Cengiz Çandar*
Hayatımın tek Fatma’sıydı. Fatma adı çok yaygın olduğuna göre, Fatma olarak hayatıma girmiş olan tek Fatma olması mümkün olamazdı. Ama, başka bir Fatma tanımadım. Ya da öylesine baskın, güçlü bir kişilik idi ki, başka Fatma ya da Fatmalar tanımışsam bile, hatırlamıyorum onları.
O benim tek Fatma’mdı. Ve, en güzel Fatma’m. Çok güzel bir kadındı. Ben, Catherine Deneuve’e benzetirdim, Tuba ise “Hayır” derdi, “Faye Dunaway”. Tuba haklıydı galiba. Catherine Deneuve’ün güzelliğine benzese bile, onun soğukluğuyla ilişkisi olmadığı için daha ziyade Faye Dunaway. Ya da kendisiydi Fatma Alpay. Gücün azameti ile tevazunun gösterişsizliğinin imkânsız ve tümüyle kendine özgü bir bileşimiydi Fatma. Leman Kaptan’ı tanıdım. Karizmatik güçlü kadın nedir, tek kelime etmeden duruşu ve bir bakışıyla etrafına güç saçmak ne demek, Leman Kaptan’da onu görmüştüm. Bir yandan da tanıdık bir simaydı. Selanikli anneannemde tanıdığım özellikler vardı Leman Kaptan’da. Fatma, onun yanında onun hem uysal kızı görüntüsü verirdi ve hem de Leman Kaptan’ın güçlü, muktedir kadın tahtını devralacak veliaht prensesi izlenimini uyandırırdı. Ablalarından farklıydı o. Leman Kaptan’ın kızıydı. Ama annesine oranla kıyaslanamayacak kadar sevecen… Şahin’i tanıdığımda evliydi. Üniversite öğrencisi ve evli. Onun gibi ancak bir-iki kişi daha vardı, koskoca Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde. Şahin kadar ünlüsü yoktu ama. Fatma da Şahin üzerinden ünlü oluvermişti. Mülkiye’nin Kralı varsa, Kraliçesi de olmalıydı ve Fatma tam da oydu işte. Onu tanır tanımaz, sadece Kral’ın eşi olarak Kraliçe değil, Kraliçe olduğu için Kraliçe’ydi. Onun toprağın altına girmediği son günde bütün bunları yazarken, aklıma talihli bir adam olduğum da geliyor. 70 yıllık ömrümde başım belâdan kurtulmamış olsa bile, iyi ve zengin bir hayat yaşadığım kanısındayım. Bu zenginlik duygusunu bana veren insanların başında Fatma’nın geldiğini 5-6 Ekim 2018 günlerinden beri düşünüyorum. Fatma’yı tanımak, onun sevdiği insanlardan biri olmak, onun sevdiği insanların arasında bulunmak ne müthiş bir zenginlik ve benim hesabıma ne büyük bir talihmiş, daha iyi anladım. Fatma-Şahin-Elvan-Acar Alpay dörtlüsünün imtiyazlı yakınıyım ben. Elvan’ı ilk Fatma, arkasından Şahin, çok geçmeden de ben görmüştüm. Bu nasıl bir şey… Ne şans ki, Cebeci’den gelen Bahçeli dolmuşu, Kızılay durağında durup indiğimde kaldırımda kızının doğumunu yakınlarına haber vermek için kendisini sokağa atan Şahin’le burun buruna gelivermiştim. O sıralarda onun en yakın dostlarından biri değildim ama herhalde ilahî bir güç geleceğimizi planlamıştı ki, Şahin, heyecanla, “Kızım oldu, gel kızımı göstereyim” diyerek az ötedeki sağlık merkeziydi galiba, oraya beni götürüvermiş, bir mi, iki kat mı çıkmış, Fatma’nın odasına dalıvermiştik. Fatma’nın kucağında Elvan’ı annesi ve babasından gayrı ilk gören olmam bir yana, kardeşimden sonra o kadar küçük bir canlıyı da ilk kez görmüş olmuştum. Fatma’nın o anki yüz ifadesini hiç unutmadım. Ankara’daki eve girip çıkmaya başladığım zamanlarda, Elvan, afacan bir ufaklık olarak aramızda dolanırdı. Tüm dost çevremizin ilk ve en küçüğüydü o. Sonra Cemo geldi. Elvan, Elvan’dı ve ben onu o küçücük hâliyle yaşayarak içimde küçük çocuk sevgisini yaşadım. Acar da benim için özeldir. Büyük Acar’ın beklenmedik kaybı, Fatma’nın çok yakınlarının yine bir trafik kazasında, Balıkesir-Susurluk arasında yok olmalarının hemen sonrasında gelmişti. Acar, Acar abinin yok olmasıyla var oldu. İstendi, planlandı ve doğdu. Onu bekledik. Doğduktan sonra Ayvalık’ta bebekliğinin ilk zamanlarını yaşadım. Fatma’nın onun bezlerini değiştirmesini heyecanla ve merakla izliyordum. Elvan benim doğum sonrası ilkim ise, Acar da, bebekliğini yakından gözlediğim ilklerimden biriydi. Elvan ve Acar’da anne Fatma’yı da tanımış oldum. Tepeden tırnağa anneydi. Otoriter ve aynı zamanda sonuna kadar şefkatli, tepeden tırnağa bir anne. Ne çok insandı Fatma, hepsi bir arada ve en bir araya gelmesi düşünülemeyecek özelliklerini hepsini uyumla bir araya getirmiş o sakin hâliyle. Onun kadar kuvvetli bir sevgi insanı bulunabilir mi bu yeryüzünde acaba diye düşündüm şu son günlerde. Onun Şahin’i sevdiği kadar bir insan bir başka insanı sevebilir miydi? Şahin’in hiçbir döneminde, hiçbir görüşü Fatma’nın görüşü olmadı. Fatma ne Marksist oldu, ne Maocu, ne İsveç Sosyal Demokratı, ne şu, ne bu, ne SHP, ne CHP, ne Cumhuriyet gazetesi, ne Sabah, ne Milliyet, ne de Zaman ile kendisini hiçbir zaman özdeşleştirmedi eşinden ötürü. Bunların hiçbirine hiçbir bağlılığı yoktu. Ama Şahin’in değişen çevresinde edindiği tüm arkadaşları kendi dostu belledi, onlara sevgi gösterdi. Bu nasıl bir şey!?? Bunu Şahin’e duyduğu dünyada eşi bulunmayacak bir sevgiden başka neyle açıklamak mümkün. Hiçbir zaman hiçbir görüşünü edinmediği Şahin’i niçin sevdi peki? Niçin ta Çamlık günlerinden başlayarak, üniversite öğrenciliğinde onunla evlenerek, Filistin’e gittiği dönemde nerede olduğundan habersiz onu bekleyerek, Elvan’ı büyütmeye çalışarak, arkasından pek de alışmadığı İsveç’e gidip onun yanında durarak, sonrasında İstanbul’da onun kendisine sunduğu hayatı vızvızlanmadan benimseyerek yaşadı bu hayatı? Niçin? Çünkü Şahin’i öyle bir seviyordu ki, öyle sevmişti ki, bütün bunları sorgulamamıştı bile. Niçin mi öyle seviyordu? Çünkü, Fatma, Şahin’in özünü, o bozulamaz, bozulmamış, bozulmayacak tertemiz özünü sevmişti. Kendisi o kadar tertemizdi ki, o kadar tertemiz bir insan, ancak tertemiz özü olan birisini bu kadar sevebilirdi ve Fatma, Şahin’i öyle sevdi. Aslı’nın Kerem’i, Leyla’nın Mecnun’u, Jülyet’in Romeo’yu sevmesi kategorisinde efsane bir sevgiyle. Kendisi kalarak, Şahin’in hayatını en ufak bir serzenişte bulunmadan, gık demeden, sessiz sedasız, büyük bir tevazuyla ve de kendi kaya gibi sağlam kişiliğinden zerre feragat etmeden, yaşadı. Bu, ne akıl almaz bir şey, Fatma’yı ne kadar özel ve özgün kılıyor. Ve, öyle kocaman bir yüreğe sahipti ki, Elvan’ı, Acar’ı, Defne’yi ve Leyla’yı, Şahin’i sevdiği kadar sevdi. Şahin’in tüm yakın arkadaşlarını sevdi. Beni ne kadar (ve hem de çok) sevdiğini o kadar iyi biliyordum ki, ben de onu o kadar çok sevdim ki… Onunla ne kadar çok anı biriktirmiş olduğumu fark ettim. Hepsi birer film şeridi gibi sürekli geçiyor zihnimden. Şahin, İsveç’te Türkiye’ye gelip gelmeme tereddüdünü yaşadığı sırada, Fatma, keşif yapmaya Ankara’ya gelmişti. Piknik’te oturup, biralarımızı çekip sosis ve patates kızartması yiyorduk. 60’lı, 70’li yıllarda Piknik’te öyle yapılırdı. “Ne diyorsun, Şahin dönebilir mi?” diye sorduğunda, “Bak Fatma” demiştim, “Eğer dönmüş olsaydı, benim yerimde bira içen, sosis ve patates kızartması yiyen o olacaktı.” Ne keyifli bir andı. Kahkahaları koyvererek konuşuyorduk. Ben onu, neydi unuttum, bir şeye ikna etmeye çalışıyordum, o kabul etmiyordu, “Niçin öyle yapmalıymışım?” diye sordu; “Halk için, işçilerin çıkarları için” gibilerinden bir şeyler geveledim. Fatma’nın yüzü, olanca dinamik ve de muzip hâliyle gözümün önünde, “Bana ne!” diye çınladı. Bir-iki saniye durdum, kahkaha sırası bendeydi; “Vallahi, aramızda en akıllı ve en Marksistimiz sensin Fatma. Doğrudan sınıf çıkarıyla davranıyorsun. Tabii, sana ne bütün bunlardan…” dedim, inanarak. Kahkaha sırası –kahkahasının o hiç eksilmeyen tınısıyla– ondaydı. Akıllı kadındı Fatma. Çok akıllı. O kadar güzel, tertemiz bir yüreğin üzerinde, pırıl pırıl, dupduru bir beyin. Tuba onun için “Toprak kadını” diyor, sağlamlığını, kişilik sağlamlığını, oturaklılığını vurgulamak için. Tertemiz bir yürek, dupduru bir beyinle buluşunca –Allah’ın her kuluna nasip olmaz– kaya gibi sağlam, çelik gibi eğilip bükülmez bir kişilik ortaya çıkıyor. Hem sağlam, hem vakur, başı dik. İngilizcesiyle dignified. Hep “dignity” vardı onda. Asalet… Hem bir Çamlık soylusu anlamında asalet, hem de ruh asaleti. Çanakkale’de askere gitmek için, İstanbul’dan kalkıp Ayvalık’a gelmiştim. Ayvalık’taki evden askerlik yoluna koyulurken, ikimizi askere uğurlamak Fatma’ya düşmüştü. Ahh, hayatımın kilometre taşlarında, önemli virajlarında Fatma’yla ne çok anı biriktirmişiz… Ömer Madra ile ikimiz, askerliği firara dönüştürüp hayatımızın belki de en uzun yaz tatilini yaparken, Şahin, artık işin sonlarına doğru gerekmeyen bir disiplinle burnunu kışladan çıkarmıyordu. Ömer’le o son haftaların birinde, haftasonunu Ayvalık’a firar edip geçirmeye karar vermiştik. Ömer, meteliğe kurşun atıyordu ve ne yapıp edip Madra zeytinyağlarından hissesine düşen parayı amcası Teoman’dan söke söke alacaktı. Ayvalık’a gidecektik. Ayvalık ve de daha önemlisi karısının âşığı Şahin’i ne yaptıysak, firara ikna edemedik. Ayvalık’a geldik. Ömer beni Çamlık’da denize nâzır bir banka dikti ve parayı kurtarmaya gitti. Ve tabii kurtaramadan az bir meblağ ile geri döndü. Ne mi yaptık? “Hadi” dedik, “Fatma’ya gidelim. Fatma’yı akşam yemeğe çıkaralım, parayı yiyelim.” Öyle yaptık. Ne güzel geceydi. Fatma, Ömer ve ben. Şahin’le dalgamızı geçerek, Fatma’nın kahkahalarıyla süren bir gece. Hiç bitmesin istemiştik. Ne kadar çok gülerdi Fatma. Hiç nükte yapmaya kalkışmadan ne kadar da güldürürdü. Ne müthiş, ne eşsiz bir insandın be Fatma! Ne büyük zenginliktin hayatımda, hayatımızda. Ne kadar şanslıyım; seninle neredeyse yarım yüzyıl birlikte, seni tanıyarak, senin tarafından sevilen bir insan olduğumu bilerek, bu dünyada bulunmuş olmaktan. Şahin, Elvan, Acar, dünyanın en talihli insanları arasında olduğunuzu hiç unutmayın; biriniz Fatma’nın eşi bulunmaz aşkı, biriniz kızı, biriniz oğlusunuz. Bu dünyadan daha ne isteyebilirsiniz ki. Defne ne şanslı kız ki, anneannesini tanıdı. Acar, Leyla daha 4 yaşında, hatırlamayabilir; ona hep babaannesini anlat. Hep. Güle güle Fatmacığım. Belki bir gün bir yerlerde karşılaşırız…