40 yıllık gazeteci Cengiz Çandar, geçen hafta Doğan Grubu’nun kapatma kararı aldığı Radikal.com.tr’de yayımlanan son köşe yazısında şu ifadeleri kullandı:
“Bu ‘veda yazısı’ ile birlikte, 40 yıllık aktif gazetecilik hayatım da noktalanmış oluyor.”
40 yıl önce, 1976’da, 40 yıla yaklaşan hapis cezası talebiyle yargılanırken kaçtığı Türkiye’ye afla geri dönen Çandar, gazeteciliğe Vatan gazetesinde başladı. Dış haberler servisinden girdiği gazetecilikte meslektaşlarından ayrışmasını sağlayan en önemli unsurların başında Türkiye dışındayken edindiği tecrübeler yer aldı.
Söz konusu ‘zorunlu tecrübe’ye yol açansa 12 Mart 1971 askeri müdahalesi oldu. 1969-70 döneminde Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) Öğrenci Derneği Başkanı olarak girdiği askerin ‘sakıncalılar’ listesindeki yeri, Doğu Perinçek’in çevresinde yoğunlaşan Aydınlık grubuna ait Proleter Devrimci Aydınlık dergisinin yazı işleri müdürüyken yargılamaya döndü. Bunun üzerine Türkiye’yi terk eden Çandar, Filistin Kurtuluş Örgütü hareketine katıldı. Bu süreçte Lübnan ve Suriye’de iki yıl yaşayan Cengiz Çandar, Türkiye’ye döndükten sonra Türk medyasında Orta Doğu’yu sahadan da bilerek yazan önde gelen isim oldu. Vatan’dan sonra sırasıyla Türk Haberler Ajansı, Hasan Cemal’in yönetimindeki Cumhuriyet, Hürriyet ve Güneş’te yazan Çandar, daha sonra o dönem Dinç Bilgin’e ait olan Sabah’ta yazmaya başladı. Aynı Sabah gazetesi, 1998’de yakalanan PKK’lı Şemdin Sakık’ın, asker eliyle yapılan eklemelerle servis edilen kurgulanmış ifadesini haberleştirerek yazarı Çandar dahil birçok ismi manşetinden “PKK’dan para almak”la suçladı. 2000 yılında TSK andıcı üstü kapalı bir şekilde kabul ettiğinde Sabah tavrını değiştirmedi. Ve yazarı Çandar’ı, kaleme aldığı ‘zafer yazısı’nda “Genelkurmay’a hakaret ettiği” gerekçesiyle yayımlamadıklarını belirterek köşesinden ihbar etti! 8 yıl sonra ise Çandar, kendisini andıçlayan Genelkurmay Karargâhı’na Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un davetiyle Kürt sorununa dair düşüncelerini aktarmak üzere gidecekti!
Andıçlandıktan bir yıl sonra, 1999-2000 yılları arasında Washington’daki Wilson Center ve U.S. Institute of Peace adlı araştırma ve düşünce kuruluşlarında çalışan Çandar, o dönem Doğan Medya Grubu bünyesinde çıkan Milliyet ve Radikal’in yayın yönetmenlerinin taleplerine rağmen Aydın Doğan’ın vetosuna takılınca Yeni Şafak’ta yazmaya başladı. 28 Şubat’ta pek çok ismin çatısı altında buluştuğu Yeni Şafak için “Bugün yazmam” diyen Çandar, 2006’da Doğan Grubu’nun yeni gazetesi Referans'ta başyazar olarak yazmaya başladı.
İki yıl sonra Radikal’e geçen ve yazıları Hürriyet’in internet sitesinde de yayımlanan Cengiz Çandar’ın 2011’de TESEV için kaleme aldığı “Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır?” raporu Kürt meselesinin çözümüne dair referans gösterilen sayılı metinden biri oldu. Rapor yazma sürecinde dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın da aralarında olduğu pek çok üst düzey yetkili ile görüşen Çandar, “PKK terör örgütü üyesi olduğu” iddiasıyla 2013-2016 yılları arasında soruşturulduğunu ve dinlendiğini kendisine geçen ay içinde gelen savcılık tebligatıyla öğrendi.
Evet, bir gazetecinin biyografisini, haberlerinden çok, başına ördüğü tezatlarla da yazdıran bir ülke Türkiye. İçinde Filistin hareketinin lideri Yaser Arafat, Irak'ın Saddam sonrası ilk Cumhurbaşkanı Celal Talabani, 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’la yakın ilişkiler de barındıran Cengiz Çandar’ın biyografisiyse bir söyleşi girişinde özetlenemeyecek kadar dolu. Uzun versiyonu için otobiyografisi üzerinden Orta Doğu tarihine de giriş yapmayı sağlayan 630 sayfalık Mezopotamya Ekspresi’ne işaret ederek, sözü burada noktalayalım. Aktif gazeteciliğe nokta koyduğunu açıklayan Cengiz Çandar’ın, tartışılan tavırlarına yönelik sorulara ilişkin cevaplarını da içeren bu söyleşi iki bölüm hâlinde yayımlanacak. İkinci bölümü AKP iktidarı dönemindeki tavrına odaklanacak Çandar söyleşisinin ilk bölümü için buyrun.
- Kapatılan Radikal.com.tr’deki son köşenizden: “Bu ‘veda yazısı’ ile birlikte, 40 yıllık aktif gazetecilik hayatım da noktalanmış oluyor.” Cengiz Çandar, gazeteciliği bıraktı mı?
Bir anlamda, evet. O veda yazısı, Radikal’deki diğer veda yazılarıyla birlikte ertesi gün yayımlanmak düşüncesiyle yaklaşık 10 gün önce yazıldı. Bekletilince hiç yayımlanmayacak zannediyordum, yayını bana da sürpriz oldu. Ama o cümleye gerekçe sağlayan unsur devam ediyor. “40 yıllık gazetecilik hayatımı noktalıyorum” cümlesinin dramatik olduğunun yazarken farkındaydım, ama aylardır düşündüğüm bir durumun gerçekleştiği duygusuna vardım. Çünkü Radikal’in ömrünün uzun olmayacağının farkındaydım. O noktalandığı gün Türk medyasının genel durumunun beni kabul edecek halde olmadığını da görüyordum. “Hayatımı yazarak kazanan bir gazeteci olarak Radikal adındaki iş yerim kapandı ve filanca yerde mesleğime devam edeceğim” gibi bir durum yok.
- Radikal kapandıktan sonra size hiçbir yerden teklif gelmedi ve yazmayı düşüneceğiniz bir yer yok mu?
Hayır, yok. İkincisi, zaten, Radikal’in kapatılmasının sebeplerinden birinin benim orada yazmamla ilgili olduğu hissiyatındayım. Bu, yarı enformasyon, yarı duyumla doğrulandı.
- Bunun kaynağı ne?
Benim yazılarımdan ötürü, Ankara’daki iktidar çevrelerinden büyük rahatsızlık ifade edildiği kulağıma geliyordu. Radikal’in veda yemeğinde de birkaç kişiden bunu duyunca bu hissiyatım güçlendi.
- Ankara’nın rahatsızlıklarının Doğan Grubu’ndaki adresi kimdi, Aydın Doğan mı?
Patronaja ve yayın yönetimine kim getirilmişse onlara iletiliyordu. Onlar da birkaç kişiye söylüyordu. Bu da, Türkiye’de çok yaygın olan fısıltı gazetesi gibi kapalı rejim dönemlerinde çok işlerliği olan mekanizmalar aracılığıyla benim kulağıma kadar geliyordu. Yani, ‘özel bir rahatsızlık unsuru olduğum’ kulağıma geliyordu. Ama bunu somut olarak kanıtlayamasam da İngilizce bir laf vardır, well-founded rumors diye, altı sağlam söylentiler, onların gerçek olduğunu bilirsiniz.
Ayrıca Radikal’in iki yıl önce dijitale geçmesi de “Basının bundan sonraki adresi dijitaldir, kâğıt ortadan kalkacak” gibi modernist, bir anlamda devrimci bir hamleyle yapılmadı. Bir geri adımdı. Onda da ekonomik sebepler, gerekçe olarak gösterildi.
- Sizce Radikal’in basımının durdurulması siyasi bir geri adım mıydı?
Evet.
- O zaman sebep neydi sizce?
Aynıydı.
- Siz miydiniz?
Hayır. Mevcut iktidarın Doğan Medya’yla sorunu hep vardı. Doğan Medya o sorunu aşmak için kendince birtakım yöntemler uyguluyor, fedakârlıklar yapıyor. Doğru, Radikal kâr etmiyordu, ama çıktığı günden itibaren hiçbir zaman kâr etmemişti ki...
- Susurluk skandalı ortaya çıktığında Mehmet Yılmaz’ın yönetimindeyken Radikal kâr etmişti.
Evet, ama o pek kısa bir bir dönem. Zaten o dönemdeki performansıyla Türk basınında yer etti. Fakat Radikal türü gazeteler zaten pek kâr etmezler. Onlar bir anlamda, onu çıkaran çevrenin itibar organı gibidir. Doğan Medya’nın, Hürriyet, Posta ve Kanal D’den başka kâr eden kurumu yok. Zaten Türk medyasının hiçbir organında kâr eden bir yapı yok. Ama saydıklarım Radikal’i arkalayıp ayakta tutabiliyordu. Bir itibar organı olduğu için de, kârı olmasa da Radikal dijitale geçmeden ayakta tutulabilirdi. Ama belli fedakârlıklar gereği iktidara bir mesaj verildi: “Biz geri çekiliyoruz. Senin bize ilişkin rahatsızlıklarının idrakindeyiz. Biz de karşılığında jestte bulunuyoruz.” En son gelinen noktada da zaten o kadar az insan kalmıştı ki Radikal’de ekonomik zarardan söz edilebilecek durum yoktu.
- Siz 1 Kasım seçiminden kısa bir süre sonra “İç politikaya dair değil, dünya odaklı yazmaya başlayacağım” demişken neden başlıca sebebinin siz olduğunuzu düşünüyorsunuz?
Onu günlük Türkiye siyasetinin 1 Kasım sonrası vıdı vıdı konularıyla uğraşmayacağımı söylemek için yazmıştım. 1 Kasım seçim sonucuyla, seçimlere kadar içinde benim de didiştiğim alanda yenilgiye uğradık. Kabul edeceksin, yenildik. Bu olmamış gibi davranmanın bir manası yoktu. Daha önce 2011-2012, özellikle 2013-2014’ten sonra ve 2015 boyunca yazdığımız, kafamızda ürettiğimiz hemen her şey denize akan dereler gibi 2015 seçimine doğru akıyordu. Çabalarımızın, kendi açımızdan 7 Haziran’da çok sevindirici bir sonuçla noktalandığını sandık. Gelgelelim, arkasına birkaç yılı alan ve sonraki yılları belirleyecek olan süreç, 7 Haziran’da değil, 1 Kasım’da noktalandı. O noktadan itibaren son 3-4 yıldır yapmakta olduğum işleri, aynı şekilde yapmaya devam etmemin, bence, bir manası kalmamıştı; yazıların muhatabı da, zemini de yoktu. Beni çok cezbeden, hayatımın büyük bölümünde efor sarf ettiğim konular vardı, var: Orta Doğu, Kürt meselesi, Suriye, Filistin, ABD ve Avrupa ile ilişkiler, Rusya... Bunlar makro dengeleri ilgilendiren konular ve bir sürü soyutlamaya müsait, bir geçmiş muhasebesine de alan açabilecek kulvarlar. Benim asıl uzmanlık alanlarım ise bu konuları kapsıyordu. Bu nedenlerle de Türkiye’yi daha büyük bir fotoğrafın içinde ele almak, uluslararası dengeler ve Suriye odağı üzerinden yazmaya çalıştım. Ne kadar becerdim tartışılır, ama kast ettiğim oydu.
- “Yenildik” sözünüze dair bir parantez: Politikacılarla yan yana ve karşı karşıya gelmek bir gazetecinin değil, siyasetçinin derdi değil mi?
Hayır gazetecilerin de derdidir. Siyaset ve siyasetçilerle gazetecilik kadar iç içe geçen bir meslek grubu yoktur. Gazeteciler de her zaman siyasetçilerle ya iç içe ya da karşı karşıya olmuşlardır. Ben ayrıca yaşım ve yaşam tarzım itibariyle, 68 kuşağının bir siyasi aktivisti olarak hayata başladım. Gazetecilik benim daha sonra ismimi toplumda bilinir hale getiren mesleki alanım oldu. Yaser Arafat, Filistin sorununu tarih sahnesine sokmuş, Filistin davasının cisimleşmiş sembolüydü, bir kavramdı. Onun en yakın Türk dostu bendim. Celal Talabani, Irak’ın Saddam sonrası ilk cumhurbaşkanı ve Kürt cumhurbaşkanı. Ta 1973 yılından beri tanışıyoruz. Gazeteciliğe başlamamdan daha önce. Onun en yakın Türk dostu da benim. Bu isimlerle ilişkilerim gazetecilik dışında kuruldu, ama benim gazeteciliğime yararlı oldular. Öte yandan, ben Turgut Özal’ın gazetecisi miydim? Hayır; başbakanlığı döneminde onun yanında yer almadım. Cumhurbaşkanlığı döneminde ise, ki mutlak iktidar gücünü büyük ölçüde yitirdiği bir dönemiydi, onunla Kürt meselesinin üstesinden nasıl geliriz, saldırı ve kuşatma altındaki Bosna-Hersek için neler yapabiliriz; bunları konuşurduk biz. Ve bunların hiçbirini gazeteciliğimde haber malzemesi olarak kullanmadım. Yani, kıdemli ve iyi bir gazeteci olmakla birlikte, benim konumuma dış dünyada ‘public intellectual’ diye tanımlanan bir sıfat daha uygun düşer.
- Parantezi kapatarak devam edelim; iç politika yazmama kararınıza Doğan Medya’nın bir müdahalesinin sebebiyet verdiği düşüncesi tamamen haksız mı?
Öyle bir şey yok.
- Sizce iktidar, iç politika yazmama kararınızı ‘Cengiz Çandar jesti’ olarak okumadı mı?
Hayır. Jest filan değil, bu kararım, tam tersine Türkiye’nin yakın geleceğine dair bir hayal kırıklığı ve umutsuzluk deklarasyonuydu.
- Sizin niyetinizden bağımsız, Radikal’in iktidara rahatsızlık vermesinin temel sebeplerinden biri Çandar’sa ve Çandar “Ben artık iç politika yazmayacağım” diyorsa bu iktidarın rahatsızlığını da törpüleyecek bir hamle, jest olmaz mı?
Sanmıyorum. Ne ben Doğan Medya bünyesinde böyle bir diyalogun tarafı oldum, ne Doğan Medya bunu bu şekilde iktidara yansıtarak kendini sağlama alabilecek bir haldeydi, ne de iktidar sahipleri ve onların en tepesindeki kişi böyle bir vaatten tatmin olacak yapıda. Ya hep, ya hiç üzerinden sıfır toplamlı bir zihniyetle yaklaşan bir iktidar mekanizması var. Dolayısıyla hasım olarak tespit ettiği adresin ortadan kalkmasını istiyor. Böyle bir kişi, bir yazarın iç politika yazmamasıyla tatmin olmaz.
Ama Aydın Doğan’ın ciddi sıkıntıları var, Temmuz ayında önemli bir dava onu bekliyor. Türkiye’de hukukun üstünlüğü kavramının bir hayli aşındığı bir dönemde o davadan haklı olarak kaygılanıyor. Öyle bakınca Doğan Medya adındaki gemi, yüklerini ne kadar boşaltırsa belki buzdağına çarpmadan limana yaklaşır diye düşünüyor.
- Kast ettiğiniz POAŞ davası mı?
Tabii. Çünkü Radikal’in kapatılmasını ekonomik olarak gerektiren bir durum bütün yayın hayatı boyunca bir kez bile olmadı. Bu gerekçe bu dönemde gündeme getiriliyorsa, üzerinde düşünmek gerek. Bu, POAŞ davasıyla ilgili ya da iktidarın Aydın Doğan ve Doğan Medya’ya yönelik genel tavrının doğurduğu defansif tepkilerle ilgili bir uygulama.
- Peki sizce ‘gemiden yükleri boşaltma’ beyhude bir çaba mı? Erdoğan’ın, Doğan Medya’yı ne yaparsa yapsın ‘ortadan kaldıracağını’ mı düşünüyorsunuz?
Doğan Medya’nın dik durmasının, kendi selameti için daha iyi olacağını düşünüyordum.
- Doğan Medya, sizce AKP’nin 13 yılı aşan iktidar döneminde hangi noktalarda hata yaptı?
Tüm AKP dönemini ele alırsak, en önemli hatası savrulma; gazetecilik dışına çıkıp siyaset mühendisliğiyle ilgilenme dönemleri.
- Ertuğrul Özkök dönemini mi kast ediyorsunuz?
“411 el kaosa kalktı” manşeti, Cumhurbaşkanlığı seçiminde 367 şartı konusunda oynadığı rol ve başka birçok başka olayla, kendisine alerjisi bulunan yeni iktidar sahiplerinin olumsuz duygularını konsolide etti, güçlendirdi. Ve adı konmamış bir kan davasına dönüştürdü. Ondan sonra da üzerine maliye müfettişlerinin gönderilmesi, vergi incelemesi gibi kabul edilemeyecek yöntemlere başvuruldu.
- “Kan davasını Doğan Grubu başlattı” mı diyorsunuz?
Hayır, karşılıklı oldu. Bu krizde dik durması ve kendini koruyabilmesi için gerçek anlamda gazeteciliğe dönmesi bence daha uygun olurdu. Ama öyle yapmadı. Boyun eğdi, geriledi, taviz vererek belayı defetmenin mümkün olabileceğini düşündü. Bana kalırsa, bu, iktidarın en tepesindeki kişi için büyük bir zaaf gösterisiydi. Bu zaaf da daha fazla hamleyi üzerine çekecek şekilde davetiye çıkarıyormuş gibi algılandı. Bu süreç bugün devam ediyor.
İki sene önce verdiğim bir söyleşide “Medya alanında neredeyse herkes secdede, benim içinde bulunduğu grup ise rükûda” demiştim. Bugün geldiğimiz noktada benim birkaç gün öncesine kadar içinde bulunmuş olduğum grup rükûdan secdeye de geçmedi, yere kapaklandı.
- Doğan Grubu’nun sizce ‘yere kapaklanması’nın sebebi sadece mali işleri mi?
Karşı karşıya gelinen tehditler, en azından Aydın Doğan’ın kendisi açısından ve bazı aile mensupları açısından varoluşsal bir konu. Onları anlayışla karşılamıyor değilim.
- Bu örnekte varoluşsal ne demek?
POAŞ’la ilgili suçlamalardan dolayı tutuklama yoluna gidilirse ya da başka ağır mali cezalar getirilirse grup nasıl yaşar? Psikolojik olarak da büyük bir gerginlik konusu. Onları anlamaya çalışıyorum. Demin söylediklerim bir tespitti yoksa iktidarın bu tür baskılarına maruz kalan bir gruba eleştiri yöneltmeyi ahlaki bulmuyorum. Çünkü geçmişte ne hatalar yapılmış olursa olsun esası kaçırıp mağduru suçlayamam. Bu denklemin mağdur tarafı Doğan Grubu’dur.
Burada şöyle ilginç bir durum var; hem herhangi bir ahlak, basın etiği, dürüst gazetecilik ölçülerince kabul edilemeyecek örnekler her gün iktidar kaynaklı olarak sahneleniyor ve hem de Doğan Medyası, bu durumların baş müsebbibi olan iktidarın hedefindeki odak durumunda. Önümüzde Zaman örneği var. Zaman gazetesi cemaatin miydi, Fethullah Gülen’e bağlı mıydı? Evet. Zaman yayın politikasında kabul edilemeyecek birçok günah işledi mi? Evet. Peki ‘Fethullah terör örgütü’ gibi bir gerekçeyle, Türkiye-AB zirvesine 48 saat kala biber gazlarıyla gazete binasına girilmesi ve kayyum atanarak Zaman’a el konulması gibi bir kepazelik olabilir mi? Basın özgürlüğünün tümüyle ayaklar altına alınması ve adeta imha edilmesinin en çirkin çarpıcı örneklerinden biri değil miydi bu? O da evet!
- Hürriyet, birinci sayfasında Türkiye’nin siyasi tarihine geçen Zaman binası önünde başörtülü kadınlara müdahale fotoğraflarını paylaşmadı.
Bu tuhaf, çelişkili bir durum. Aynısı yarın Doğan Medya’nın da başına gelebilir. Kaldı ki, Hürriyet binası iki kez saldırıya uğradı. Saldırganlar adeta taltif edildi. Biri bakan yardımcısı yapıldı.
- Doğan Medya’ya kayyum atanabileceğini mi düşünüyorsunuz?
Her şey olabilir. Ethem Sancak medyasının veya Yeni Şafak’ın böyle bir sorunu yok, ama Doğan Medya’nın olabilir. Faşizan gidişattan kasıt zaten bu tür durumların baş göstermesidir.
- Aydın Doğan veya kızları sizce hapse girmekten endişeleniyor mu?
Hukukçu değilim. Dosyayı da incelemedim. Ama hukukun çiğnendiği böyle bir dönemde, bu tür endişeler olabilir.
- Siz son süreçte Aydın Doğan veya kızlarıyla görüştünüz mü?
Aydın Doğan’ı görmeyeli en azından bir sene olmuştur. Tüm görüşme sayım da bir elin parmaklarını geçmez. Ben çalıştığım işyerlerinde patronlarla sık görüşen bir gazeteci olmadım.
- Ayrılma sürecinizde size bu seviyeden bir açıklama yapılmadı mı?
Radikal’in kapatıldığının Twitter üzerinden duyulması ve Ümit Kıvanç’ın alaycı yazısına konu olmasının ertesi günü Vuslat Doğan Sabancı beni arayıp, “Radikal’in maalesef kapatıldığını bildirmek istediğini, markayı ayakta tutmak için çok gayret ettiklerini, ama olmadığını” söyledi. Ben de kendisine aradığı için teşekkür ettim.
- Bize söylediğiniz düşünce ve ihtimalleri onunla paylaşmadınız mı?
Hayır, kısa bir konuşmaydı. Gazetenin ekonomik nedenlerle kapatıldığına ikna olmadığımı ima ettim. Kendisine ve ailesine iyilikler diledim.
- Sizce gazetecilik dışında işleri olan bir sermaye grubunda bağımsız gazetecilik yapılabileceğini iddia etmek gerçek dışı değil mi? Demokrasi, medyaya siyasi baskı olmadan işleseydi de mali ilişkiler bağımsız gazeteciliği imkânsız kılmıyor mu?
İşaret ettiğiniz nedenden ötürü bağımsız gazetecilik pek yapılamıyor zaten. Gazetecilik dışında işleri olan sermaye grupları, bu işlerini gazete ve televizyon sahipliği sayesinde büyüttüler. Bu cins mali ilişkiler sarmalı da döndü geldi, bağımsız gazetecilik yapılabilmesi imkânlarını vurdu. Ama, “Demokrasi, medyaya siyasi baskı olmadan işleseydi” diye bir varsayımdan da hareket edemeyiz. Çünkü, sözünü ettiğiniz ilişkiler, demokrasiyi de işletilemez bir hale sokuyor. Medya patronajı, siyasi iktidarı her vakit kollamak zorunda kalıyor. Görece olarak istediğini yapabilen, yazabilen bir adam olmam, bir çeşit istisnaî durum; genel kuralı ortadan kaldırmıyor. Çalıştığım 1990’lardaki Sabah ve Doğan Grubu gibi büyük gruplardaki varoluşumu uzmanlık alanımdaki performansımla sağladım. Biraz da o nedenle dokunulmazlığım oldu.
- Radikal’de yazarken hiç basınç hissetmediniz mi?
“Bazı konulara bazı sözcüklerle değinmenin gereği yoktur”u kendiniz düşünürsünüz. Ama onun dışında “Bu yazıyı koyma, şunu çek, şurayı değiştir, o konuya girme” gibi şeyler olmadı. Olamazdı. Beni istihdam eden birisi, beni ben olduğum için istihdam ediyor. Böyle bir diyalogun muhatabı olmayacağımı ve olamayacağımı biliyor demektir. Ama bir yanıyla bu güçlü konum, içinde yer aldığım kurumların beni korumamasını, daha doğru bir deyişle barındırmamasını da beraberinde getirdi. Radikal kapanıyor, değil mi? Ben tam da, demin söylediğim gerekçelerle, basın dünyasında mesleki tecrübesiyle, performansıyla üçüncü şahısların yakıştırmasıyla ağır toplardan biri sayılıyorum. Hürriyet’in sayfalarını çevirin baştan sona, o kadar yazar arasında zaten grup bünyesinde olan, Hürriyet’in internet sitesinde yazıları zaten yer alan bir köşe yazarı olarak, yerim olamaz mı? Olamıyorsa demek ki bu grup beni korumak, barındırmak istemiyor.
- Koruma, kollanmama parantezine telefonlarınızın dinlendiğini öğrendiğimiz yazınıza Hürriyet’in birinci sayfasında yer verilmemesini de koyuyor musunuz?
Hayır. Hürriyet’in birinci sayfası, hatta iç sayfaları epey zamandır öyle değişikliklere uğradı ki... Haber tercihleri, başlıklar, fotoğraflar, seçilen sözcükler... Mevcut iktidarın canını sıkabilecek, dolayısıyla Doğan Grubu’nun patronajına zarar verebileceği hissedilen hiçbir konuya girmiyorlar.
Bu arada, şunu da belirteyim: Orta Doğu’da tarihinin en önemli olayları cereyan ederken, bu ülkede adı ‘Orta Doğu uzmanı’na çıkmış biri olarak son 3 senedir herhangi bir ana akım televizyon kanalından, tek bir davet dahi almadım. Kendi yaptığım televizyon programları zaten durdurulmuştu. AKP iktidarının üzerine çarpı koyduğu bir kişi olarak kendi grubumun televizyonları da benden uzak durdu. Dolayısıyla, “Medya bu konuya niye gerekli ilgiyi göstermedi” sorusu beni pek şaşırtmıyor açıkçası. Zaten bahsettiğim sebeplerle Doğan Medya’dan beklentim hiçbir zaman olmadı.
- Peki bugün “Doğan medyadan gazetecilik namına yarınlarda bir şey beklemeyin” der misiniz?
Her gün zaten kendilerinden neyin beklenip neyin beklenmeyeceğini ortaya koyuyorlar. 2016 yılı itibariyle Radikal gazetesini kapattıktan sonra, Yeni Şafak Ankara Temsilcisi Abdülkadir Selvi’yi ‘usta gazeteci’ olarak Hürriyet’e alıyorsanız, zaten kendinizden ne bekleneceğine ya da beklenmeyeceğine dair bir şey demiş oluyorsunuz.
- Siyaset kısmına birazdan gelmek üzere, medyanın bugününe gazetecilerin katkısını sizin gözünüzden öğrenmek için Doğan Medya’dan güncel birkaç örnekle soracağız; Ahmet Hakan “HDP’liler canlı bomba olup patlatsın kendilerini” dedi, Hürriyet yazı işleri Hakan’a saldıranların AKP üyesi olduğu bilgisini birinci sayfasından paylaşmadı, Ertuğrul Özkök, 1 Kasım seçiminin hızlı yorumunu “17-25 Aralık üzerine çizgi çekmek istiyorum” diyerek yaptıktan sonra Fatih Çekirge Can Dündar-Erdem Gül’ün tutuklanmasına neden olan MİT TIR’ları haberlerini yayımlayıp yayımlamayacağı sorusu üzerine “Devlet düşmanı mıyız” dedi. Güneydoğu’da bazı bölgeler dümdüz edilirken İsmet Berkan, Sur’a gidip zırhlı araç içerisinde poz verdi. Sizce gazeteciler bunu kendilerine neden yapıyorlar?
Demin konuştuğumuz bağlamda bakarsak bunun cevabı kendiliğinden ortaya çıkıyor zaten. Bu isimleri geçenlerin söz konusu davranışları, kurumun o gün için uygun gördüğü siyasi yaklaşımdan kaynaklanıyor. Bu yüzden onlar her zaman kurumsal korumayı ve güvenceyi üzerlerinde hissediyorlar. Bu parasal olabilir, iş güvencesi olabilir, kendilerince bir statü alanı olabilir. Neyse ne...
- Sizce bu dönem Doğan Medya’daki gazeteci elitlerinin de Aydın Doğan’a jest yapma dönemi mi?
(Cengiz Çandar bir süre yanıt vermeyince devam ediyoruz.)
- Siz Doğan Medya’dan örnek olarak verdiğimiz yazıları, demeçleri okuduğunuzda ne hissediyorsunuz?
Bazı yazıları okuduğumda, “Bu hallere de düşülür mü?” gibilerinden bir duygu geliyor tabii...
- Hangi yazılardan bahsediyorsunuz?
Bir süredir Ahmet Hakan’ın herkese ayar veren, her şeye yüksekten bakan bazı yazılarını, Ertuğrul Özkök’ün kimi yazılarını tebessümle okuyorum. İsmet Berkan’ın o Diyarbakır performansını ise buruk bir tebessümle izledim.
- İsmet Berkan’a buruk tebessümünüzün nedeni Radikal’deki mesainiz mi?
Bu insanların bir çoğuyla uzun yıllara dayanan hukukum var. İsmet mesela Radikal’e girmem için olağanüstü gayret göstermişti. Ona gayet sevecen duygular beslerim. Onunla yıllar öncesinde Cumhuriyet’te birlikte çalıştık. Annesi 16 yaşında bir çocukken İsmet’i getirip Cumhuriyet gazetesine emanet ettiğinde ben gece sekreterliği yapıyordum, o da spor servisinde geceleri kalıyordu. Aramızda yıllar ötesinin hukuku var.
- Örneğin, Berkan zırhlı araca binmeden önce de tacizi belgeleyen Kabataş görüntülerini izlediğini söyledi ve öyle görüntülerin olmamasının ortaya çıkması üzerine “Hıyarlığım” diyerek sözünü kendisinden de esirgemeyerek özeleştiri yaptı. Ancak itibar kaybının elle tutulur bir yansıması olmadı. Medya elitlerinin leke tutmamasını siz nasıl açıklıyorsunuz?
Nasıl tutmamasını?
- Başka örneklerle soralım; 28 Şubat Türkiye’sinde andıcın Sabah gazetesindeki icracılarından olan Erdal Şafak’ın bugün AKP Türkiye’sinde de Sabah gazetesinin yayın yönetmeni olması, andıç dönemi Sabah’ın yayın yönetmeni Zafer Mutlu’nun Aydın Doğan’a en yakın isimlerden biri olması... Sizce hatalarına rağmen bu isimlerin üzerinde güneş neden batmıyor?
Ben 28 Şubatzede bir gazeteci olarak o günlerden itibaren zaten medyaya özel bir bağlılık duymayan, kendi geleceğimin ve bir gün olacaksa ülkenin aydınlık geleceğinin mevcut medya üzerinden gerçekleşmeyeceğini çok net olarak gören bir noktada durdum. Sevgili arkadaşım rahmetli Mehmet Ali Birand’la bu ortak duygumuzu sık sık paylaşırdık... “Aktif gazetecilik hayatıma noktayı koydum” dediğimin ertesi günü, sürekli olarak, bana arkamda bırakmak istediğim bir alanla ilgili sorular soruyor, bunlara cevap vermemi istiyorsunuz.
- Sorma sebebimiz sizi saydığımız isimlerle karşı karşıya getirmek değil. “28 Şubat’tan sonra Türk medyasına aidiyetim bitti” dediğiniz için de aldığınız mesafeye güvenerek Türk medyasını bugüne taşıyan sebeplerin neler olabileceğini öğrenmek için soruyoruz.
Ama bu konuları sadece Doğan Medya üzerinden tartışmayı yanıltıcı buluyorum. Türkiye’nin medya ile asıl büyük derdi, havuz medyası denilen alandakiler. Gazetecilik mesleğini meslek olmaktan çıkaran, sürekli yalan haber üreten, yorumu karakter katline çeviren; ne muhabir, ne yazar, ne yorumcu olarak, bunca yıldır adını bile duymadığımız onlarca kişi türedi gazeteci köşelerinde ve televizyon ekranlarında. Paradan, maddi imkânlardan söz ediyorsanız, asıl hak edilmemiş büyük meblağlar ile mesleğin katli işini icra edenler böyleleri ve bu sorulara cevap ararken böylelerinin mevzilendiği yerlere bakılmalı. Havuz medyasının basın-yayın alanına hükmettiği bir dönemdeyiz. Böylesine askeri dönemlerde bile rastlanmadı. Bana gelince, evet, 28 Şubat’taki andıç hadisesinden sonra Türk medyasına olan inancımı kaybetmiştim. Ama fiziki ve fiili olarak da medyanın içindeydim. Bu paradoksal bir durum yaratıyor. Hem beklentiniz yok, hem birtakım insanların yaptıkları sizi şaşırtmıyor, hem o insanlarla her gün birlikte mesai yapıyorsunuz, hem de şaşırmayacağınızı kendinize tekrarlasanız da hayal kırıklıkları yaşamaya devam ediyorsunuz. Bütün bunlar çok karmaşık ve yıpratıcı durumlardı zaten. Sonra 2013’teki Gezi olayları yaşandı. Basın bundan sonra iktidarın baskısıyla giderek tarihinin en karanlık dönemine gömüldü. Gazeteler el değiştirdi. Gazetelerin başına yeni patronlar getirildi. Kayyum kelimesi basın hayatına girdi. Sayısız meslektaşımız işten atıldı. Hapse düşmek dahil çok ağır bedeller ödediler. Binlercesi mahkemelerde süründürülüyor. Yani Türkiye’de adını hak edecek şekilde faaliyet yürütebilen, profesyonel bir meslek olarak basından söz etmek mümkün değil artık. Bu nedenle “Aktif gazetecilik hayatım noktalandı” demek beni çok rahatsız etmiyor. Adeta ağır bir hastalıktan çıkmışım ve nekahet evresine geçecekmişim gibi hissediyorum. Veremden harap olmuşsunuz da içiniz acırken sanatoryumda denize karşı temiz hava çekecekmişim gibi...
- Nekahet evresini nerede, nasıl geçirmeyi planlıyorsunuz?
İngiltere’deki Oxford Üniversitesi’nin The Middle East Centre’ı (Orta Doğu Merkezi) orada araştırmacı uzman olarak çalışmam ve kitap yazmam için beni davet etti. İbrahim Tatlıses’in “Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik” sözünün aksine, ben de diyorum ki “Türkiye’de medyada çalışma imkânı vardı da biz mi kullanmadık? O yüzden Oxford’a gidiyorum!” Şaka bir yana, konunun ciddi tarafı şu: Bu ülkede özellikle Orta Doğu konusunda önde gelen uzmanlardan biri olarak bilinmeme rağmen, 2016 yılında Türk medyası beni değerlendirme ihtiyacı duymazken, ülkede bunun zemini yokken, kariyerime ve bilgime değer veren Oxford’dan böyle bir teklif gelirse, ben de memnuniyetle kabul ederim. İkincisi, Stockholm Üniversitesi’nde benzer bir enstitüde, öğretim görevlisi olarak da işlev göreceğim bir davet söz konusu. Her iki daveti de değerlendiriyorum.
- Türkiye’de bir yayın kuruluşundan teklif gelirse?
Bu, varsayımsal bir soru. Öyle bir yayın organı yok. 40 yıllık gazeteciyim. Tekrar edeyim. Bugün bu ülkede benim için profesyonel olarak mesleğimi icra edebilme imkanı yok. Mesele yazı yazıp yazmamak değil. Arada yazarım da tabii. Ama bugünkü durum itibariyle hayatımı kazanmak için yeni bir hayat fazına geçmem icap ediyor.
- Cengiz Bey, Doğan Medya’da aldığınız maaş ne kadardı?
Böyle şeyler konuşulmaz.
- Neden?
Konuşulmaz da onun için. Bu, kurumla kişi arasındaki bir meselesidir. Ve bundan bahsetmemek bu işin töresidir.
- Daha önce söyleşi yaptığımız Fatih Altaylı ve Etyen Mahçupyan maaşlarına dair en azından bir aralık paylaşmışlardı. Bu isimler sizce töreye karşı mı geldi?
Bu onların bileceği iş, ama bu mesleğin yazılı olmayan kuralları vardır.
- Çok yüksek bir miktar aldığınız için mi paylaşmıyorsunuz?
Ne münasebet! Kıdem ve statü olarak muadillerimle kıyasladığında benim aldığım çok düşüktür.
- Sizinle gazetecilik etiği üzerine konuşurken bilenlerin aklına şu soru gelebilir: “Cengiz Çandar, Turan Yavuz’la konuşmasını izinsiz kaydedip haber olarak gazetesinden servis edildiğinde çok mu etik davranmıştı?”
Çok ayıp bir şey yapmıştım. Hayatımda sayıları çok olmayan büyük pişmanlıklarımın başında gelir. Yalnız o olay, bilindiği ve sağda-solda yazılıp çizilmiş olduğu gibi de değildir. Ben de “Hayır, öyle olmadı, böyle oldu” diye yollara düşmedim. Ama, Turan’a ölümünden önce uzun bir mektup yazıp, bilmediği şeyleri anlattım. Vefatından sonra da, televizyoncu arkadaşımız eşi Ayda Yavuz’la konuştum, “Mektubu aldı mı?” diye sordum. “Okudu” dedi, “Senin hakkında kötü duyguları yoktu” diye aktardı. Zaten, benim ona yazdığım mektup, bir tür helalleşme ihtiyacıydı. Ona mektupta, o kıyamet kopartan ve benim itibarımın çok yaralanmasına yol açan yazıyı benim yazmadığımı, olayın nasıl cereyan ettiğini anlatmıştım.
- “Nasıl Gazeteci Oldular” kitabı için Hakan Akpınar’a aktardığınıza göre, görüşmeyi kayda alıp o dönem Sabah’ın yöneticisi olan Zafer Mutlu’ya teslim ettiniz. Ertesi gün sizin yazmadığınız ancak imzanızla ve kayıtta olmayan ifadelerle haber olarak sürmanşetten verildiğinde de “Ben yazmadım” demediniz.
Kayda Zafer Mutlu’nun isteğiyle aldım. Zafer Mutlu’ya kaydı verirken de “Senin istediğin bir şey yok” dedim çünkü Turan Yavuz’dan “Bunu Aydın Doğan’ın talimatıyla yaptım” lafını duymayı istiyordu. “Turan, öyle bir şey söylemedi” dedim. Kaydedilen görüşmeyi, bambaşka bir hale sokup benim imzamla yazdılar. O haliyle yayımlanıp kıyamet koptuğunda benim çıkıp yapacağım bir şey vardı: “Bu yazıyı ben yazmadım” demek. Bütün meslek hayatımda imzam altında bana ait olmadan yayımlanmış tek yazıdır o. Bunu ertesi gün ilan edebilirdim, ama Sabah ve Doğan medya grupları arasında ‘ansiklopedi savaşları’ adı verilen büyük rekabet vardı. Her ikisi de promosyon olarak okurlarına ansiklopedi veriyordu. Aralarındaki savaş oradan çıkmıştı. Verilen ansiklopediler sahte mi, değil mi diye. İki medya grubu arasında kan gövdeyi götürüyordu. Bunu açıklasaydım, o zaman Aydın Doğan grubu diyecekti ki “Gördünüz mü bütün sahtekârlıkları ortaya çıktı, biz zaten böyle diyorduk.” Ama o savaşta bu konuda haksız olan taraf Doğan Grubu’ydu. Sabah’ın verdiği ansiklopedilerin sahte olduğunu ileri sürüyorlardı. Oysa bu iddia doğru değildi. Bütün bunları, Doğan Medya’da işe başlarken Aydın Doğan’a da ifade ettim. İki büyük medya grubu arasındaki o şiddetli ansiklopedi savaşında haksız tarafı, Doğan Grubu olarak görmüş olduğumu ve Doğan Medya’da işe başlayacağım gün, aradan 13 yıl geçtikten sonra bu görüşümün değişmemiş olduğunu dürüstlükle ve açıklıkla kendisine söyledim.
- Kim haklı olursa olsun, buradaki en büyük ayıp genç yaşta hayatını kaybeden Turan Yavuz’a yapılan değil mi?
Bireysel bir durum değildi, iki büyük medya grubu arasında kan gövdeyi götürüyordu ve Turan haksız olan tarafta yer almıştı. Ben, bence, haklı olan tarafta. Turan Yavuz, Sabah’ın verdiği ansiklopedilerin gerçek olmadığını anlattığı reklam filmlerinde rol alıyordu. Milliyet’in Washington Temsilcisi sıfatının sağlayabileceği inandırıcılık unsurunu bir Amerikan ansiklopedisinin merkez binasından yapılan çekimlerde kullanıma sokmuştu. Oysa, ben, Sabah ile ansiklopedi şirketi arasındaki sözleşmenin orijinalini görmüştüm. Doğan Grubu’nun iddiası ve yürüttüğü kampanya doğru değildi. Bununla birlikte, ben, Turan’a faul yapmış oldum. Ne olursa olsun, yapmamam lazımdı.
- Ve şimdi olsa, yapılanı açıklayarak Turan Yavuz'un onurunu korumayı, medya imparatorluklarının kavgasına uymaya tercih eder miydiniz?
Turan’ın onuru zedelenmedi ki. Tersine, o olaydan, zarar gören ben oldum. Dolayısıyla, konunun Turan Yavuz’un onurunu korumak ile ilgili bir yanı zaten yoktu. Ama, benim tongaya bastırılmış olduğumu, yazmadığım bir yazının üzerine imzam atılarak ansiklopedi savaşında kullanılmış olduğumuzu yazabilirdim. Doğru olan buydu. Ama konunun bir başka boyutu daha vardı: Savaş halindeki iki medya grubundan haksız olanın, arkasına bu doğruyu alarak, haklı olana karşı ölümcül bir darbe vurmasına yol açmış olacaktım. Haksız tarafa cephane sağlamış olacaktım. O da doğru değildi. Hayatın insanı karşı karşıya bıraktığı ve belki de doğru cevabının asla bulunamayacağı, olamayacağı ikilemlerden biriydi.