MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, "Türkiye, faiz kamburundan kurtulmalıdır. Faiz, uzun vadede üretim sistemine büyük hasarlar vermektedir. Ülkemiz şu anda dünyada faiz oranın yüksekliği açısından ilk on ülkeden biri, Avrupa’nın da zirvesindedir. Faiz geleceğimizden çalmaktadır. Bize göre hükümetin izlediği ekonomi politikası doğrudur, bunun üzerinden polemik yaratmak, bittik, tükendik, yandık, mahvolduk demek felaket tellallığıdır, kötü niyetliliktir." açıklamasını yaptı.
Bahçeli partisinin grup toplantısında konuştu. Bahçeli, "Ekonomiden anlamayan cahillerin tek söylediği erken seçimdir. Aslında bunlar hazırlıklı değildir, derslerine çalışmayan haylaz öğrencilerle bir ve aynıdır. Tekraren söylüyorum, erken seçim falan yoktur, seçim 2023 yılının Haziran ayında yapılacaktır. İlle de seçim, hemen seçim, seçim de seçim diyenler bozgun siyasetinin taraftarlarıdır." dedi. Yüzde 50+1 tartışmasına da değinen Bahçeli, "Salt çoğunluk usulünü değiştirmeye kalkmak ve bu konuyu tartışmaya açmak yönetim sistemine karşı güvensizliği ve şüpheyi körükleyecek" görüşünü savundu.
Bahçeli şu ifadeleri kullandı:
Siyasette anı veya günü kurtarma telaşına bugüne kadar hiç kapılmadık, hiç de aklımızdan geçirmedik. Sahip olduğumuz sorumlulukların bilinciyle, tarihi misyonumuzla, millete mensubiyet şuurumuzla ufuk ötesine ışıklar saçan, bunu yaparken de hayatın gerçeklerinden kopmayan bir vizyon enginliğinin takipçisi olduk.
Ne istiyorsak milletimiz için istedik. Neyi hedeflediysek ülkemiz için diledik. Bizim sırasıyla üç hedefimiz vardır: Gerçekleşecek hedef, ulaşılacak hedef, son kerte de nihai hedeftir. İlk iki hedefi gerçekleştirmeden İla’yı Kelimetullah olan nihai hedefe ulaşmamız pek tabii zordur. Milliyetçi Hareket Partisi yeni bir siyasi hareket değildir. Tam 52 uzun yıldır çetin şartlarda, zorlu dönemlerde, kurşun gibi ağır ortamlarda mücadele kararlılığını sürdürmüş bir siyaset mektebi, bir fikir ekolü, bir inanç akımıdır.
Yarım asrı geçen siyaset tecrübemiz tehlikeler karşısındaki dikkatimizi, tehditler karşısındaki dirayetimizi, tahrikler karşısındaki dengeli tavrımızı adeta kemikleştirmiştir. Türkiye üzerindeki stratejik oyunların farkındayız, akıp giden hadiselerin iç yüzünü geçmiş, gelecek ve bugün boyutuyla kavrayıp tahlil edecek maharete ve marifete çok şükür sahibiz. Şimdiye kadar dibi görünmeyen kuyulardan su içmeye hiç yanaşmadık. Üzeri çiçeklerle örtülen, çevresi cazibeyle örülen, altı derin uçurumlara açılan tuzaklara aldırmadık, aldanmadık. Bizi bilenler bilir. Bizi tanıyanlar iyi tanır. Biz kendimiz için hiçbir şey aramayız, istemeyiz, beklemeyiz. Bizim geçmişte dile getirdiğimiz “önce ülkem ve milletim, sonra partim ve sonra ben” ilkesi aslında bu hassasiyetimizin bir ifadesidir. Ancak mevzubahis Türk milleti olursa, ihtiraslarımızın, iddialarımızın, ilerleme azmimizin sınırı da olamaz. Bu yüzden Milliyetçi Hareket Partisi milletiyle yekvücuttur.
İftiharla söyleyebilirim ki, Milliyetçi Hareket Partisi, milliyetçiliğin bengü taşlara nakşedildiği devirlerden günümüze kadar gelen ve buradan da geleceğe uzanan milliyetçilik fikriyatının son siyasi teşkilatıdır. Bizim siyasi mücadelemizin yol haritasında sabır, akıl, şuur, iman, denge, ihtiyat yer almaktadır. Türkiye’yi taviz, teslimiyet ve tükeniş döngüsüne mahkum etmek isteyenlerle hesabımız vardır. Türk milletini istismar ve sömürü çarkında öğütmek için faal halde bulunan çevrelerle görülecek meselemiz vardır. Bildiğiniz gibi milliyetçilik millet olma halinin şuurla kavranması ve savunulmasıdır. Bir millete mensup olmak başkadır. Bu mensubiyetin devamını yüreklice savunmak başka bir anlam ifade eder. Ancak millet yalnızca sosyo-kültürel bir toplumsal uzlaşma alanı değil, aynı zamanda politik bir uzlaşmanın da eseridir.
Özellikle demokratik milli devletlerde, toplumun ortak veya benzer taleplerle şekillenen ortalama bir politik uzlaşma arayışının temeli; insanın nasıl yaşayacağı, ailesini nasıl geçindireceği, nasıl yönetileceği, hangi hakları talep edeceği ve bunları kendisine kimin ve nasıl ulaştıracağı gibi çağdaş beklentilerdir. Millet birliğini bozan yalnızca dilde, inançta, ülküde farklılaşma değil; nasıl yönetileceği ve hangi hakları isteyeceği konusunda karar verememekten kaynaklanan gelgitler ve tereddütlerdir.
Bir siyasi parti olarak bizim görevimiz bu tereddütleri kaynağında gidermek, muhtemel kafa karışıklıklarını zamanlama yanlışına düşmeden telafi etmektir. Bu nedenle "biz" odaklı bir anlayışın temsilcisi olan milliyetçiliğin "ben" ile olan bağlantısını dikkate alarak "ben ve biz" arasında titiz bir denge oluşturmak durumundayız. Milliyetçiliğin anlamı olan "biz", sayısız "ben"lerden oluştuğuna göre insanlarımızın akut sorunlarını seslendirerek milletimizin sorunlarını da dile getirmiş olacağız, böylelikle millet ve insan eksenli bir siyaset gelişimine hizmet edeceğiz. Bu durumda, insanın maruz kaldığı her sorun siyasetimizin ilgi ve çözüm sahasına mutlaka girmek durumundadır.
Siyaset yapıyor olmanın gereği ve gerçeği de budur. Bu kaçınılmaz gerçek, Köylüden çiftçiye, memurdan işçiye, esnaftan sanayiciye kadar yerleşen ekonomik işbölümünü; çalışandan işsize, gençten yaşlıya, emekliden engelliye kadar var olan toplumsal çeşitliliği, bankacıdan borsacıya, bürokrattan yöneticiye kadar idari ve mali yapıyı kapsayan büyük bir kompozisyonun tanımıdır. Üstelik bu kompozisyon sabit ve durağan bir yapı değildir. Nitekim değişen, gelişen, dönüşen, etkilenen bir canlı organizma gibi tükenmeyen bir oluşumun ifadesidir. Milliyetçi Hareket Partisi, içinde milletin olmadığı, insanımızın refahının, ferahının ve selametinin gözetilmediği hiçbir hedefi asla kabul etmeyecektir.
“Adım Adım 2023, İl İl Anadolu,” temasıyla sürdürdüğümüz çalışmalarımızın esası ve özü bu düşüncelerimde mahfuzdur. Müsterih bir vicdanla diyebilirim ki; illetimizin her güzel insanını hızır, ülkemizin her gününü de Kadir gören bir gönül derinliğiyle geçtiğimiz hafta da dahil olmak üzere 30 Ekim 2021 tarihinden bugüne kadar 55 ilimizi ziyaret ettik. Gittiğimiz her yerde coşkuyla karşılandık. Bu vesileyle Anadolu’nun yollarına düşüp vatandaşlarımızla kucaklaşan bütün dava arkadaşlarımı, fedakâr teşkilatlarımızı bir kez daha tebrik ediyorum. İnanıyorum ki, verdiğimiz bir selamla bin kalbe girdik. Dert dinledik, deva olacağımızın sözünü verdik. Cumhuriyeti’mizin 100’üncü yıl dönümüne kadar hızımızı daha da arttıracağız.
Şu hususu özellikle hatırınızda tutunuz ki, bizimle kim uğraşıyorsa, hâlâ sorumluluğumuz devam ediyor, millet düşmanlarına korku salıyoruz demektir. Onun için dedikodular, fitne ve fesat salgınları bizleri yıldıramaz, kesif saldırılar bizleri korkutamaz, yolumuzdan caydıramaz. Bu kutlu davanın gücüne asla ve asla sekte vuramaz. Olsa olsa bizlere doğru yönde olduğumuza dair güç ve fikir verir. Kendimizi bilir, hasmımızı bilmezsek başarısızlık kaçınılmazdır. Kendimizi bilmez, hasmımızı bilirsek yine başarısızlık mukadderdir. Ama hem kendimizi hem de hasmımızı bilirsek Allah’ın izniyle başarı bizimdir, zafer bizimdir, gelecek bizim olacaktır.
Kim Türk milletinin hasmı ise, eğmeden bükmeden söylüyorum ki, bizim de sonuna kadar hasmımızdır. Türk milletinin, Milliyetçi Hareket Partisi’nin ve Cumhur İttifakı’nın karşısında oğul veren, elma kurdu gibi üreyen, virüs gibi yayılan hasımların kimler olduğunu bilmek, tarafımızı açık etmek mecburiyetindeyiz. Bizim tarafımız millettir, bizim tarafımız demokrasidir, bizim tarafımız mazlumlardır, masumlardır, mağdurlardır, gariplerdir, tüyü bitmemiş yetimlerdir.Partimiz bir gönül çemberi, bir sevda yumağı, bir dava onurudur.
Milliyetçi Hareket Partisi’ni her zaman doğru anlayan, Cumhur İttifakı’nı doğru anlatan, bununla kalmayıp her zaman sahip çıkan, bundan sonra da çıkacak Türkiye Sevdalıları hep var olacaktır. İnanıyorum ki, onlar her geçen gün daha da büyüyüp güçlenecek, her türlü oyunu bozacaklardır. Milli Şairimiz Mehmet Emin Yurdakul’da, yüzyıl önce anlamını bulduğu gibi Milliyetçi Hareket’in ve Cumhur İttifakı’nın sevdalıları; en hakir insanı kardeş sayan bir erdem, esir yaratmayan Allah'a yürekten bir iman, paçavralar altındaki yoksulun yaraladığı bir vicdan, ve "mazlumların intikamını almak” için doğduğuna inanan bir kudret ile yoğrulmuşlardır.
Tam bir hafta önce ebediyete irtihal eden ve rahmetle andığımız Diriliş Şairi Merhum Sezai Karakoç ne güzel de söylemiş: “Geceye yenilmeyen her kişiye ödül olarak bir sabah, bir gündüz, bir de güneş vardır.”
Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul’un fethinden sonra şehre girişinde, onu karşılayan halk, Hocası Akşemsettin’i Fatih zannedip ona çiçekler uzatmıştı. Akşemsettin ise “Padişah ben değilim” diyerek yanındaki büyük hünkarımızı işaret etmiş, o da “Padişah benim, ama o benim Hocamdır. Çiçekler de ona layıktır” sözüyle muazzam bir vefa örneği sergilemişti. Hafızalarımızdaki bir başka rivayette şudur: Mısır seferinden dönüş yolculuğunda, Yavuz Sultan Selim’in kaftanına Anadolu Kazaskeri, aynı zamanda Hocası Kemalpaşazade’yi taşıyan attan çamur sıçramıştı. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim, bu çamurlu kaftanını övünç sayarak vefat ettiğinde sandukasının üzerine örtülmesini emretmişti.
Hoca-talebe, öğretmen-öğrenci, öğreten-öğrenen ilişkisi Türk-İslam medeniyetinin temerküz etmiş madde ve mana külliyatının bir bakıma icması ve ibrasıdır. Adına ne dersek diyelim, ister hoca, ister öğretmen olsun, medeniyet meşalemizi tutan müşfik eller bellidir, hürmete ve sevgiye de ziyadesiyle müstahaktırlar. Aziz büyüklerimiz, “İlim Çin’de de olsa gidip alınız” öğüdünden tutun da “bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” sözüne kadar öğrenmenin, öğretmenin zamanlar üstü önemine hayranlık uyandıran bir şekilde temas etmişlerdir. Öğretmen köklü nesillerin mimarı, körpe niyetlerin mihmandarıdır. Öğretmen bir şahıstan şahsiyet çıkaran, insana insanlığın inceliklerini anlatan, hamlığı olgunlaştıran sanatkârdır. Yarın 24 Kasım Öğretmenler Günü’nü kutlayacağız. Onların milli hayatımızdaki, eğitim ve öğretim sistemimizdeki müstesna yerlerini, muhterem hizmetlerini konuşacağız.
Bunu yaparken sorunlarını samimiyetle ele almak, duyarlılıkla ve empatiyle onları anlamak, beklentilerini sırasıyla karşılamak; nihayetinde sosyal, ekonomik ve mesleki taleplerini bihakkın yerine getirmek durumundayız. Elbette öğretmenlerimizi yılın sadece bir gününe sıkıştırıp, sadece bir gününde hatırlamak hakkaniyet ölçüleriyle bağdaşmayacaktır. Merhum Yahya Kemal Beyatlı, “maziyi vatandan ayırmanın, ruhu bedenden ayırmak kadar imkansız” olduğunu söylemişti. Öğretmeni de Türkiye’nin gelişme ve büyüme mücadelesinden ayrı görmek, ayrı bir yere koymak takdir edersiniz ki söz konusu değildir. Eğitimin amacı, bireyin kendini gerçekleştirmesi, kendine ve topluma yararlı hale gelmesi, ortaya çıkan sorunlara çözüm bulma, problem çözme yeteneğinin kazandırılmasıdır. Bu sürecin rehberi öğretmenlerimizdir. Öğretmenler, eğitim sisteminin en temel öğesidir.
Bir ülkenin kalkınmasında, nitelikli insan gücünün yetiştirilmesinde, toplumdaki huzur ve sosyal barışın sağlanmasında, insanın sosyalleşmesi ve toplumsal hayata hazırlanmasında, milli kültür ve değerlerinin genç kuşaklara aktarılmasında öğretmenlerimiz başroldedir. Sorunsuz öğretmen sorunsuz eğitim ve öğretim demektir.
Sınıfında öğrencileriyle baş başa kaldığında, kirasını nasıl ödeyeceğini, nasıl geçineceğini, borç yükünün altından nasıl kalkacağını düşünen, kaygılarıyla korkuları arasına sıkışan bir öğretmenin verimli olması, kendisinden beklenen faydayı gösterebilmesi mümkün müdür? Öğretmenlerimiz huzurluysa evlatlarımız da huzurlu olacaktır. Bu gerçeği artık hepimizin görmesi şarttır. Geleceğimizden tasarruf edemeyeceğimize göre, hiçbir hakkı öğretmenlerimize çok göremeyiz, onlardan esirgeyemeyiz.
Mesela atanamayan öğretmen sorununa neşter vurulmalı, bu konu artık kapanmalıdır.
Ülkemizin daha da gelişmesi, öğretmenlerin kalitesine, eğitim materyallerine, güncel kütüphanelere, geliştirilmiş müfredata bağlıdır. Bunların hepsi gereklidir, ama kalifiye ve iyi motive olmuş öğretmenler olmadan diğerlerinin hiçbir anlamı olmayacaktır.Merhum Prof.Dr.Sühely Ünver, Hattat Hacı Nuri Korman’ın yazdığı bir levhadan şunları aktarmıştı: “Tevazu bir ibrişimdir, cümle ahlak incileri onunla dizilir.”
Öğretmenlerimiz bizim gözümüzde ahlak incileri, tevazu ziynetleridir. Öğretmenlerimizin sorunlarını biliyoruz. Onların şikâyet ve sitemlerinin farkındayız. Parti olarak öğretmenlerimizin özlük haklarının iyileştirilmesi, maddi ve manevi beklentilerinin mümkün olan en üst seviyede temini amacıyla elimizden gelen her çabayı göstereceğiz.
Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesillerin yetişmesinde emek verip ter döken öğretmenlerimize şükranlarımı sunuyorum. Evlatlarımıza vatan ve millet sevgisini aşılayan, akıl ve ahlak gelişimlerini sağlayan, kültür hazinesi, tarih çeşmesi, bilgi aydınlığı olan öğretmenlerimizin 24 Kasım Öğretmenler Günü’nü kutluyorum. Şehit öğretmenlerimize Allah’tan rahmetler niyaz ediyorum. Halen görevde olan öğretmenlerimize başarılar diliyor, emeklilik hayatlarını geçiren öğretmenlerimize de sağlıklı ve uzun bir hayat temenni ediyorum.
Doğru bildiklerimizi, doğru gördüklerimizi, inandığımız değerleri birileri güceniyor, kızıyor veya rahatsız oluyor diye söylemekten çekinmeyeceğiz. Varsın fincancı katırları ürkerse ürksün, yeter ki milletimizin sözü, hükmü ve iradesi yere düşmesin, düşürülmesin. Demem odur ki, zülfü yâre dokunmak gerekiyorsa onu da yapmaktan geri durmayacağız. Biz olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan Milliyetçi Hareket Partisi’yiz.
Türk siyasetini zehirli sarmaşık misali saran bir çürüme, bir ilkesizlik, bir ahlak erozyonu vardır, kuşkusuz bunun failleri zillet ortak paydasında buluşan siyasi partilerdir. Bu teşhisimizi objektif kriterler, sarsıcı gelişmeler, alarm verici ilişki ağları ekseninde koyduğumuz iyi bilinmelidir. Zillet ittifakı bürokrasiyi tehditten, y abancı misyon şeflerini tebrikten, teröristleri taltiften, emperyalizme teşrifatçılıktan, her türlü tefrikadan özel bir haz almaktadır. Türkiye’ye karşı nerede bir cephe açılmışsa maalesef CHP’sinden İP’ine, HDP’sinden diğer marjinal partilerine kadar hepsi içindedir.Bu utanç verici, bu yürek burkan tablo ülkemizin en derin yarasıdır.
Hırslarına, nefislerine, egolarına, küçük heveslerine yenilmiş zillet partilerinin Türkiye’nin hem yönetim sistemiyle, hem milli birliğiyle, hem de istiklal davasıyla iflah olmaz meseleleri vardır ve maalesef gerçekler gün gibi meydandadır.
Kılıçdaroğlu, geçen hafta bir Yunan gazetesine demeç vermiş, yine çuvallamış, bulanık aklının dibindeki kalın tortuları göstermiştir. Demiş ki, “iktidara geldiğimizde Ortadoğu Barış ve İşbirliği Teşkilatı’nı kuracağız. Neden Savaşıyoruz?” Sayın Kılıçdaroğlu, savaş nerededir? Savaşan kimdir? Terörle mücadeleye hayır diyen, Türk askerine hayır diyen, buna karşılık terör örgütlerine evet diyen yozlaşmış bir zihniyetin savaştan anladığı, savaşla kast ettiği nedir? Irak’ın kuzeyinde icra edilmiş Pençe Harekatı kapsamında yedi ay içinde 831 teröristin etkisiz hale getirilmesi, 1407 mağara ve sığınakların imhası Kılıçdaroğlu’nu rahatsız mı etmiştir? Mavi Vatan’daki dik duruşumuzla birlikte Libya, Irak ve Suriye’de barış ve istikrarın müdafaasını yapmamız uykularını mı kaçırmıştır? Kırmızı listedeki terör elebaşlarını nokta operasyonlarla tasfiye etmemiz kabus mu yaşatmıştır?
Türkiye düşmanlarıyla kucaklaşmak maksadıyla helalleşme sayfası açan Kılıçdaroğlu’nun dilinin altındaki bakla nedir? Yunan gazetesine, Akdeniz ve Ege’deki egemenlik mücadelemizin haklılığını anlatmayan, Yunanistan’ın artan tahriklerine ve silahlanmasına tepki göstermeyen CHP Genel Başkanı bir kez daha yanlışa gömülmüş, bir kez daha gayri milli siyasetini deşifre etmiştir. İşte CHP budur, işte Kılıçdaroğlu böylesi bir çıkmazın anaforundadır. Diğer yandan, bu partinin bir grup başkanvekili televizyona çıkmış, “HDP’nin PKK ile ilişkisi olduğunu görmedim” diyecek kadar milli gerçeklerden kopmuş, Kılıçdaroğlu’nu tamamlamıştır. Be hey gafil, bakıyorsun, ama görmüyorsun; görüyor, ama itiraf edemiyorsun. PKK ile HDP’nin kanlı madalyonun iki yüzü olduğunu cümle alem gördü de bir tek siz mi görmediniz, yalnızca siz mi fark edemeniz? Bu nasıl boş kafadır? Bu nasıl pes etmiş, teslim olmuş, katile hayran olmuş sefil bir zihniyettir? Bununla da kalmayan bu siyasi bedhah, “Demirtaş’ın ve Kavala’nın tutukluluğunu doğru bulmuyoruz” açıklamasıyla CHP’nin kimlerin elinde un ufak olduğunu ispatlamıştır.
Demirtaş’ın niye tutuklu olduğunu ben söyleyeyim, çünkü teröristin yeri sokaklar, siyaset koridorları, özgür bir hayat değil, demir parmaklıkların arkasıdır. Bu ülkede kuyumuzu kazmaya çalışan Sorosçulara müsamaha yoktur, bunların da adresi cezaevidir. CHP yönetiminin teröristlerle ve Sorosçularla bu denli iç içe geçmesi öncelikle geçmişlerine, kendi partililerine hakaret, hatta hıyanettir.
Kılıçdaroğlu’nun “iktidarımızda başörtülü bakan olacak” ifadesi de sömürüdür, istismardır, vaki gerçekleri görememenin hüsranıdır.
İktidara gelmesi hayal olan bu zihniyetin Türkiye’de başörtü meselesinin çözüldüğünden, artık bu meselenin çok gerilerde kaldığından haberi yoktur. Siz başörtülü bakanı konuşmaktan önce, ikna odalarında eziyet ettiğiniz, üniversite kapılarından geri çevirdiğiniz gencecik kızlarımızın hesabını verin de görelim. CHP ile İP’in paçası tutuşmuş olacak ki, genel başkanlar düzeyinde birbirlerine ziyaretleri sıklaştırmışlar, en son olarak asık ve mutsuz yüz hatlarıyla kamuoyunun huzuruna çıkmışlardır.
Ne yaparlarsa yapsınlar, milletin demokratik tecziyesinden kesinlikle kurtulamayacaklardır. İP’in başkanı, Türkiye’nin farklı farklı mahallere bölündüğü söylüyor. Bu dil bölücü bir dildir. Bu üslup zararlıdır, zillettir. Türkiye doğusundan batısına, güneyinden kuzeyine birdir, bütündür, Türk milleti ise büyük ve kutlu bir ailedir. Bölünen mahalleler değil, zilletin ta kendisidir. Ne sokaklarımızı, ne mahallelerimizi, ne şehirlerimizi, ne vatanımızı, ne de insanlarımızı bölmeye hiç kimsenin, hiçbir alçağın gücü yetmeyecektir.
İP Başkanı, yüzde 50+1’in şahsıma sorulmasını istemiş. Bu arada gazetelerde, televizyon ekranlarında hala yüzde 50+1 tartışması kıyasıya devam etmektedir. Bilen de konuşmakta bilmeyen de atıp tutmaktadır. Tam bir kafa karışıklığı hâkimdir. Şimdi beni iyi dinlesinler, onlara yüzde 50+1 anlatayım da biraz ders alsınlar, sonuç çıkarsınlar, bu konuyu da daha fazla sündürüp sağa sola çekiştirmesinler. Cumhurbaşkanının iki turlu seçimle, doğrudan halk tarafından ve “geçerli oyların salt çoğunluğu”yla, yani yüzde 50+1 oyla seçilme kuralı 21 Ekim 2007 tarihli Anayasa değişikliği ile kabul edilmiştir. Bu usul getirildiğinde Anayasa’da “parlamenter sistem” öngörülmekteydi.
16 Nisan 2017 tarihli Halkoylamasıyla “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”ne geçilmiş, fakat Cumhurbaşkanının seçim usulü değiştirilmemiştir. Lütfen dikkat buyurunuz, dünyada Cumhurbaşkanı veya Devlet Başkanını halkın seçtiği 99 ülkede geçerli oyların yüzde 50+1’ini alan adayın seçilmesi anayasal norm olarak kabul edilmiştir. Yine dünyada 103 ülkede Cumhurbaşkanını veya Devlet Başkanını halk seçerken bunlardan 99’unda salt çoğunluk uygulanmaktadır. Cumhurbaşkanı ya da Devlet Başkanının halk tarafından seçilmesinde uygulanan ikinci usül yüzde 40+10 olarak isimlendirilen sistemdir. Altını çizerek ifade etmek isterim ki, bu sistem sadece Bolivya, Kosta Rika, Ekvator ve Arjantin’de geçerlidir. Mezkur bu sistemde iki turlu yapılan seçimlerde ilk turda geçerli oyların yüzde 40’ını alıp en yakın rakibine yüzde 10 fark atan adayın ilk turda seçilmesi esas kabul edilmiştir.
Bolivya Anayasası’nın 166. maddesini, Kosta Rika Anayasası’nın 138. maddesini, Ekvator Anayasası’nın 143. maddesini, Arjantin Anayasası’nın 96, 97 ve 98. maddelerini uyanık bir gözle inceleyenler çarpıcı gerçeklerle yüzleşeceklerdir.
Bu ülkelerde aslında geçerli oyların salt çoğunluğu, kısaca yüzde 50+1 şartı aranmakta, eğer adaylardan biri ilk turda yüzde 40 ve üzeri bir oy alır ve en yakın rakibine yüzde 10 fark atarsa ikinci tur seçime gerek kalmamaktadır. Tek turda yüzde 40 oyla seçilme yöntemini öngören ülke örneği dünya üzerinde yoktur. Böyle bir tercihin olması halinde yürütme organının seçiminde “demokratik meşruiyet sorunu” doğacaktır. Devlet Başkanını veya Cumhurbaşkanını halkın seçtiği tüm sistemlerde demokratik meşruiyet gereğince geçerli oyların salt çoğunluğu ile seçilmesi temel kaidedir.
Salt çoğunluk usulünü değiştirmeye kalkmak ve bu konuyu tartışmaya açmak yönetim sistemine karşı güvensizliği ve şüpheyi körükleyecektir. Takdir ederseniz ki bu doğru değildir, masum bir talep değildir, Türkiye’nin çıkarına uygun olamayacaktır. Bize göre, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi lehine söylenebilecek en güçlü argümanlardan biri, yüzde 50+1 oyla iktidara gelebilmek için partiler arası uzlaşmayı sağlaması ve kutuplaşmayı azaltmasıdır. Milli birlik ve bütünlük için hayati önemde olan bu güçlü yönü savunmak yerine, bundan geri adım atma anlamına gelen yüzde 40 oranını dillendirmek başkalarının değirmenine su taşımaktır. Bunu uluorta konuşanlar da iyi niyetli sayılamayacaktır. Geçtiğimiz yüzyıla mühür vuran isimlerden birisi olan Prof.Dr.Feridun Nafiz Uzluk aynen şunları ifade etmişti: “Kanuni Sultan Süleyman bir gün, vezirlerini toplar ve ‘memleketin hakiki sahibi kimdir?’ diye sorar. Vezirler bu soruya ‘sizsiniz’ diye cevap verir. Kanuni ise ‘hayır millettir’ diye karşılık verir.”Millet ne diyorsa onu yaparız, onu söyleriz, onu savunuruz. Bundan da asla şaşmayız. Unutmayalım ki, esas olan milletin gönlüdür, güvenidir, güvenliğidir, bekasıdır, saadet ve selametidir. Gökten düşenin parçası bulunur da, Allah muhafaza gönülden düşenin parçası bile bulunamaz.
Siyaseti ekonomiden, ekonomiyi siyasetten, her iki alanı Türkiye’nin var oluş mücadelesinden ayrı göremeyiz, ayrı tutamayız. Ekonomi sadece ekonomi olmaktan çıkmış, pek çok değişkenin tesiri altına girmiş, şayet kontrol sizde değilse baskı aracına dönüşmesi de kaçınılmaz hale gelmiştir. Türkiye tarihi bir eşiktedir.
Ya küresel tefecilerin, para baronlarının, finans simsarlarının sözü geçecek ve içeriden dışarıya kaynak transferi yoğunlaşacak, ya da böyle gelse de bu şekilde gitmeyecektir.
Merhum Prof.Dr.Süheyl Ünver isabetle şunları söylemişti: “Türk’ü daima aldatarak yenmişlerdir. Balkan Harbi’nde biz düşmana yenilmedik, koleraya yenildik. Bunu Mekteb-i Tıbbiye’de Hocam Süleyman Numan Paşa’dan duydum.”
Aldanma devri kapanmıştır, şimdi şahlanma ve yükselme dönemi başlamıştır. Ekonomi vasıtasıyla Türkiye’ye saldıranlara; dahası insanlarımızı faiz, kur, enflasyon sarmalına hapsetmek için uğraşanlara fırsat vermemek, müsaade etmemek kalbi vatan ve millet sevgisiyle çarpan herkesin ortak sorumluluğudur. Hz.Ali buyuruyor ki: “Şahsınıza fenalık eden bir düşmanı affedeniz. Ama vatanınıza, milletinize fenalık eden bir kimseyi affetmeyiniz.” Biz de affetmeyeceğiz. Enflasyon, mal piyasasında talep ve arz koşullarının belirlediği, toplumun yaşam maliyetini gösteren makroekonomik bir büyüklüktür. Şu anda küresel enflasyon hızlı tırmanış halindedir.
Bu canavar temelde iki kaynaktan beslenmektedir, bunlar: Mal ve hizmet arzının toplam talep artışına cevap verememesi durumunda ortaya çıkan talep-yönlü enflasyon; diğeri de üretim maliyetlerinin artmasının beraberinde getirdiği arz-yönlü enflasyondur.
Enflasyon ile mücadele politikalarının geliştirilmesi ve bunların başarıya ulaşması, enflasyonun kaynağının doğru tespit edilmesi ile yakından ilişkilidir. Fiyat istikrarının sağlanmasına ilişkin hâkim görüş, para politikasını öne çıkarmakta ve merkez bankalarını fiyat istikrarından sorumlu kurum olarak tanımlamaktadır. 1990’lı yılların başından itibaren fiyat istikrarı politikalarında izlenen strateji enflasyon hedeflemesidir. Bu çerçevede enflasyon ile mücadele için çözüm önerisi oldukça açıktır: Kısa vadeli faiz oranını, enflasyon oranındaki artış ve azalış kadar artırmak ve azaltmak, böylece reel faiz oranını sabit tutmaktır.
Enflasyon hedeflemesi, enflasyon ile mücadeleye özünde, talep yönünden yaklaşmakta ve faiz oranlarındaki yükselişlerin toplam talebi azaltacağı, böylece fiyat artış hızının yavaşlayacağını öngörmektedir.
Ne var ki, enflasyon mal piyasasında oluştuğu için yüksek enflasyonu aslında, mal piyasası aksaklıklarının ortaya çıkardığı bir sorun olarak tanımlamak en doğrusudur. Mal piyasasında gözlemlenen aksaklıklar da bir ülkenin üretim yapısının sonucudur.Türkiye gibi birçok yükselen piyasa ekonomisinin üretim yapısının temelinde yatan ana sorun; üretimde kullanılan hammadde ve girdiyle birlikte makine, teçhizat ve enerjide ithal bağımlılıktır. Buna, mal ve hizmet sektörlerinin dış ticaret açığı da eklenince, döviz kuru değişimlerine duyarlı bir üretim yapısı karşımıza çıkmaktadır. Maruz kaldığımız sorun da buradadır. Esnek kur sisteminde döviz kurunun değeri piyasa şartlarında belirlenmektedir.
Teorik olarak, uluslararası piyasalara kıyasla yüksek yurtiçi enflasyonun uzun vadede milli paranın değer kaybına; yüksek yurtiçi faizin kısa vadede milli paranın değer kazancına yol açması doğal olarak beklenmektedir. Uzun vadede enflasyon ve kısa vadede faiz kanalından etkilenen döviz kurunun ne yönde hareket ettiği sorusunun sağlıklı bir analizi mühim bir ihtiyaçtır.
Türkiye’nin mal, para ve döviz kuru piyasalarındaki tecrübesi bize göstermiştir ki, döviz kurunun belirlenmesinde enflasyonun kuru yükseltici etkisi faizin kuru düşürücü etkisinden çok daha baskındır. Bundan dolayı yüksek enflasyon-faiz-kur açmazı devamlı karşımıza çıkmaktadır. Önemle belirtmek isterim ki, Türkiye’nin üretim ve dış ticaret yapısı, enflasyon ile mücadeleye yalnızca talep cephesinden değil, aynı zamanda arz zaviyesinden de yaklaşmayı gerektirmektedir.
Enflasyonun kaynağında talep yönlü pozitif şoklara arz yönlü negatif şokların eşlik ettiği bir durumda yüksek faiz politikası uygulamak, Avrupa Merkez Bankası Başkanı’nın deyimiyle “daha sıkı para politikası, sadece ekonomi üzerindeki daraltıcı etkiyi şiddetlendirirken”; bize göre de “yangına körükle gitmeye” benzemektedir.
Zira yüksek faiz, finansman maliyetlerini artırdığı için ekonomideki toparlanmayı arz yönünde engellemekle kalmamakta; yatırım kararlarının ertelenmesine yol açarak üretim kapasitesini de kısıtlamaktadır.
Bu da işsizlik, yoksulluk, hayat pahalılığı demektir. Türkiye bir karar vermek ve bunu uygulamak için de bir irade ortaya koymak durumuyla karşı karşıyadır. Ya enflasyon artışına faizleri yükselterek tepki vermeye devam etmek suretiyle enflasyon-faiz-kur sarmalı içerisindeki döngüyü kabulleneceğiz; ya da tüm ekonomik birimlerin faaliyet ve beklentilerini bozan yüksek faiz politikasından kademeli bir şekilde vazgeçerek, enflasyonla mücadeleyi yeniden tanımlamak ve üretim kanalını esas alan bir politika anlayışına geçeceğiz.
Bize göre başka bir alternatif kalmamıştır. Her iki politikanın da beraberinde getirdiği risk ve maliyetler olduğu malumlarınızdır. Birincinin maliyeti zaten ödenmiş, maalesef ödenmeye de devam etmektedir. İkincisi ise yapısal adımların atılmasını şart koşmaktadır. İkinci seçenek olan yüksek faiz politikasından kademeli bir şekilde vazgeçmek, her şeyden önce üretim ve dış ticarette ithal bağımlılığını yapısal bir sorun olarak gündeme almayı ve bununla kıran kırana mücadeleyi işaret etmektedir.
İlk etapta hammadde-girdi, makine-teçhizat bağımlılığını azaltıcı yapısal adımların atılması kur yönünden gelen enflasyonist baskının kırılmasının temel taşı olacaktır.
Enflasyon ile mücadele arz yönlü yaklaşımın da içerisinde bulunduğu bir politika ile başarılacak ve Türkiye bir bedel ödeyecekse, bunu üretim yapısını değiştirmek ve geliştirmek için göze alacaktır.
Ekonomik güvenliğimiz için başkaca bir yol kalmamıştır. Ancak, yalnızca enflasyon ile mücadele değil, ekonominin tümü için çözülmesi gereken öncelikli konu, politika uygulamasındaki belirsizliğin ortadan kaldırılmasıdır. Para politikası ve merkez bankasını baz alan, kamu maliyesinin rolünün ikinci planda tutulduğu ve enflasyon ile mücadeleyi yalnızca faize bağlayan politikanın çözüm üretmede yetersiz kaldığı deneyimlerimizle sabittir.
Kararlı ve istikrarlı para politikası uygulanması kadar, kaynakların etkin kullanımı önündeki engelleri tespit eden ve bunları çözecek olan bir kamu maliyesi yaklaşımına da ülke olarak ihtiyaç duyduğumuz göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. Türkiye, faiz kamburundan kurtulmalıdır. Faiz, uzun vadede üretim sistemine büyük hasarlar vermektedir. Ülkemiz şu anda dünyada faiz oranın yüksekliği açısından ilk on ülkeden biri, Avrupa’nın da zirvesindedir. Faiz geleceğimizden çalmaktadır. Bize göre hükümetin izlediği ekonomi politikası doğrudur, bunun üzerinden polemik yaratmak, bittik, tükendik, yandık, mahvolduk demek felaket tellallığıdır, kötü niyetliliktir.
Türkiye ekonomisi için 1980-2020 dönemi verileriyle ulaşılan sonuca göre faiz oranı ve enflasyon arasında uzun dönemli bir ilişki bulunmuştur. Akıntıya karşı kürek çekmek, Neo-Liberal iktisat akımının alışkanlıklarıyla milletimize karamsarlık servis etmek vatan sevgisiyle bağdaşmayan bir sorumsuzluktur. Geldiğimiz bu aşamada, yeni yönetim sistemi kapsamında Merkez Bankası’nın bağımsızlığı konusunu mutlak surette tartışmaya açmak hem demokrasinin hem de milli iradenin gereğidir.
IMF ve faiz lobisinin oyunlarıyla daha fazla mesafe alamayacağımız ortadadır. Davul hükümetin boynundayken, tokmağın başkalarının elinde olması kabul edilemez bir çarpıklıktır. Özerk ve bağımsız kurumlar milli iradenin üzerinde olamaz, olmamalıdır. Hesabı veren siyasettir, kararı veren de siyaset olmalıdır.
Geçtiğimiz Cuma günü, Resmi Gazete üzerinde spekülasyon yapıp güvensizliği kamçılayanların, insanlarımızı gece nöbetine sokanların geçmişte kimin lehine faaliyet gösterdikleri şimdi daha iyi anlaşılmıştır. CHP, İP ve diğerlerinin yalnızca eleştirerek, ekonomi etrafında korkular üreterek siyaset yapmaları acziyetlerinin ve çaresizliklerinin göstergesidir. Nasıl bir ekonomi politikası takip edecekleri belli değildir. Nasıl bir kamu maliyesi tasavvuru içinde oldukları net değildir.
Ekonomiden anlamayan cahillerin tek söylediği erken seçimdir. Aslında bunlar hazırlıklı değildir, derslerine çalışmayan haylaz öğrencilerle bir ve aynıdır. Tekraren söylüyorum, erken seçim falan yoktur, seçim 2023 yılının Haziran ayında yapılacaktır. İlle de seçim, hemen seçim, seçim de seçim diyenler bozgun siyasetinin taraftarlarıdır. İstikrara en çok ihtiyaç duyduğumuz bir dönemde seçim demek kime hizmettir? Kimin sesine ses olmaktır? Nasıl bir siyaset anlayışıdır? İnsanlarımızın ekonomik sıkıntılarını biliyoruz, artan döviz kurlarından yakınmaların farkındayız, ancak takip edilen politikalar doğrudur, yakında her şey düzelecektir. Terörle mücadelemizin rövanşını kur üzerinden almak istiyorlar. Dik duruşumuzu, egemenlik haklarımızı kahramanca savunmamızı dövizle baskılamaya çalışıyorlar.
Suriye’deki, Irak’taki, Libya’daki, Mavi Vatan’daki, Karabağ’daki, Afrika’daki mevcudiyetimizi dövizle püskürtmenin arayışındalar. Bu kez başaramayacaklar, yayından çıkan ok Allah’ın izniyle hedefine ulaşacak, Türkiye’yi hiç kimse tutamayacaktır. Döviz operasyonları boşunadır, faiz kulisi yapanların çabası beyhudedir, Türkiye’yi teslim alamayacaklar, Türk milletini yolundan çeviremeyecekler. Vatandaşlarımızdan ricam biraz sabretmeleri, biraz metanet göstermeleridir, bugünler geçecek, milli ve yerli bir ekonomik dirilişle mutlaka rahatlığa kavuşacaklardır.
Kerkük’ün statüsü ve tarihi dokusu üzerinde oyun kuranların, bu Türkmen kentini peşmergenin eline ve emeline bırakmak için plan yapanların aklını başına alması, ateşle oynamaktan vazgeçmeleri çağrımdır. Kerkük Türk’tür, Türkmenlerin canevidir. Bu Türk kentinin peşmergenin denetim ve kontrolüne girmesi bölgesel dengeyi alt üst edecektir. Hiç kimse böylesi bir rezalete, bedeli çok ağır olacak bir işgal girişimine heveslenmemelidir. Dünya her şey olur, ama Kerkük Türksüz olamaz, Türkmenlik onuru yere düşürülemez. Bir oluruz, beraber oluruz, gerekirse soydaşlarımızla birlikte Kerkük’te etten duvar öreriz. Kerkük’ün bir girişi vardır, ama çıkışı asla yoktur. Bu duygu ve düşüncelerle Portekiz’de düzenlenen 15’inci Avrupa Tekvando Şampiyonası’nda madalya alan evlatlarımızı tebrik ediyor, ayrıca Mersin Gülnar’da acı haberini aldığımız Müslüme yavrumuza da Allah’tan rahmet diliyorum.