Cengiz Aktar
Devletlerin esas görevlerinden biri yurttaşlarının can ve mal güvenliğini sağlamaktır. Türkiye’de bu görev carî anayasanın genel esaslar bölümünde “değiştirilemez” ilk dört maddeden sonra gelir.
Görevin yerine getirilmesi hukukta “kusursuz sorumluluk” çerçevesinde tecelli eder. Yani yurttaşların can ve mal güvenliğini sağlama yükümlülüğü hiçbir istisna, özür, bahane, gerekçe kaldırmaz.
İlgili 5. madde şunu der: “Devletin temel amaç ve görevleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.”
Keza Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) birinci bölümünde zikredilen, can ve mal güvenliğini de kapsayan 18 temel hak ve özgürlüğü, 1954’ten bu yana taraf olduğu Sözleşme uyarınca tanır ve teminat altına alır.
Peki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti sorumluluğunu ne ölçüde yerine getirir?
Mal güvenliğine bakalım. Memleketteki en büyük mal sahibi zaten devlettir. Sahiplik konusunda birey-devlet denkleminde devletle baş edilemez.
Bu asimetri yalnızca boyut veya çap mes’elesi de değildir. Devlet istediği anda müsadere eder, el koyar, kamulaştırır.
AKP döneminde “üstün kamu yararı” ilkesi had safhada istismar edildi ve “koruma-kullanma” dengesi sürekli kamu malını kullanma lehine bozuldu.
Kullanma devlet adına da olabilir, devletin kanatları altındaki özel sermaye adına da. Bugün Artvin’de yaşanan maden dayatması gibi…
Bilvesile Maden Kanunu’nun memleketteki tüm kanunlara önceliği olan, özel izin suretiyle diğer her kanunu delebilen bir kanun olduğunu bilelim. Her toprak parçası, mukaddes rant ilkesi uyarınca potansiyel bir maden arama sahasıdır burada.
Dolayısıyla kamu malının güvenliği hele bugünkü uygulama ile sadece kâğıt üzerinde vardır ve tamamen keyfîdir. Ülke çapındaki doğa ve kent katliamı bu uygulamanın sonucudur.
Özel malın güvenliğine gelince, Gülen Cemaatine yakın olduğu varsayılan malsahiplerinin maruz kaldığı bilumum uygulama, özel mal güvenliğinin de son derece keyfî olduğunu gösterdi.
Buna karşılık, devletin kolluk kuvveti bir özel şirketin yanında saf tutup mal ve can güvenliğini korumakla yükümlü olduğu halka karşı tasarrufta bulunur, kendisine yakın olan malsahiplerini gözü gibi kollar.
Bu engin güvensizlik ortamında “özel güvenlik” adı verilen ve artık kamusal hayatın bir parçası hâline gelen özel kolluk kuvvetleri ucubesine mim koyalım.
Can güvenliğine bakalım. Bu devletin ve selefi Osmanlı devletinin vatandaşları/kulları üzerinde kadim bir “ölüm/kalım hakkı” vardır. Onlar devletlerinin “malıdır” bir bakıma, yaşatılırlar da öldürülürler de.
Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerindeki büyük kıyımlar bu müseccel haktan neşet eder. AKP iktidarında bu “zılliyet hakkı” aynen sürüyor, kapsama alanı çığ gibi büyüyor.
Bombalı saldırılarla can verenler, toplumsal itiraz eylemlerinde veya sıradan kontrollerde güvenlik güçlerince öldürülenler, Kürdistan’da süregelen savaşta karşılıklı can kayıpları, işçi cinayetleri, keşmekeş içerisindeki trafikte can verenler, kontrol dışı ruhsatsız bireysel silâhlarla öldürülenler, tüm bu durumlarda can vermeyip sakat kalanlar, önü alınamayan ve neredeyse teşvik gören akraba evlilikleri dolayısıyla sakat doğanlar.
Devletin can güvenliği sorumluluğu kapsamında değerlendirildiği zaman Türkiye’de devasa bir kitlenin can güvenliği ve yaşama hakkının devlet tarafından korunmadığı, belli durumlarda da bizzat devlet tarafından ihlâl edildiği açıktır.
Nitekim “terörle mücadele” anabaşlığı altında bilumum yasa ve yönetmelik bugün Türkiye’de devletin can ve mal güvenliğini koruma sorumluluğunu istisnaî hâle getirdi.
Bu durumu AİHS bağlamında okursak TC devleti, can ve mal güvenliğini de kapsayan temel hak ve özgürlüklerin birey ve toplum tarafından kullanılmasını değil kullanılmamasını güvence altına alıyor!
Türkiye’de kural AİHS’in hak ve özgürlükleri tarif eden ilk 18 maddesi değil, madde metinlerinin çoğunda belirtilen kısıtlama ve tedbirlerdir. AİHS diliyle söylenecek olursa:
“Kullanılması görev ve sorumluluk yükleyen bu özgürlükler, demokratik bir toplumda, zorunlu tedbirler niteliğinde olarak, ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlâkın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması veya yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması için yasayla öngörülen bazı biçim koşullarına, sınırlamalara ve yaptırımlara bağlanabilir.”
Hükümetin icraatını yurtdışına karşı savunma konumunda olan bürokratlar devamlı bu istisnalardan dem vurur.
Ne var ki hak ve özgürlüklerin kullanılmaması üzerine bina edilen istisnaî durum AİHS’in yargı mekanizması olan mahkeme (AİHM) tarafından kabul görmez: Türkiye 2015’te AİHM davalarında AİHS’e taraf olan 48 devlet arasında hak ihlâlinde birinci.
Verdiği fotoğraf temel hak ve özgürlüklerin askıya alındığı ülke görünümü. Beteri: özgürlük-güvenlik dengesi özgürlük aleyhine bozulmakla kalmadı, güvenlik de kalmadı.
Peki, iktidara yakın oldukları için veya çatışmalardan kendilerini korudukları için can ve malları güvende olanlar memleketin umumî ahval ve şeraitinden azade midir?
Kendi mallarını ve canlarını koruma pahasına diğerlerinin mal ve canını hiçe sayanlar ne kadar güvendedirler?
Ayrıcalıklı zümre, teröre topyekûn ve hızla maruz kalan ülkenin neresinde güvende sayılır?
Unutmayalım sonuçta herkes aynı gemide!
Türkiye’de can ve mal güvenliği, eskiden beri o kadar keyfî ve eğretidir ki savaş, yani canın ve malın en fazla zarar gördüğü insan faaliyeti sevinçle kabul görür.
Yaşamakta olduğumuz topyekûn çöküşün muhtemel iki sonucunu hatırlatarak bitireyim.
Adalet ve kolluğun tarafgirliği ve giderek güvensizlik kaynağı hâline gelmesiyle oluşan can ve mal güvenliği zaafı bir ülkede birey ve toplulukları kendi adalet ve kolluklarını kurmaya teşvik eder. Halktan nefret eden polis ile “özel güvenlik” işin siftahıdır. Herkes kafasına göre kendi güvenliğini sağladığında ise kamu düzeni kalmaz.
İkincisi, birkaç zamandır Suriyeliler sayesinde duymaya başladığımız mültecilik hâlinin temel kıstası, kişinin vatandaşı olduğu devletin korumasını, yani can ve mal güvenliğini kaybetmesidir. Suriyeliler için Ankara’ya ahlâksız tekliflerde bulunan Almanya’nın Türkiyeli mültecilere hazırlanmasında fayda var.
Bu yazı haberdar.com'da yayımlanmıştır.