Fehim Taştekin
Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı'nın 2 Ekim'de Suudi Arabistan'ın İstanbul Başkonsolosluğu'nda öldürülmesinin ardından başlayan süreç ve tartışmalar, meselenin bir cinayetin ötesinde siyasi kavga ve hesaplaşmalarla ne kadar bağlantılı olduğunu gösterdi.
Olayın temelde üç tarafı var: 'Zanlı' Suudi Arabistan, 'suç mahali' Türkiye, Kaşıkçı'nın ikâmet adresi ABD. Son 3 haftada üç ülkenin olaya yaklaşımlarındaki seyir çizgisi, sürecin bir pazarlığa göre şekillendiği izlenimi veriyor.
Bir tarafta elindeki bilgi ve bulguları açıktan kamuoyuyla paylaşmayıp kontrollü sızıntılarla Suudi Arabistan'ı işbirliğine ve pazarlığa çeken bir strateji. Bu stratejide bunu iki devlet arasında bir meseleye dönüştürmeyen, hasseten Kral Selman'ı kenarda tutan ve Veliaht Prens Muhammed bin Selman'ı (MbS) hedef alan bir boyut var.
Diğer tarafta Suudilerle ortaklığa halel getirmeden meseleyi atlatmanın sınırlarını zorlayan bir yaklaşım. ABD Başkanı Donald Trump bir cinayet için değeri 450 milyar doları bulan 10 yıllık silah anlaşmalarıyla birlikte MbS'den vazgeçmek niyetinde olmadığını olabilecek en çarpıcı üslupla ortaya koydu.
Beri tarafta adam kaçırma ve öldürme suçlamalarını toptan inkârdan 'kısmi' ve 'yönlendirilmiş' itiraflara doğru kayarak krizi en az hasarla atlatma taktiği.
ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo'nun Riyad ziyareti sonrası Suudiler önce suçu 'kontrol dışı hareket eden' bir gruba yıkmaya çalıştı, ardından kaçırma planının Kaşıkçı'nın direnmesi yüzünden çıkan arbedede kasıtsız ölümle sonuçlandığı senaryosunu servis etti.
Ankara "Suudi Arabistan kardeş ve dost bir ülkedir. Konu, Suudi Arabistan ile Türkiye arasındaki bir konu değildir" mesajı vermekle birlikte medyaya sızdırmadaki nokta atışları ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 23 Ekim'deki açıklamaları, MbS'ye ulaşmayan bir senaryoya razı gelinmeyeceğini gösteriyor.
Bu çıkışlar ve sızıntılar aynı zamanda Trump'ın tutumunu değiştirmeye yönelik. Elbette bu tutum pazarlığın gidişatına göre değişebilir.
Bölgeyi yakından izleyenler için, veliaht prens olduğundan beri fiilen 'kral yetkisi' kullanan MbS'nin haberi, izni ya da emri olmadan bu tür bir operasyonun yürütülmesi mantıken mümkün değil.
Fakat gerçek bir soruşturmanın yöneleceği adres belli olmakla birlikte Riyad-Washington-Ankara üçgeninde pazarlığın MbS'de düğümlenmesi cinayeti aşan boyutlardan kaynaklanıyor.
Türkiye ile Suudi Arabistan son yıllarda pek çok alanda ayrışma hatta cepheleşme yaşandı. Bu ayrışmaların bazıları önceki Kral Abdullah'ın son dönemlerinde başlamıştı.
2015'te Selman'ın kral olmasıyla Ankara-Riyad hattında daha fazla uyum beklenirken MbS'nin veliaht prensliğe terfi ettirilip ipleri ele almasıyla birlikte ilişkiler boyut değiştirdi.
Bu ayrışmanın temelinde Türkiye'nin İhvan'ı (Müslüman Kardeşler) himayesi, Katar'a desteği, Suriye'de İran-Rusya hattına kayan politika değişikliği ve Ankara'nın Suud'un nüfuz alanına el atması gibi nedenler yatıyor.
Suriye'de Katar ve Türkiye ekseni, İhvan ve paralelindeki örgütleri silahlandırırken Suudi Arabistan bunlara rakip güçlere el atmıştı.
Suriye Ulusal Konseyi'nin, 2012 sonunda Riyad-Washington müdahalesiyle Suriye Ulusal Koalisyonu'na dönüşmesi de bu rekabetin yansımalarından biriydi.
Ancak aralarındaki bu rekabete rağmen Beşşar el Esad'ı devirme hedefinde ortaklık korunmuştu.
İki eksen arasında asıl kırılma 2013'te Mısır'da İhvan'a yapılan darbeyle yaşandı. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) darbenin finansörü, Türkiye ve Katar darbe yiyenlerin sözcüsü oluverdi.
Libya'da da Türkiye-Katar ekseni İhvan uzantılı gruplarla iş yaparken Suudiler, BAE ve Mısır eski Genelkurmay Başkanı Halife Hafter'in elini güçlendirdi. Bu zıtlaşmalar da Suriye'deki ortaklığı bitirmedi.
Hatta 2015'te İdlib'i düşürüp Halep'e yönelen 'Fetih Ordusu' Suudi-Türk ortaklığının meyvesiydi.
2015'te Yemen'e askeri müdahale başlarken de Ankara, Riyad'ın yanında "İran Fars yayılmacılığı peşinde" gibi Tahran karşıtı söylemlerle saf tuttu.
İlişkiler buraya kadar belli yerlerde işbirliği belli yerlerde çekişme ve rekabet halinde ilerledi. Karşılıklı çelmelerin atıldığı pozisyonlara rağmen liderlerin birbirine laf etmekten kaçındığı, hatta birbirini kolladığı bir tarz hakimdi.
MbS ile birlikte İhvan'ı bitirme ve Katar'ı çökertme kararlılığı zirveye taşındı. Kutuplaşma Türkiye'nin Katar'a asker gönderip kalkan pozisyonu üstlenmesiyle kendini gösterdi. Artık açık bir husumet oluşmuştu.
Geçen yaz Mısır'da el Şuruk gazetesinde yer açıklamalarına göre, MbS sonradan tashih edilse de, "Günümüzün şeytan üçgeni İran, Türkiye ve aşırı dini gruplardan oluşuyor" deme noktasına vardırdı.
Buna karşın AKP iktidarı ve destekçileri de 15 Temmuz 2016'deki başarısız darbe girişiminin arkasındaki güçleri sayarken BAE'yi 'finansör' olarak anıyor, Ebu Dabi Veliaht Prensi Muhammed bir Zayid'in (MbZ) Erdoğan'ı devirme çabalarına omuz verdiğini düşünüyor, bu çerçevede MbS'yi de MbZ'nin kurduğunu iddia ediyor.
Yemen'e müdahale sırasında Türkiye ile birlikte 'Sünni Ordu' kurma düşlenirken yeni bölgesel güç yapılanmasında Türkiye'yi karşı mahalleye düşüren bir konsept yaratıldı. Mayıs 2017'de Trump'ın teşvikiyle gündeme alınan "Arap NATO'sunda" Suudi Arabistan, BAE, Mısır ve Ürdün öne çıkıyor.
Bu konsept Suudi-Emirlik ikilisinin heveslerinin ötesinde beli yerlerde doğrudan Trump yönetiminin yeni Orta Doğu kurgusuyla bağlantılı. Bu dönemde ayrışma konuları olarak öne çıkan ana başlıklar şunlar:
İRAN: Astana sürecinde Türkiye, İran'la ortaklık zemini bulurken Ankara'nın İran'ı çökertme projesine eşlik etmesi mümkün değil. Komşuluk ilişkileri ve çıkarları buna elvermiyor. İran'la rekabetin kıvamı kaçtığında Tahran'a nasıl yeni nüfuz kanalları açıldığı görüldü.
Türkiye Tahran'a karşı yaptırımların ikinci aşamasının devreye gireceği 4 Kasım'dan itibaren İran'dan petrol ve doğalgaz almaya devam edecek. Bu da Trump'ın Körfez'deki ortaklarıyla yürüttüğü İran planı işe yaramadığında suçlanacak ülkeler arasında Türkiye'nin sıralanacağı anlamına geliyor.
SURİYE VE KÜRTLER: Suriye'de Astana sürecinde Türkiye muhalifler için garantör ve hami konumuna gelirken ABD, Fırat'ın doğusunda Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile yol alma ısrarını sürdürüyor.
Trump yönetiminin teşvikiyle Suudi Arabistan da özellikle Rakka ve Deyr el Zor'daki Sünni aşiretler üzerinde çalışmaya başladı. Suudi yetkililer birkaç kez bölgeyi ziyaret edip yeniden inşa sürecine ilgilerini gösterirken ABD'nin talebi üzerine 100 milyon dolarlık yardım da Kaşıkçı cinayetiyle ilgili diplomasi trafiğinin tam ortasında teslim edildi.
Türkiye bu girişimleri 'teröre destek' olarak görüyor. İran'ın Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen'deki nüfuzunu kesme hedefiyle ABD ve Körfez'deki ortakları enerjilerini birleştirirken Türkiye'nin, Suriye'de Kürtlerin liderliğindeki 'demokratik özerklik' modelini çökertmede İran'la ortalığa gidebileceği senaryosu üzerinde duruluyor.
FİLİSTİN: Trump, damadı Jared Kushner'i sorumlu kıldığı Filistin dosyasında Suudi Arabistan'ı Arap öfkesini savuşturacak bir paratoner olarak konuşlandırıyor. Harem'uş Şerif'in hamisi konumundaki Ürdün'ün klasik rolü yeni muhatap olarak Suud'a geçerken Türkiye de birkaç noktada bu planla ters düşüyor:
Ankara, Doğu Kudüs'ün Filistin'in başkenti olmasını öngören eski plana sadık. Yeni plan Kudüs'ün bir bütün olarak İsrail'in başkenti olmasını, Filistinlilerin de Doğu Kudüs'ten vazgeçmesini ve başkent olarak Ebu Dis'e razı edilmesini öngörüyor.
ABD bu planı Filistinlilere kabul ettirme işini MbS'ye havale etmiş gözüküyor. Trump, Kaşıkçı ile ilgili olası yaptırımların tartışıldığı süreçte "Orada İsrail'i korumaya yardım edecek başka kimsemiz yok" diyerek MbS'ye atfettiği önemi ortaya koydu.
MbS'nin Tel Aviv'le gizlice işbirliğine gittiği, İsrail'in siber izleme teknolojisi, casus yazılımı ve füze savunma sistemleri ilgilendiği söyleniyor. Türkiye bir taraftan İsrail'le ilişkilerini düzeltirken diğer taraftan kendini Kudüs meselesini bayraklaştıran aktör konumuna soktu.
ABD'nin büyükelçiliğini Kudüs'e taşımasına en sert tepkiyi verenlerin başında Türkiye geldi. Türkiye'nin Cenin Organize Sanayi Bölgesi Projesi'yle Batı Şeria, Hamas üzerinde Gazze'de söz sahibi olma çabaları da bu çerçevede rahatsızlık yaratıyor. İhvan'ın Filistin ayağı Hamas'a Ankara'nın desteği zaten öteden beri iki blok arasındaki ayrışma konusu.
KATAR VE BÖLGEDEKİ YENİ TÜRK ÜSLERİ: Türkiye'nin 2017'de Katar'a üs kurması çok net olarak Suudi-Emirlik planlarının önüne set çekme olarak görüldü. Bu hamlenin MbS-MbZ ikilisi için hazmı zor olduğu düşünülüyor. Ankara, Katar'a üs kurduktan sonra MbS'nin niyetlerinden derin endişe duyan Kuveyt ile de askeri anlaşma imzaladı.
Körfez'de yanıt arayan yeni soru, "Türkiye acaba Kuveyt'e de üs kurar mı?" şeklinde. Türkiye'nin Araplar arası çatlaklardan ilerleyen stratejisi ciddi tartışmalara yol açıyor. 'Osmanlı' korkusunu dirilten başka bir gelişme geçen aralıkta Sudan'ın Sevarik adasını Türkiye'ye tahsis etme kararıyla yaşandı. Osmanlı için Kızıldeniz'de ileri karakol vazifesi görmüş Sevakin'de Türkiye'nin üs kurma ihtimali Suudileri müttefiklerini rahatsız etmişti. Buna Somali'deki Türk üssünün yarattığı hoşnutsuzluğu da eklemek lazım.
İHVAN (MÜSLÜMAN KARDEŞLER): Türkiye 2011'deki Arap Baharı ile birlikte Mısır, Suriye, Libya ve Tunus'taki İhvan kuşağına yatırım yaptı. İhvan üyeleri için Türkiye yeni sığınma ve üslenme alanı olarak öne çıktı.
Mısır'da Muhammed Nursi'yi deviren darbeden sonra Türkiye İhvan için iyiden iyiye yeni diasporik coğrafyaya dönüştü. Eksen savaşlarının tam merkezinde yer alan İhvan Suudi-Emirlikleri rahatsız eden yayınlarını İstanbul'dan yapıyor. Buna karşın Suudi Arabistan ve BAE de İhvan'a terör örgütü ilen etmekle kalmayıp ABD'nin de aynı adımı atması için lobi yürütüyor.
Riyad'dan bakılınca Türkiye'nin bölgesel hevesleri Suud'un nüfuz ağında arızalara yol açıyor. Diğer tarafa göre MbS ve MbZ'nin odağındaki yeni siyasal eğilim Türkiye'nin bölgeyle bağlarını zehirliyor. Kaşıkçı olayı planlandığı gibi gitseydi Türkiye'ye dersini veren bir eylem olarak görülecekti.
Ama çok fazla açık verilmesi nedeniyle cinayet Türkiye'nin elinde MbS ve destekçilerini hizaya getirmeye matuf bir koza dönüştü. Ancak MbS, Trump'ın bölgesel planlarında işgal ettiği yer nedeniyle kolay bir hedef değil. Bu da Kaşıkçı'nın hegemonya ve nüfuz savaşlarında bir süre daha pazarlık konusu olacağı anlamına geliyor.