Star, Akşam ve Güneş gazetelerinin 20 Şubat 2015 tarihli nüshalarında manşetten verdiği “Sümeyye Erdoğan’a suikast planı” haberlerinin yayımlandığı dönemde, iddianın kanıtlanması gerektiğini vurgulayarak “Suikast iddiaları çok ciddi iddialar” diyen Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu, “Cemaatle mücadelede kullanılan yöntemler hukuk devleti sınırlarını aştı, cemaatin kullandığı tarza benzedi. Sümeyye Erdoğan meselesi örneklerden bir örnektir” dedi.
Ali Bayramoğlu, Bugün yazarı Nazlı Ilıcak'ın köşesinde “Sümeyye Erdoğan’a suikast iddiaları ciddi iddialar” sözlerini hatırlatması üzerine eleştirilere cevap verdi. Bayramoğlu'nun Yeni Şafak'ta yayımlanan "Yanıldım mı?" başlıklı ilgili yazısı şöyle:
Nazlı Ilıcak, son yazılarından birisinde şöyle diyor.
“Ali Bayramoğlu, ciddi bir entelektüel. Ama maalesef, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonundan sonra hatalı bir duruş sergiledi. Konuları yeterince sorgulamadı; iktidar ne derse ona inandı. Sümeyye Erdoğan'a suikast iddiasında, belge diye sunulan yazılar, adeta 'ben sahteyim' diye bağırıyordu. Bir algı operasyonundan ibaretti. Şimdi yalan ortaya çıktı ya, herkes Twitter'da, Bayramoğlu'nun AHaber'deki o fotoğrafını paylaşıyor. Fotoğraftaki altyazı şöyle: 'Bayramoğlu: Sümeyye Erdoğan'a suikast iddiaları çok ciddi iddialar.' Özeleştiri yapma zamanı gelmedi mi?”
Ilıcak biraz hızlı, kestirme ve haksız hüküm vermiş…
Ama eleştirilerini ve sorusunu vesile yapalım…
İnsan elbet yanılır.
Bu, karmaşık, kendisine has gelenekleri demokrasi kurallarına galebe çalan, toplulukçu, faydacı, güç savaşlarının ve suistimallerinin egemen olduğu ülkede, bir gözlemcinin hiç yanılmayacağını kim söyleyebilir?
Ben de yanıldım mı?
Elbette…
Ancak yanılgım Nazlı Ilıcak'ın sandığı konularda olmadı…
2008'de başlayan Ergenekon ve onu takip eden adli süreçleri ortaya atılan deliller, tutuklanan kişiler, iddialar itibariyle anlamlı buldum, destekledim, önemsedim. Savunma hakkı, soruşturmanın gizliliği, tutuklama yetkisinin kötü kullanımı gibi kimi ihlalleri yanlış bulmakla birlikte, dosyaların özünü daha çok önemsedim. Zekeriya Öz'le ilgili destek ve övgü yazıları yazdım. Aşırılıklarına rağmen yaptıklarını demokrasi açısından cesur ve olumlu buldum. Temizlik ve sivilleşme çabalarını, “yol açan siyasi irade” ile “yolu açılan savcı ve hakimlerin yeni adli refleksleri” çerçevesinde ele aldım.
Bugün geriye dönüp baktığımda bu dosyalara zaman zaman tek boyutlu yaklaştığımı anlıyorum. Kimi açılardan haklı olduğumu, kimi konularda ise yanıldığımı düşüyorum. Yol açan siyasi irade ile yolu açılan savcı ve hakimlerin yeni adli refleksleri tespiti bir ölçüde hala geçerlidir. Bu süreçlerinin pek çoğunun hala öz olarak doğru olduğunu kanatimdeyim.
Peki yanılgım neredeydi?
Bu sürecin Gülen cemaati tarafından yönetildiğini, tasfiye ve güç oluşturma istikametinde kullanıldığını, başkalarına göre belki erken ama olması gerekene göre geç gördüm.
Geç kaldığımı, hata yaptığımı düşüyorsam kendimi doğrulamaya kalkmam. Nitekim, o günlerde benim gibi düşünüp yazan kimilerinin daha sonra yaptığı gibi, “TSK-AK Parti el ele verdi, darbeciler dışarı çıkarıldı, biz haklıydık, haklıyız” gibi saçmalıklara kapılmadım.
O günlerde muhtıralar veriliyor, parti kapama davaları açılıyordu, asker siyasi iktidarı hedef alan açıklamalar yapıyordu, Nokta ve Taraf Gazetelerini basma girişiminde buluyordu, bu ortamda o tavır doğruydu diyerek de işin hatalı ya da eksik boyutunu geçiştirmeye kalkmadım. Tersine yanılgıyı farkettiğim yerde durdum, bir uçtan diğer uca savrulmadan, yanlış ve doğruyu bir arada tespit etmeye çalışarak ilkeleri gördüğüme işaret ettim.
Ergenekon süreci 2008'te başladı. Benim şüphelerim ise 2009 ortalarında…
2010'dan Hanefi Avcı'nın tutuklanmasından itibaren şüphelerim iyice arttı. Şık-Şener meselesiyle şüphem doruğa çıktı. Yoğunlaştığım konu bu oldu. Araştırdım. Takip ettim. Görüştüm. Görüştüğüm her görevli, okuduğum her dosya, her iddianame, elime geçen her fezleke, gözlediğim ilişkiler ağı, “cemaatin gazete-gazeteci-öğretim üyesi-tetikçi” ağının işleyiş tarzı, 2011 sonuna doğru bu konuda iyice fikrimi pekiştirdi. Röportajlar verdim, yazılar kaleme aldım, uyarılarda bulundum.
Nazlı Hanım'ın sandığı gibi siyasi iktidarın ya da başka bir iktidar odağının etkisinde kalmadım. Tersine bu konuları ilk yazdığım günlerde cemaaten tehdit ve karalama, siyasi iktidar ve çevresinden tepki gördüm. Bu endişelerimi gazeteci soruları halinde başbakana yönelttiğim zaman yanıt alamadım.
Sonra kavga başladı. MİT müsteşarı hamlesi ve iktidarın karşı tedbirleri gündeme geldi. Ve en nihayet iş 17-25 Aralık'a dayandı. 17-25 Aralık elbette içi boş bir hamle değildi. Üzerine gidilmesi gerektiğini pek çok kez söylediğim yolsuzluk dosyalarını içeriyordu. Ancak yapılış şekli, meşru olmayan yöntemleri, devlet içi cemaat unsurlarının siyasi seferberliği açısından bu girişimin darbe boyutu tartışılmaz şekilde öndeydi. Cemaat büründüğü yargıç, savcı, polis kisvesiyle hukuk devleti için büyük bir tehlikeyi ifade ediyordu.
Bunu bir gün Nazlı Hanım da görecek…
Bu arada cemaatle mücadelede kullanılan yöntemler hukuk devleti sınırlarını aştı, cemaatin kullandığı tarza benzedi. Sümeyye Erdoğan meselesi örneklerden bir örnektir.
Nazlı Hanım, tweeter'daki bir görüntüye işaret ederek beni eleştiriyor, öz eleştiri istiyor, bunu yanılmama örnek olarak gösteriyor. Tweeter'ı referans almak doğru yol değil. Nitekim o görüntü, konuşmamın ilk kısmının stüdyodaki görevli tarafından özetlenmiş halini içeriyor. Evet, iddiaların cumhurbaşkanı kızına yönelik olduğu oranda ciddi olduğunu söyledim. Ama bunları ikna edici bulmadığımı da ekledim. Hatta cemaat hücümcuları Opçin, Yılmaz gibiler bunu kullanmaya başlayınca, ertesi gün 20 Şubat'ta bir tweet çektim.
Nazlı Hanım bu konuda bana işaret ederken başka bir algı operasyonuna alet olduğunun bilmem farkında mı?
İnsanlarla ilgili yazdığınız her satıra dikkat etmek ana meseleniz olmalı…
Suçlamalar keskin inançlardan yola çıkıp, karşılıksız kalmamalı.
Peki gerçek?
Hükmü zaman verecek…
Bayramoğlu'nun A Haber'de yaptığı ve Sümeyye Erdoğan'a suikast iddialarını değerlendirdiği konuşması şöyle: