Çernobil, hâlâ zehir saçıyor

Çernobil, hâlâ zehir saçıyor

Rüksan Tuna

Geçtiğimiz günlerde seçim gündeminin arasında Mersin Akkuyu nükleer santral inşaatı ile ilgili bölük pörçük haberler duyduk. Her türlü rapora, itiraza rağmen inşaatın devam ettiğini, hatalı dökülen ve çatlayan temel betonunun tamir edildiğini duyunca anladık. Konunun örtbas edildiğini de...

Enerji elde etmenin en kirli, en sorumsuz yolu olan nükleer enerjide niçin ısrar edildiğini sorgulamak gerektiği açık. Bütün dünya mevcut santrallerini aşama aşama kapatırken ve yenisini açmazken neden bu ısrar?

Hem ucuz hem temiz hem kirli atık bırakmayan güneş, rüzgâr gibi sonsuz kaynaklar varken, ülkemiz fosil yakıtlara alternatif, moda deyişle “yenilenebilir” kaynaklara fazlasıyla sahipken, atıkları binyıllarca temizlenmeyecek nükleerde ısrar neden? Üstelik rüzgâr ve güneşten enerji elde etme teknolojileri makul rakamlara gelmişken, hem temiz hem ucuzken…

Geçtiğimiz günlerde Çernobil kazası üzerine kurgulanan ve belgesel tınısıyla yaşananları aktaran mini dizi pek çok kişiyi etkiledi ve nükleer santraller konusundaki gelişmeleri endişeye izlemeye teşvik etti. Dizide anlatılanların, dizinin etkisiyle medyada dillendirilenlerin de üzerinde vahim bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu tekrar vurgulamak isterim.

Çernobil yarattığı büyük alan kirliliği ile yüzyılın kazası nitelemesini hak ediyordu. Ukrayna’nın toprakları, havası suyu temizlenmeyecek şekilde kirlendi. Yeraltı sularına karışan radyoaktivite hangi derelere, ırmaklara, oradan hangi denizlere (Karadeniz’e) ne oranda ulaştı bilmiyoruz. Söylenmiyor, açıklanmıyor. Radyoaktif bulutlar bütün Avrupa’ya ve Türkiye’ye serpintisini yaydı. Hangi ürünler kirlendi, o ürünleri kaç kişi tüketti, soludu, başta troid kanseri olmak üzere, kaç insan kanserden öldü, bilmiyoruz. Söylenmiyor, açıklanmıyor.

Geçtiğimiz hafta günlük basında bir röportaj yayınlandı. (“Çernobil’de çalıştığımı aileme söylemedim”, Ece Emre, 25.06.2019 Hürriyet) Çernobil’in üzerindeki beton koruma kalkanının üzerine paslanmaz çelikten örtüyü taşeron bir Türk şirketi yapmış. Görüşülen proje müdürü orada çalıştığını ailesinden bile gizlemiş. Söyleşide mesailerin 15 dakikayla sınırlandığını, çalışacak işçi bulmakta güçlük çektiklerini aktarıyor. Sızıntının devam ettiğini, sızan radyasyonun 33 yıl sonra da hâlâ öldürecek düzeyde olduğunu, 15 dakikada maruz kaldığınız radyasyonun 20 sene sonra kanser olarak size döneceği gerçeğini…

Mersin Nükleer Santrali ülkemize oldubittiye getirilmeye çalışılırken, Çernobil nükleer kazasının üzerinden 33 yıl geçmesine rağmen neler olduğunu, kazadan sonra yaşananları bir kez daha hatırlayalım:

Tarihler 26 Nisan 1986’yı gösteriyordu. Ukrayna’nın Çernobil kasabasındaki nükleer enerji reaktörlerinden 4 numaralı bloğunda bir sorun oluştu. Rus tasarımı, karbonla modere edilen su soğutmalı reaktörü modeli idi bu. Zayıf güvenlik tedbirleri ve art arda operasyon yanlışları felakete yol açtı. Üst üste iki patlama reaktörde yıkım oluşturdu. Karbon bloğu yanmaya başladı ve on gün süresince yandı, yandı. Ölümcül radyoaktif materyal Ukrayna üzerinden atmosfere ve tüm dünyaya yayılmaya başladı.

İlk günlerdeki müdahale ekipleri bir ayı göremeden hayatlarını kaybettiler. Radyasyon bulaşığı Ukrayna toprakları üzerinde çok geniş bir alanı etkiledi. Yıllar ve yıllar boyu bir nesil kanserden öldü, yeni doğanlarda anomaliler oldu, bu resimleri unutmamız imkânsız. Rüzgârlar ve atmosferle taşınan radyasyon çok geniş alanlarda tarımı ve gıda güvenliğini tehlikeye attı, Avrupa’nın korku ve endişesini, bizim yöneticilerimizinse umursamaz ve aymazlıklarını not etmemiz gerek.

Çernobil’de ilk altı ay içinde geçici örtü kabuk yapıldı. Bu operasyon yukardan beton püskürtülerek çok zor koşullarda gerçekleşmişti. Radyasyon yayılmasını 20-30 yıl önleyeceği öngörülen umarsız bir çabaydı.

Her şeye rağmen 1, 2 ve 3 No.lu reaktörler 2000 yılına kadar kapatılmadı. 2014 yılı Şubat ayına gelindiğinde Ukrayna yetkili mercileri Çernobil nükleer santralinin üretiminin durdurulduğunu bildirdiler.

Faciadan 10 yıl sonra 1997 yılına gelindiğinde (onlarca radyasyon yanıklarıyla ani ölüm, yüzlerce anormal doğum, binlerce kanserden ölümden on yıl sonra) radyasyon saçmaya devam eden reaktörün üzerini bir şekilde örtme, mevcut yıkıntıyı stabilize etme çabaları oluştu. Uluslararası işbirliğine gidilmesi kararıyla açılan ihale Fransız NOVARKA konsorsuyumuna verildi. Bu şirketin web sitesinde yıl yıl inşaat aşamaları fotoları görülebilir. Reaktörün üzeri çelik konstrüksiyon yay şeklinde yarım kubbeyle örtülecekti. Kalıcı örtünün teknik maliyeti oldukça yüksek olduğundan kademeli planda karar kılındı. Ortamda hâlâ çok yüksek seviyede radyasyon olduğu için inşaat yerinde ve reaktörün üzerinde yapılamadı. Sahada, kenarda iki yay inşa edilecek, birleştirilip raylar üzerinde taşınacak ve reaktörün üzerine getirilerek konumlandırılacaktı. 257 metre genişliği, 110 metre yüksekliğiyle zamanın hareket edebilen en büyük yapısı olacaktı. O zamanki tahmini bitiş süresi 2005-2006 yıllarını işaret ediyordu. Ancak 2012 yılı Nisan ayına gelindiğinde inşaata ancak başlandı ve bitiş tarihi olarak 2015 Ocak ayı veriliyordu, daha sonra ise Kasım 2017 tarihleri telaffuz edildi.

2014 yılında iki yay parçası birleştirildi. 2015 başında üzerindeki koruyucu çift katlı tabaka oluşturulmaya başlandı. İşin en zor kısmı olan yaklaşık 31 bin ton ağırlığındaki yapının hidrolik liftlerle reaktörün üzerine kaydırılması işine başlandı.

Koruma kabuğu inşaat maliyetleri oldukça yüksekti. Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD) bu işin finansmanını yüklendi. 1997’de bir fon oluşturdu. Çernobil Koruma Kabuğu Fonu (Chernobyl Shelter Fund-CSF) gitgide artan rakamlar yüzünden hep sorgulandı. Rakam 2014’te yapılan bir araştırmaya göre 2,15 milyar Euro’ya ulaşmış durumda. Oysa maliyet 2012’de 1,54 milyar Euro olarak hesaplanmıştı. İlk hesapların 4 katına ulaşan maliyet herkesi düşünmeye sevk etmeli.

Fonların bitmesi işleri durma noktasına getirince araya G7 ülkelerinin başkanlığını yürütmekte olan Almanya girdi. Almanya Çevre Bakanı Jochen Flasbarth başkanlığında bir bağış konferansı toplandı. Bütçe açığı 615 milyon Euro’nun 100 milyonunu G7 ülkelerinin ödemeleri üzerine pazarlıklar yapıldı.

Nükleer kazaların can-mal ve para karşılığı bir yana, geri döndürülemez kayıplarını telafi etmek mümkün değil.

Ukrayna 12 Mart 2001’de üç aşamalı bir dönüşüm planı açıkladı. Birinci aşama mevcut yapıları stabilize etme, ikinci aşama bu çelik-beton kubbe ve mevcut yakıt hücrelerinin korunması, üçüncü aşama ekolojik olarak güvenli sistem inşa etmek.

Birinci aşama olan mevcut durumun korunmasının ne kadar kırılgan olduğunu 12 Şubat 2013’de yaşanan beklenmedik bir kaza kanıtladı. Reaktörün üzerindeki makine dairesinin tavanı ve duvarları çöktü. Tabii bu sırada radyasyon yayılımı oldu. Limit değerlerin altında olduğu bildirilen bu serpinti aslında reaktör ve alanın tam kontrol altında olmadığını işaret ediyor. Bu çökmeye sıra dışı hava şartlarının, örneğin ağır kar yağışının ve kar yükünün neden olmuş olabileceğini belirtiyorlar. Bunun gibi bir fırtına veya deprem de kontrol edilemez sonuçlar doğurabilir. Koruma kubbesinin altındaki mevcut beton tabakasındaki en ufak bir çöküntü etrafa saçıntıya neden olabilir. Şu anda yıkıntı altında 1,5 milyon ton radyoaktif toz var. Beton lahdin çatlaması bu tozun 50 km çapında bir alana yayılmasına yeter de artar. Bu arada inşaatta çalışan insanlar olduğunu (27 ülkeden 1.200 işçi) unutmayalım. Yıkıntının içinde 2 bin ton yanıcı maddenin bulunduğunu da biliyoruz. Herhangi bir çöküntü olmasa bile, bir yangın anında yükselen ısıyla birlikte radyoaktif tozların çevreye saçılmasını önlemek mümkün olmayacaktır. Şu anda dahi az miktarda da olsa beton lahdin deliklerinden sızıntının olduğunu biliyoruz. Lahdin gözeneklerinden su ve nem geçişi olduğunu, bunun beton çürümesine neden olduğunu da biliyoruz. Hâlâ reaktörün içinde 20 bin m3 su bulunuyor. Her yıl ortalama 2.400 m3 su penetrasyon yoluyla yapıya giriyor. Şu anda yapının dibinde tonlarca kirlenmiş su var. Araştırmalar bu radyoaktif suyun yeraltı sularına sızdığını gösteriyor. Pripyat nehrini korumak için 13 km uzunluğunda kil duvar oluşturuldu, ancak bu önlemin bir işe yarayıp yaramadığı kanıtlanmadı.

Sonuçta 1. aşama “başarı”yla aşılmış gibi görünmüyor.

2. aşama olan koruyucu kubbe inşaatı devam ediyor. İnşaatın başarabilecekleri ise alttaki beton lahde su girmesini önlemek ve 100 yıl daha süreceği düşünülen radyoaktif toz serpintisini durdurmakla sınırlı. Bu inşaatın yanı sıra 2. aşamanın kapsadığı orta vadede yakıt hücrelerinin rehabilitasyonu için gerekli teknolojiyi geliştirme planları ve bu teknolojiler için gerekli tesisleri kurma hayalleri de devam ediyor. Bu yakıtı (yani kullanılmış nükleer malzemeyi ve atıkları) rehabilite etmek, uygun koşullarda saklamak için Geçici Depolama Tesisleri 2 (Interim Storage Facility) ve Sıvı Atık İşleme Tesisleri (Liquid Treatment Facility) kurmak için Nükleer Güvenlik hesabından 300 milyon Euro ayrılmış durumda. 20 bin kadar yakıt çubuğu kurutulacak, işlenecek ve metal kutular içine alınarak muhafaza edilecek. Bu metal kutular sahada beton modüller içine gömülecek. Bu işlemden sonra verilen garanti süresi ise yok. 100 yıl güvenlik öngörülüyor. Yani torunlarımıza ve ikinci kuşak torunlarımıza dahi temizlenmiş bir ortam bırakamıyoruz. Bütün bu sürecin kanuni alt yapısını oluşturmak ve bu süreci yönetmek ise 3. aşamaya kalıyor.

3. aşamaya geçildiğinde ise bakım sorunları ve masrafları, yıllık işletme giderleri ne kadar tutacak öngörülemiyor.

İşte yüzyılın en büyük nükleer kazası Çernobil’in durumu bu.

2011’de ise Fukushima nükleer santrali patladı. Japonya’da gerçekleşen deprem sonrası kıyıdaki santrali vuran tusunami dalgaları nedeniyle çalışması durmuştu. Kesilen elektrik sürekli soğutulması gereken yakıt çubuklarını soğutamayınca, eriyip patlamıştı. Elbette o zaman da açıklanmadı, söylenmedi rakamlar, bilmiyoruz. Ama haberlerde tarama yapınca şunu görüyoruz örneğin: Japonya hükümeti radyasyondan 7 yıl sonra ilk ölümün gerçekleştiğini itiraf ediyor? Kaza sonrası santrale ölçüm yapmaya giden İlk işçilermiş. Sonra şunu da okuyoruz: Havuzlara gönderdikleri robotlar ölçüm yapamadan, görüntü veremeden bozulup dağılıyorlar. Sonra şunu da duyuyoruz. Kanser olan mühendisler orada çalışmaya “gönüllü” oluyorlar. Bu bize sayılı günlerinin kaldığını ve öleceklerini anlatıyor. Kazadan 8 yıl sonra bu “yüksek” teknolojili, “güvenli” ve “temiz” enerji üretim tesisi içeri girelim, durum tespiti yapalım, neyi kurtarabiliriz diyorsa, zaten kanser olmuş insanlardan başka içeri girmeye gönüllü olmamışsa, daha temizliğin nasıl, ne şekilde, hangi bütçeyle gerçekleşeceği açıklanmamışsa ve nükleer kirliliğin Çernobil örneğinde olduğu gibi nesiller boyu devam ettiği gerçeği ortadaysa...

Tekrar soralım: Nükleer enerjiye gerçekten ihtiyaç var mı?