her gidende bir huzur, bir ferahlık, son derece “zen” bir tavır… Hayretle izliyoruz. İnsan, ister istemez soruyor; “Sizi nasıl bir ateşe atıyorlar ki, ekonomideki tablo, aslında ne kadar kötü ki, görevden alınınca bu kadar rahatlıyor, üstüne bir de şükranlarınızı sunuyorsunuz?”
“Memleketi nasıl bir cendereye soktunuz ki; giden her biriniz, “Allah sonumuzu hayır etsin” diyorsunuz?” Böyle ekonomi yönetimi olur mu?Böyle devlet insanlığı olur mu?
Gerçekten ibretlik… Durumumuz bu kadar kötüyse, çıkıp milleti bilgilendireceksiniz. Devlet insanı, öyle metin arası mesajlarla, sağa sola sinyal vermez. Ya susar, sessizce kenara çekilir; ya da çıkar, milletine gerçekleri söyler. Bu kadar basit. Ama maalesef, bu ucube sistemde, balık baştan kokuyor, devlet insanı bulmak, her geçen gün daha da zorlaşıyor.
Merkez Bankası Başkanı’nı, göreve geldikten 4 buçuk ay sonra, bir gece yarısı görevden almak, akıldan ve mantıktan uzak, ekonomiyi de uçuruma sürükleyen bir adımdır. Türkiye, Sayın Erdoğan’ın, düşünmeden aldığı şuursuz kararlar sonucunda, hem yüksek faizin acı reçetesini ödüyor, hem de yükselen kur ve artan enflasyonla boğulmaya mahkûm oluyor.
AK Parti’nin, iktidara geldiği 2002 yılında, Türkiye, 2001 krizini yaşamış olmasına rağmen, dünyanın en büyük 18’inci ekonomisiydi. Ekonomiye dair anlatılan, başarı masallarına rağmen, bugün, ilk 20’nin en alt sırasında tutunmaya çalışıyoruz. 2001 krizi sonrası, Merkez Bankası’nı, kasasında net rezervle devralan Ak Parti, bugün, Merkez Bankası’nın kasasını borçlu hale getirdi. Damat Bakan’ın sattığı, 128 milyar doların neticesinde, Merkez Bankası, eksi 63 milyar rezervle, borç içinde yüzüyor. Faizler de, son 4 ayda yüzde 90’a yakın arttı, yüzde 19’a çıktı.
Bu ucube sistemde, Sayın Erdoğan’ın bilgisi ve izni olmadan, faiz artırılmaz, artırılamaz. Sözüm ona kendisi faiz düşmanı ama, faizi arttıran da kendisi, faiz artınca kelle alan da, yine kendisi. Tüm olanlara rağmen, maşallah yine herkes kötü, bir tek kendisi iyi… Yapılan yanlışlar, aman Sayın Erdoğan’a fatura edilmesin diye, bu ucube sistem çöp öğütür gibi, bürokrat öğütüyor. Bu sırada olan da, cefakâr milletimize oluyor. Hatırlıyor musunuz, kendisi ne demişti?
“Ekonominin patronu da, sorumlusu da benim.” Aynen böyle demişti. Bunu dedi ama, her yanlışa bir bakan, bir bürokrat harcarken, çıkıp tek bir gün de, “yanlış yaptım, milletim beni affetsin.” demedi.
Yalnız; 4 buçuk aylık Merkez Bankası Başkanı’nı yiyen süreçte, bu defa ilginç bir şeyler oldu. Cuma sabahı, iktidara yakın bir gazete başlık atıp, faiz artırımına “Tezgah” dedi, aynı günün gecesinde, yeni Başkan gitti, aynı gazetenin yazarı, en yeni Başkan oldu. Vay be…
İşe bakar mısınız? Sayın Erdoğan; Bir zamanlar, “Gazete manşetleriyle bize istikamet çizemezler.” diyordun, Şimdi bakıyorum da, onlar sabah manşet atıyor, sen akşamına gereğini yapıyorsun. Neredeeeeeen nereye! Manşetlerle vuruşa vuruşa geliyordun, manşetlere eğile eğile gidiyorsun… Yolun açık olsun.
Bu vesileyle, çiçeği burnunda Merkez Bankası Başkanı’nı uyarmak istiyorum. Görünen o ki, şimdiden o koltuğa yeni talipler var… Baktı ki bu atamalar, verilen ayarlar üzerinden oluyor, faizlerin gidişatını beğenmeyen Ayasofya İmamı, twitter üzerinden ayar verip, hem faiz lobilerine göz dağı verdi, hem de Merkez Bankası Başkanlığı’na göz kırptı.
Baktı ki; elin yabancısı, ülkesinde yüzde 1-2 faizi zor alırken, burada yüzde 19 veriliyor. Baktı ki; ekonomist Cumhurbaşkanı, eski bakanlar, milletvekilleri, ekonomi profesörleri, bu işi beceremiyor. O da gerekeni yaptı, ve görünen o ki, göreve talip oldu. Sayın Başkan; Siz siz olun, o koltuğa çok alışmayın. Sayın Erdoğan’da bu zihniyet varken, bu pilav, daha çok su kaldırır. Olur mu, olur… Sayın Erdoğan’ın yöneticilik kariyeri, bu tip fantastik atamalarla doludur.
Bugün Türkiye, faizle kur arasına sıkışmıştır. Türkiye Ekonomisi’nin, bu şekilde köşeye sıkışmasının temel sorumlusu da, büyük ekonomist Sayın Erdoğan’ın ta kendisidir. Merkez Bankası’nın elindeki para politikası silahının, etki alanı sınırlıdır. Sayın Erdoğan sanıyor ki; kendisi hiçbir şey yapmayacak, bütçeyi istediği gibi çarçur edecek, Türkiye’de hukukun, demokrasinin, insan haklarının, önemsenmediği gösteren, her türlü işi yapacak, her türlü sözü söyleyecek; sorunlar kapıya dayanınca da, meseleyi Merkez Bankası çözecek. Yok öyle bir dünya Sayın Erdoğan… Ama bak, seni bir konuda uyarayım; Eğer beceriksizliğinin sonuçlarına, bir kılıf uydurmanın peşindeysen, gözümüz üzerinde, haberin olsun.
Yarın çıkıp da; 'Fezlekeler yüzünden, kapatma davası yüzünden, faizle mücadele ettiğimiz için, İstanbul Sözleşmesi’nin feshi yüzünden, “malum lobiler”, “dış güçler”, bize saldırıyorlar” demeyi düşünüyorsan, şimdiden söyleyeyim, yemezler. Ekonomiyi düşürdüğün durumun, sorumluluğunu başkasına atamazsın. Açlığa mahkum ettiğin aziz milletimizin, bu yalanlara karnı tok.
Bu ülkenin Cumhurbaşkanı, sorumlu davranmak durumundadır. Lafına, sözlerine dikkat etmek zorundadır. Ülkenin ihtiyaç duyduğu reformları, yapmak zorundadır. Sayın Erdoğan; çıktın, bir ekonomik reform paketi açıkladın, kimse inanmadı.
Eğer sen, itibarı olan bir paket açıklasaydın, Merkez Bankası, son faiz artışını yapmak zorunda kalmayacaktı. Damadınla birlikte, bu ülkenin 128 milyar dolarını buharlaştırmasaydın, Türkiye, dünyada faiz şampiyonluğa oynuyor olmayacaktı. Yüksek faiz demek, bu kadar dış kaynağa ihtiyacı olan bir ekonomide, ülkenin kaynaklarının, yurt dışına akması demektir. Ama maalesef bugünkü şartlarda, iktidarın fahiş hataları nedeniyle, yüksek faiz kaçınılmaz olmuştur.
Hep söylüyoruz: Yüksek faiz, ateş düşürücüdür, tedavi etmez. Tedavi için size, ancak zaman kazandırabilir. Tedaviye başlamazsanız, vücut her defasında, daha yüksek dozda ateş düşürücü ister. Tedavi geciktiği sürece de, hastayı kaybetme riskiniz artar. Bir türlü ders alınmayan yanlışların sonucu ortada; “Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi’yle uçacağız” demiştin. Faiz uçtu, döviz uçtu, enflasyon uçtu. Memleket de, hızla uçuruma doğru gidiyor. İyi Parti, memleketin çıkarına olan her politikayı destekler.
Bu yüzden de, bir önceki Merkez Bankası Başkanı, fiyat istikrarının önemine vurgu yapıp, enflasyonu düşürmekte kararlı olduğunu açıkladığında, parti olarak kendisine destek vermiştik. Çünkü, bizim sorumlu siyaset anlayışımız, bunu gerektirir. Çünkü, bizim milletimize olan sorumluluğumuz, bunu gerektirir. İşte o nedenle, memleketi getirdiğin son durumla ilgili olarak sana da, bazı uyarı ve önerilerinde bulunmak istiyorum.
Sayın Erdoğan; bütün akademik çalışmalar, bağımsız bir merkez bankasının, makroekonomik kırılganlığı ve bankacılık piyasasındaki sistemik riskleri azalttığını, enflasyonu da, daha düşük bir maliyetle düşürdüğünü gösteriyor. Hal böyleyken, başta Merkez Bankası ve TÜİK Başkanları olmak üzere, bürokratlara, oyuncağını beğenmeyen şımarık bir çocuk gibi davranman, ekonominin itibarını zedeliyor. Şeffaflık ve hesap verebilirlik, sağlıklı bir ekonomi politikasının ve etkin bir kamu anlayışının, olmazsa olmaz iki kriteridir. Gece yarısı, piyasalar kapandıktan sonra yaptığın atamalar, çifte kasa gibi kullandığın Varlık Fonu, herkesten kaçırmaya çalıştığın, Sayıştay raporları, bu iki kriteri zedeleyip, ülkemizi çok yüksek bir risk primi ödemeye mahkum ediyor. Attığın her yanlış adım, sürdürmekte inat ettiğin her yanlış tutum, bu ülkeyi daha da fakirleştiriyor. Türkiye bu fakirliği hak etmiyor.
Bu keyfiyetten, bu şımarıklıktan bir an önce vazgeçmen gerekiyor. Keyfi tutum ve davranışların, Türkiye’yi, bir ödemeler dengesi krizine doğru sürüklüyor. Mevcut durumda, Türkiye’nin dış borcunun milli gelire oranı, 2001 krizindeki seviyenin de üstünde. Türkiye’nin, kısa vadede çevirmesi gereken, çok yüksek bir dış borcu, ve cari açığı var. Üstelik geçmiş dönemlerde olduğunun aksine, Merkez Bankası’nın, duruma müdahale edebilecek rezervleri de artık yok.
Türkiye, “zihni sinir” projelerini uygulayacağın bir laboratuvar değildir. Attığın abuk sabuk adımlar, yarattığın tedirginlik, ve kritik makamlara atadığın liyakatsiz insanlar, ekonomiyi tahrip etmekten başka bir işe yaramıyor. İşte o nedenle, Merkez Bankası’nın rezervlerinin eridiği bu dönemde, iş bilmez danışmanlarının gazına gelip, Türkiye’yi, iyice üçüncü dünya ülkelerine benzetecek, “sermaye kontrolü” gibi, şaibeli yollara başvurma, hatta başvurmayı aklının ucundan bile geçirme.
Sürdürmekte inat ettiğin yönetim anlayışı, dünyanın en yüksek ikinci faizini vermemize rağmen, döviz kurunu arttırıp, milletimiz için hayatı daha da pahalı hale getiriyor. Türkiye’yi fakirleştiriyor. Türk Liramızın değer kaybı, senin ve damadının sandığı gibi, ihracatımızı arttırmayacak. Sanayi 4.0’ın, üretim yapılarını değiştirdiği bu dönemde, rekabetçiliği, değeri düşük Türk Lirası üzerinden değil, değerli bir ürün gamı üzerinden kurgulamamız gerekiyor.
İhracatımızı arttıracak en önemli faktör, dünya ticaretinin bölgeselleştiği bu dönemde, Avrupa Birliği ülkeleriyle, daha fazla entegre olmaktır. Gel, Türkiye’yi fakirleştiren değil, zenginleştiren bir dış politika izlemeye bugünden itibaren başla. Enflasyonu düşürüp, istihdam sağlayan bir büyüme modelini hayata geçirmenin ilk şartı, hukukun üstünlüğünü tesis etmektir.
Hukukun üzerinden elini çek. İzlenen yanlış politikalar sonucunda, bankacılık sektöründeki sorunlu krediler, çok önemli bir problem olarak karşımıza çıkacak. Bir an önce, bu sorunlu kredilerin faturasını, halkımıza çıkarmayacak bir çözüm bul. Ülkemizin çok ciddi bir tasarruf açığı var. Bu yüzden de, sınırlı tasarrufları doğru yerlerde kullanmak, etkin bir kaynak dağılımı yapmak, büyük önem taşıyor.
O yüzden, Kanal İstanbul gibi projelerle, bu ülkenin tasarruflarını heba etme, gelecekteki kuşaklara aktaracağımız çevremizi de, daha fazla tehlikeye atma.
Bütün mesele, işi ehline vermekte. Kasaları dolup taşan, o beş müteahhit yerine, milleti düşünmekte. Toplam üretimi, toplam geliri, toplam tasarrufu, yani özetle, Makroekonomiyi belirleyen, o ülkenin üretim gücüdür Bu açıdan baktığınızda, Türkiye’nin hiçbir makroekonomik sorunu yoktur. Türkiye, Avrupa’nın en geniş tarım alanlarına sahip. Sadece 83 milyonu besleyecek kadar değil, 183 milyonu besleyecek kadar büyük, tarım alanlarına sahibiz. Her ürünün yetişebileceği, farklı iklimlere sahibiz. Bordan altına, bakırdan demire, çok geniş bir alana yayılmış, maden kaynaklarına sahibiz.Toplu iğneden otomobile kadar, her şeyi üretebilecek sanayiye sahibiz. Dünya ticaretinin, tam merkezindeyiz. Hiçbir ülkenin sahip olmadığı, bir lojistik avantaja sahibiz. Bu coğrafyanın en zengin tarihi ve kültürel mirasına sahibiz. Göbeklitepe de bizim, Ayasofya da. Efe de bizim, Olimpos da. Halfeti de bizim, Nemrut da. Pamukkale de bizim, Kapadokya da. Bir yanı Karadeniz’e, bir yanı Ege’ye, bir yanı Akdeniz’e bakan, Dünyanın en güzel kıyılarına sahibiz.
Yaz turizminden, kış turizmine, golf turizminden, gastronomiye kadar, hepsine sahibiz. İş gücü açısından da, Avrupa’nın birinci ülkesiyiz. Genç bir nüfusumuz var. Çalışacak, üretecek, teknoloji girişimleri kuracak, 15 milyon gence sahibiz. Değerli arkadaşlarım, Bu kadar zenginliğe sahip bir ülkenin, makroekonomik sorunu olamaz. Bu kadar basit. Türkiye’nin makroekonomik sorunu yoktur.
Türkiye’nin, MakroErdoğanik sorunları vardır! MakroErdoğanik sorunlarımız yüzünden; Onca zenginliğe karşın, 8500 dolarlık milli gelirle, Avrupa’nın sonuncusuyuz. Akıl fikir sahibi bir iktidarla, olması gereken, en az 20 bin dolardır. Böyle söyleyince, şaşıranlar oluyor. Asıl şaşılması gereken, yaşadığımız bu fakirliktir. Asıl şaşılması gereken, Avrupa’nın en zengin kaynaklara sahip olan ülkesinin, Avrupa’nın en fakir ülkesi olmasıdır.- Peki çözüm ne?
Çözüm gayet açık. Bu ucube sistemden acilen kurtulup, İyileştirilmiş ve Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’e geçmek. Hukuku üstün, demokrasiyi de tam ve kamil kılıp, bu büyük zenginliğin sahibi olan Türkiye’yi, bu zenginliği milletine aktaracak, ahlaklı, ehil ellere emanet etmek. Gerisi kolay.
Sayın Erdoğan ve arkadaşlarının bizleri bölmesinden, artık bıkmadık mı? Önümüze ardımıza bir sıfat koyup, bunu zorla kabul ettirmeye çalışmalarından, usanmadık mı? El oğlunun değil, kendimizden sandıklarımızın bizi ayırmasından, sıkılmadık mı? Biz sıkıldık. Ocu, bucu, şucu diye tasnif edilmekten, sonra da, adına siyaset diyerek, üzerimize hesap kitap yapılmasından artık sıkıldık.
Ayrıştırılmaktan, kutuplaştırılmaktan, birbirimize yabancılaştırılmaktan artık sıkıldık. Ak Parti’ye oy verenin makbul, vermeyenin terörist ilan edilmesinden artık sıkıldık. Ama ne olursa olsun, umudunuzu kaybetmeyin. Türkiye’nin çözülemeyecek sorunu yok.
Biz varız. Türk milleti, bu beceriksizliğe mahkûm değildir. Türk devleti, kabile standartlarına mecbur değildir. Türk cumhuriyeti, düşmanlık siyasetinin öznesi değildir. Türk ekonomisi, belirsizlik ve keyfiyetin elinde esir değildir. Türkiye, bu ucube sisteme ve onun mucitlerine muhtaç hiç değildir. Biz geleceğiz ve İyileştirilmiş ve Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’le, Türkiye’yi içine sokulduğu bu sarmaldan çıkaracağız.
İyi Parti iktidarında, devlet parçalayan değil, yeniden birleştiren olacak. İyi Parti iktidarında, siyaset ayrıştırmak için değil, millete hizmet etmek, her bir ferdine güzel bir gelecek sunmak için yapılacak. İyi Parti iktidarında, müştereklerimiz mayamız, farklılıklarımız zenginliğimiz olacak. Hukukun verdiği güvenle, demokrasinin sağladığı özgürlükle,liyakatin gücü, gençlerimizin heyecanıyla, Türkiye’ye, hak ettiği huzuru, milletimize, hak ettiği zenginliği getireceğiz.
Türkiye’nin dört bir yanında, Millet Bizi Çağırıyor! Biz de o kutlu çağrıyı duyuyoruz. İşte o nedenle yollardayız, ayakkabı eskitiyoruz. Milletimiz zor durumdayken, bize yorulmak yok. Milletimiz çile çekerken, bize dinlenmek yok. Milletimiz bize güvenmişken, yalanla, iftirayla oyalanmak yok. Çok çalışacağız, işimizi en iyi şekilde yapacağız ve milletimizin takdirini kazanacağız.Çok çalışacağız ve Türkiye’yi yönetme onurunu ilk sandıkta alacağız. Çok çalışacağız ve milletimizi hak ettiği Türkiye’ye mutlaka kavuşturacağız.