Gazeteci yazar Nedim Şener, Taraf gazetesinin MGK belgesini yayımlamasıyla başlayan “basın özgürlüğü” tartışmalarıyla ilgili olarak, “Bir cemaate, bir çıkar grubuna bağlı olan gazetecinin, sadece kendisine dokunulduğunda ortaya koyduğu basın özgürlüğü söylemi bir sahtekârlıktan ibarettir. Ahmet Şık ve ben tutuklandığımızda attıkları manşetleri bir hatırlamaları lazım, bunun özeleştirisini yapmaları lazım” dedi.
Oda TV davasında 1 yıl tutuklu yargılandıktan sonra tahliye edilen, geçtiğimiz günlerde Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ) tarafından Basın Özgürlüğü ödülüne layık görülen gazeteci yazar Nedim Şener, Taraf gazetesi ile Mehmet Baransu’ya yapılan suç duyurusu ile Türkiye’deki tutuklu gazetecilerin durumunun yanı sıra Oda TV ve Hrant Dink davası hakkında açıklamalarda bulundu.
BirGün gazetesinden Gülşah Karadağ’ın Nedim Şener ile yaptığı söyleşinin bir kısmı şöyle:
Mehmet Baransu’ya ve Taraf gazetesine yapılan suç duyurusu ile başlayalım. Birçok manipülatif haber yapmış, sizin için daha ortada hiçbir şey yokken ‘Gazetecilikten yargılanmıyorlar’ manşeti atmış bir gazeteden ve gazeteciden bahsediyoruz. Gelinen noktada Baransu’yu savunur musunuz, gazeteci görür müsünüz?
Gazeteciliğin düzgün, onurlu yapılanı var; grup, cemaat, bürokrasi, devlet, hükümet adına yapılanı var; tetikçi olarak yapılanı var. Burada hangi tür gazeteciliği yapacağı kişinin kendisine bağlı… Baransu için ben şunu söylüyorum, yazdığı haberlerin çoğunda polis fezlekesi ya da savcı iddianamesi özelliği var. Polis ve savcıdan onu ayıran özellik, gazetede yazıyor olması. Bu bağlamda, evrensel anlamda gazetecilik yapmıyor, şeffaf bir tutumu yok. Kendisini bir savaşın parçası olarak ortaya koymuş bir insan var. Bunu yaparken de çok rahatlıkla haksızlık yapabiliyor, insanları suçlayabiliyor. Ona birileri valizle, klasörle belgeyi veriyordu, Taraf da kontrol etmeksizin, doğruları yanlışları ayırmaksızın bunu haberleştiriyordu.
Bugün Baransu’ya vatan haini diyenler dün bize terörist diyordu, hatta bize terörist diyen koronun başını o çekiyordu. Yazılarıyla polisin komplolarını, iddialarını kanıtlamaya çalışan bir tutum sergilemişti. Dolayısıyla Baransu’nun notu bu.
Ama burada gazetecilik açısından MİT’in, MGK’nin ve Başbakanlığın yaptığı suç duyurusu kabul edilebilir değil. Bu, doğrudan basına gözdağı anlamına gelmektedir. Baransu’yu savunmak için değil ama gazeteciliği savunmak için açılacak herhangi bir davaya karşı çıkarız. Gizli belge bulmak suç değil, yayınlamak hiçbir şekilde suç olamaz. Kamu yararı varsa, toplumu ilgilendiriyorsa, belge yayınlanır. Baransu’nun yaptığı haberin hangi bağlamda kullanıldığını, neyi amaçladığını, bir illüzyon yaratıp yaratmadığını ise zaman ve gazetecilik gösterecektir. Mesela 2004 yılı MGK kararı irticacı gruplarla mücadele eylem stratejisini ortaya koyan bir karar, bunu sadece Gülen’i bitirme planı olarak lanse etmek bana kalırsa başlı başına bir dezenformasyon biçimidir. Bunu daha önce de yaptılar. İrticayla mücadele planlarını, Gülen’i ya da AKP’yi bitirme planları gibi sundular. Bir yandan hedefin AKP olduğu, Gülen Cemaatinin de AKP ile aynı yolda yürüdüğü mesajını topluma verdiler. Bir yandan da kendilerine düşman gördükleri herkesi tutuklama, dava açtırma, soruşturma, yıldırma, işsiz bırakma amacı güttüler. Onlar bunu yaparken, aynı Cemaat’in medya kolundan birileri de tasfiye edilecek gazeteciler analizleri yayınlıyorlardı. Bunu bir bütün olarak görmek lazım.
Gülen cemaatine yakın gazetelerin son dönemdeki basın özgürlüğü manşetlerine baktıkça ne düşünüyorsunuz?
Açıkça sahtekârlık diye düşünüyorum. Bir cemaate, bir çıkar grubuna bağlı olan gazetecinin, sadece kendisine dokunulduğunda ortaya koyduğu basın özgürlüğü söylemi bir sahtekârlıktan ibarettir. Ahmet Şık ve ben tutuklandığımızda attıkları manşetleri bir hatırlamaları lazım, bunun özeleştirisini yapmaları lazım. Daha ötesi, nasıl bir gazetecilik yaptıklarını ortaya koymaları, özeleştirisini yapmaları lazım.
Mesela bizim ODATV davasının ana belgelerinden “Ulusal Medya 2010”. Belgeyi Ahmet ve ben ilk defa cezaevinde televizyonda Cemaat’in bir gazetecisinin elinde gördük. Ekrana kafamızı uzattık, acaba ne yazıyor diye, ekranın öbür tarafını görebilecekmişiz gibi bir hisle... Oysa o belgeyi bildiğimiz, ona göre hareket ettiğimiz iddia ediliyor. Böyle gazetecilik yapmış insanlar mı basın özgürlüğünden söz ediyor?
İkincisi bizim basın özgürlüğünden anladığımız şey, halkın bilgi alma hakkıdır. Bir savaşın içinde paydaş olan cemaat gazetecileri, toplumun bilgi alma hakkı adına mı hareket ediyorlar, yoksa kendi cemaatlerinin çıkarları için mi, bunu söylesinler. Bu insanlar basın özgürlüğü konusunu kimin için savunur hale getirdiler? Baransu için. Öncesi? Öncesi yok. Daha kötüsü şu. Baransu diyor ki “Elimde daha bir bavul var. Onu açmadım.” Yani elinde belge var ama yazmıyor. Neyi bekliyor? İşte, bunu savaşın bir parçası olarak değerlendiriyor; yazmıyor, tehdit ediyor, ‘zamanı gelince’ yazıyor. Toplumun bilgi alma hakkı adına hareket etmiyor.
Egemen Bağış ve Başbakan Erdoğan, basının en özgür olduğu dönemin kendi dönemleri olduğunu savunuyorlar. İyi niyet sınırlarını iyice zorladığımda, ben kasıtlarının askeri vesayetle ilgili yazıp çizme özgürlüğü olabileceğini düşünüyorum. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu açıklamaları?
Onların bulundukları yerden bakarsanız, basın özgür. Çünkü yandaş medyanın istediğini linç etmesi, istediğine saldırması serbest. Linç özgürlüğü ellerindeyken, başkaca özgürlüge ihtiyaç duyar mı bu kişiler? Bana kalırsa kast ettikleri, linç özgürlüğü. Bunu söyleyen insanların cezaevinde 60 gazetecinin tutuklu olmasına, 150 civarında gazetecinin terörizmden yargılanmasına, yüzlerce gazetecinin işsiz olmasına ve medya patronlarının tehdit edilmesine bir yanıtı olması lazım. Gerçi ona da yanıtları var: “Onlar gazeteci değil, terörist; kitaplar da bomba. İşsiz olanlar da ücretlerini beğenmiyorlardır” gibi... Ama ne var biliyor musunuz; ABD’ye ödül töreni için gittiğimde de gördüm, bu açıklamalarına insanlar sadece gülüyorlar. Yanıt verip günü geçiştirdiklerini düşünüyorlar ama gülünçler, gülünç olduklarının farkında değiller.
CPJ ödülünü aldınız. Ödül için ABD’ye gittiğinizde ‘gülünçlük’ mevzusu dışında ne gözlemleriniz oldu?
ABD Dışişleri Bakanlığı’nda, Beyaz Saray’da görüşmeler yaptık. Burada devletin gözünde terörist diye fişlenen insanlarken, orada gazeteci olarak ödüllendiriliyorsunuz, ifade özgürlüğü hakkında sizden bilgi alınıyor. Bu, benim açımdan onur verici bir şey. Ama Türkiye’deki yöneticiler açısından utanç verici bir durum. Orada benimle birlikte ödül alan Ekvator, Mısır ve Vietnam’dan tutuklu bir gazeteci. Türkiye’deki demokrasi standardı işte bu.
Ahmet Şık ve siz tutukluyken yürütülen kampanya sırasında CPJ Türkiye’de 8 tutuklu gazeteci olduğu yönünde bir rapor yayınlamıştı. Hükümet de bu raporu kullanmıştı. CPJ daha sonra Türkiye’ye bir ekip gönderdi, inceleme yapıp sayıyı yükseltti. Bu karışıklık nasıl engellenecek?
Türkiye’de tutuklu gazeteciler, dedikleri gibi, ‘gazetecilikten’ yargılanmıyor, ‘terör örgütü üyesi’ olmaktan yargılanıyor. Dosyalarında delil diye ortaya konanlar haber, yazı olduğu halde, terörist diye yargılanıyor. Ama dosyalar ortada. Bir gazetecinin tutuklanma nedeninin haberleri, yazıları, görevi olduğu anlaşıldığında başka bir izahate gerek yok. CPJ’nin raporundaki eksikliği daha sonra gidermiş olması bundan dolayı. Önemli olan bugün CPJ’nin geldiği nokta. Kaldı ki, gerekirse bir tane gazeteci üzerinden bile hareket edilebilir. Önemli olan sorunun dillendiriliyor olması.
Ahmet ve Nedim’in Gazeteci Arkadaşları (ANGA) sürecinde yaşandı bu dediğiniz...
Evet, biz cezaevindeyken siz ANGA’yı oluşturdunuz. Ahmet ve Nedim bir figür oldu ama bunun üzerinden cezaevindeki tüm gazeteciler meselesi gündeme geldi. Bazı polemikçiler o dönem eleştirmişti, “Sadece iki gazeteci mi var” diye. Öyle mi oldu? İki gazeteci üzerinden tüm tutuklu gazeteciler meselesi dile getirildi, dünyanın gündemine oturdu.
Gazetecilerin hüküm giyme süreci de başladı...
En kötüsü bu. Üst üste kararlar vermeye başladılar. 20-25 gazeteci hükümlü hale dönüştürüldü. Şimdi bundan sonra söylemlerini değiştirecekler, Türkiye’de tutuklu gazeteci yoktur, cezlandırılmış terörist vardır noktasına getirecekler. Türkiye’de siyasetçiler yargının bağımsız olduğu yalanını çok rahatlıkla kullanıyorlar. Buna hazırlıklı olmalıyız.
Nasıl hazırlıklı olacağız buna?
Verilen hükümlerin sağlıklı olmadığını çok net ortaya koyabilmeliyiz. Gazetecilerle ilgili dosyalara, davalara hakim olmalıyız. Mesela Füsun Erdoğan radyocu, ona müebbet verdiler. Onun dosyasını çok iyi bileceğiz. Tüm gazeteciler bir araya gelip her bir dosyayı sahiplenecek, davaları analiz edip dünyaya anlatacak. İleride de ifade özgürlüğü bağlamında bir yasal düzenleme hazırlanabilecekse, bunlar ortaya konacak.
Dink davasında gerçekleri ortaya çıkarmak, aynı zamanda siyasi bir tercih. Yeni yargılama sürecinde, Cemaat-AKP çatışmasının etkisi olacağını düşünüyor musunuz?
Olabilir. Dink cinayetine ilişkin yazdıklarımla ilgili bana dava açan polisler Ramazan Akyürek, Ali Fuat Yılmazer gibi Ergenekon operasyonunu yürüten güçlü isimlerdi. Bu isimler Dink cinayetinde sadece benim yazdığım belgelerde adı geçen isimler değildi, aynı zamanda Başbakan Teftiş Kurulu raporuyla suçlanan isimlerdi. Bu isimlerin yargı camiası içerisinde Cemaat bağlantısı nedeniyle etkisi vardı. Onların şimdi pasifize edilmiş olması, yargı üzerindeki baskıyı azaltabilir.
İkincisi Dink cinayetinde ortaya çıkan gerçekler, cemaatin ve varsa hükümetin örtebileceği nitelikleri çoktan geçti. Halk artık suçluyu tanıyor. İlk yıllarda devlet diyemeyenler bugün devlet diyebiliyor. Hükümeti ağzına alamayanlar artık hükümet diyebiliyor. Bütün bunlar verilen mücadele sonucu oldu. Geçmişte Ergenekon, derin devlet deniyordu, ama kimdi bunlar? Hrant son yazısında “Beni İstanbul Valliliği’nde tehdit ettiler” diyor, bunu kimse merak etmiyor. Hrant’ın liberal arkadaşları dahil kimse sorgulamıyor. Kim tehdit eden kurum? MİT. MİT’ten kim? Bunu ben 2009’da yazdım, Özer Yılmaz. Genelkurmay’dan başlayan bir emir zincirinden bahsediyoruz. Bu gerçekleri artık biliyoruz.
Sizi Dink araştırmasında diğerlerinden ayıran, hedef haline getiren neydi?
Liberallerin, Cemaat ve hükümete yakın olanların Dink cinayetine bakış açısı, Ergenekon operasyonunu yürüten mantıkla beraberdi; sadece Ergenekoncularla ve askerle sınırlıydı. Emniyet’in verdiği yön üzerinden olaya baktılar. Oysa ben bu cinayetin içinde MİT’in, Genelkurmayın, jandarmanın, polisin ve yargının, siyasetin olduğunu ortaya koymaya çalışıyordum. Benim farkım buydu. Onları bu rahatsız ediyordu. Polis, burada Ergenekon operasyonuna yön veren aparatın parçasıydı.
Gülen ve AKP arasındaki çatışmanın sonucunda ne bekliyorsunuz?
Bir gerçek var, Erdoğan’ın güçlü bir sayisi figür olduğu ve yüksek bir oy oranına sahip olduğu. Cemaat bir zamanlar destekçi sayısını 5 milyona kadar çıkardı. AKP’ye giden yüzde 37 oyun yüzde 11’inin cemaatten kaynaklandığını iddia ediyorlardı. Ama olaylar ortaya çıkarıyor ki yüzde 1 civarında oyları var. Şimdi bu oyun ‘özgül ağırlığı’ önemli diyorlar. Özgül ağırlık, devlet içindeki hücrelerinize bağlı. Bu adamları ayıkladıkları zaman özgül ağırlık kalmıyor. Bu ağırlık olsa, Pensilvanya’dan ya da buradaki temsilciler bir şey söylediğinde bir ağırlığı olur. Var mı böyle bir ağırlığı? Yok. Bana kalırsa burada kazanan AKP tarafı olacak. İki-üç yıl önce polis teşkilatı üzerine birileriyle konuşurken dediler ki, “Emniyet’te 20-30 kritik koltuğu değiştirdiğiniz zaman Cemaat’in yapılanması biter.” Öyle de oldu.
ODATV davası kapsamında yaşadığınız süreci bugün nasıl değerlendiriyorsunuz?
Davanın bir gazetecilik davası olduğu ve haksızlık olduğu bugün herkes tarafından kabul görüyor. Kendi tarafımdan davaya baktığımda ise büyük bir komplo görüyorum. Ben Mayıs 2009’a kadar Ergenekon denilen operasyonla hiçbir şekilde ilişkilendirilmemiştim. Mayıs 2009’da “M. Yılmaz” isimli biri polise ihbar maili atıyor. Soyadı bile yok, sadece M. Yılmaz. Bu ihbarda, benim Açık Toplum’dan Hakan Altınay ve Prof. Binnaz Toprak’la bir grup oluşturduğum, bu grubun Dink cinayetine benzer bir cinayet işleyeceği, hedefin Bilal Erdoğan olduğu, bilgileri de ABD’den aldığım yazıyor. Düşünün, böylesi büyük bir komplonun parçasıyım ama sadece benim ev ve cep telefonum dinlemeye alınıyor. Başka bir işlem yapılmıyor.
Bu ihbar mektubundan bir ay önce nisan ayında da bana Dink cinayeti belgeleri nedeniyle dava açılmış. Dinlediler, dinlediler bir şey bulamadılar; sonunda ODATV’deki bir bilgisayarda Nedim ismi geçiyor; içinde de Nedim’in -Nedim Şener bile değil- Ahmet Şık’ı çalıştırdığı, Hanefi Avcı’nın kitabına katkı yaptığı yazıyor diye beni tutukladılar. Bana göre bütün bunlar Dink cinayetini karartmak için yapılan şeylerdi. Ergenekon operasyonunu yürüten polislerin, Hrant Dink cinayetindeki rollerini ortaya koyduğum için, aynı polisler tarafından Ergenekon davasına dahil edildim. Ama başaramadılar.
Aynı davada yargılandığınız Hanefi Avcı ve Yalçın Küçük dün ODATV davasından tahliye edildi…
ODATV davasının 20’nci duruşması yapıldı. Ve 20’nci kez aynı şeyler tekrar edildi. Bu bir gazetecilik davasıdır, terör örgütü davası değildir, haber ve kitap dışında suçlamaya konu bir şey de yoktur. Bugüne kadar yapılan savunmaların aynısı tekrar edildi. Nihayet mahkeme tahliye kararı verdi. Gecikmiş bir karar. Ama bu iki kişi de diğer davalardan tutuklu. Pratik özgürleştirici bir tarafı yok. Önemli olan özgür olmaları. Özgürlük sağlamayan bir karar neye yarar.