Cezmi Baskın: Sanat, şöhret olmanın değil, direnmenin yol arayışıdır

Cezmi Baskın: Sanat, şöhret olmanın değil, direnmenin yol arayışıdır

Sanatı, şöhret olmanın değil, direnmenin yol arayışlarından birisi olarak gören usta oyuncu Cezmi Baskın,  "Dinin siyasallaşarak bir baskı aracı haline gelmesini de buna dahil ettiğimizde, bu ülkede sanattan söz etmek güçleşiyor" dedi.

Birgün'den Onur Kılıç'ın sorularını yanıtlayan Cezmi Baskın'ın açıklamaları şöyle:

Tiyatroya adım attığı ilk günlerden, Bakırköy Halkevi’nden açtık sohbeti. Baskın, yetiştiği koşulları anlatarak sözlerine başladı:

“Halkevleri, Köy Enstitüleri gibi iyi düşünülmüş, halkın da sanata katılması ve çağa ayak uydurması adına çok faydaları olan bir kurumdu o zamanlar. Doktorlar, mühendisler işlerinden çıktıktan sonra gelip folklor oynar, enstrüman çalar, dil öğrenir, tiyatro yapar durumdaydı. Halkın sanata katılma olanaklarını artıran oldukça iyi bir kurumdu. Ben 15-16 yaşlarında oraya gitmeye başladım. Önce çıraklık yaptım, sonrasında tiyatroya başladım. O zaman Halkevi’ne gelen insanlar sinema takip ediyordu. Merkeze oldukça uzak bir yer olan Bakırköy’de ayda bir tiyatro izlenebiliyordu. Bölge, kurum sayesinde kendi sanatçısını da yetiştiriyordu. Eminönü ve Beykoz’da da böyle oldu. Birçok sanatçı yetişti.”

Söze, anlatırken hâlâ onu duygusallaştıran Ankara Sanat Tiyatrosu günleri ile devam etti:

“1971’de AST’a geldim. Daha önce dramatik tiyatro anlamında biriktirdiğimiz bilgileri, halk tiyatrosu ve devrimci tiyatro diyebileceğimiz nitelikteki AST’ta denemeye başladık. Daha çok seyirci ile buluşmak, insanların hayal gücünü ve düşüncelerini değiştirecek çalışmalar yapmak, öğrendiklerimizi sınamak gibi bir başlangıç yaptık. Rutkay Aziz, Yaman Okay ve Ali Uyandıran da dâhil oldu bu sürece. Grevden sonra AST’ın idaresi de çalışanlara geçince genç insanlar bir sanat kurumunu kendi dünya görüşlerine göre yönetmeye başladılar. Çok güzel bir ortamdı. Patronsuz, paranın ortaklaşa paylaşıldığı, herkesin söz hakkının olduğu tam demokratik bir ortamdı. Seyircinin de oldukça politik olduğu bir dönemdi. 1971-1972 yıllarından söz ediyorum. Ancak 12 Mart bizi hırpalamaya başladı. Oyunlarımız yasaklanmaya, arkadaşlarımız tutuklanmaya başladı. Tiyatromuz kapatıldı, salondan atıldık.”

“İzmir’de o zaman daha iyi bir ortamla karşılaştık. O zaman da İzmirliler İzmir’in bozulduğundan bahsederlerdi. İstanbulluların gelmesinden, trafiğin artmasından şikâyet ederlerdi. Tıpkı bugün gibi.”

O yıllarda Ankara ve İzmir’de süren yaşamı ve tiyatroya ilgiyi karşılaştırmasını istediğimizde, Ankara özlemi biraz daha kabarıyor:

“Ankara’nın ODTÜ’sü, Siyasal’ı, Hacettepe’si bizim kanımızdı. Buralarda eğitim alan gençler tiyatroya daha düşkündü, politiktiler. Ankara’da seyirci bolluğu vardı. 350 kişilik AST’ın salonu her gün dolardı. O zaman Ankara, Türkiye’nin nispeten kremasıydı. Anadolu’dan memuriyet için gelen, sanatla haşır neşir olan, politikayla ilgili kimselerdi. Oradan İzmir’e gelince gördüğüm buranın eğlenceye düşkün, Akdenizli bir havası olduğuydu. İzmir’de de oyunlarımız tıklım tıklım dolu olurdu. Bir açlık vardı tiyatroya. Ancak İzmir’de bir tiyatro kurulduğunda ilgi gösterilmezdi. İzmirli kendi çocuklarının yaptığı tiyatroya gitmezdi. Dışarıdan gelenlere ise büyük bir ilgi olduğunu söyleyebilirim. Şimdi yeniden bir sanat hareketi başladı gibi geliyor bana.”

Ankara’nın bugününden söz ederken ise biraz suratı asılıyor usta oyuncunun:

“Tıpkı Türkiye gibi Ankara’da da bir geriye gidiş var. İnsanlar evlerinde oturup televizyon izlemeyi, bilet parası verip giyinip kuşanıp tiyatroya gitmeye tercih ediyorlar. Bunun yanı sıra, kültürel olarak insanlar sanata ihtiyaç duymamaya başladılar. Bence en önemli sorun da bu. Ankara’da da bu yaşanıyor şu anda. Türkiye’nin siyasal iktidara bağlı olarak gelişen son yıllardaki olumsuz dönüşümü içerisinde insanlar sanatı ekmek, su gibi görmüyorlar. “Bu herifler televizyonda da oynuyor, orada seyrederiz” diye düşünüyorlar. Dinin siyasallaşarak bir baskı aracı haline gelmesini de buna dahil ettiğimizde, bu ülkede sanattan söz etmek güçleşiyor. Türkler Viyana’yı kuşattığında şehrin valisi imparatora bir mesaj yollamış: Türkler Viyana’yı kuşattı ama biz halen opera dinleyebiliyoruz diye... Savaş ve baskı altında dahi insanlar sanata yönleniyorlar. Bizde en ufak olumsuzlukta insanlar evlerinden çıkmaz.”

Peki çok izlenen sinema ya da televizyon yapımları hakkında ne düşünüyor?:

“Bu iktidarın 15 yıldır tekrar tekrar seçildiği bir atmosferde insanların yana yana gelip Shakespeare ya da Tarkowski takip etmesi beklenemez. İktidar insanları geri olana, kendisi gibi olana, kendisine benzeyene itiyor. Kültürel olarak da böyle. Çok izlenen güncel popüler kültür öğelerini ne sinemadan ne de tiyatrodan sayarım. Bu siyasal iktidarı ayakta tutanlar, Recep İvedik’e gidiyor. Türkiye’nin durumu için basit bir örneklem bu. Aynı şeyi diziler için de söyleyebiliriz. Bir şey anlatan, düşündüren, insanın kafasını çalıştırarak içine girip seyrettiği bir dizi yok. Olsa da tutmuyor, bir günde atılıyor çöpe. Ekonomik, sosyal sıkıntılardan söz eden şeyler konu edilmiyor asla. Abuk sabuk, basit, sanatsal değeri olmayan dizilere akın var.”

Kendisinin bu alandaki konumuna, hissettiklerine ilişkin ise biraz yakınan bir yorumda bulunuyor:

“Biz direnebildiğimiz kadar direniyoruz. Direnemediğimiz zaman ise günah keçisi yapılabiliyoruz. Bu anlamda sergilenen şeyin oyuncuların yaşamlarını geçirmek adına ihtiyaç duyduğu paranın kazanılması için zorunlu bir şey olduğunu görmek gerek. Benim, dünyaya bakışıma uygun, az önce sözünü ettiğim inceliklere sahip, oynayacağım bir dizi yok şu anda. Böyle olunca da mecburen profesyonel davranmak zorunda kalıyoruz. Eskiden biz, Amerikan filmlerine dublaja bile gitmezdik. Gençlik zamanlarında böyle şeyler düşünülmüyor ama şimdi mecburum.”

Baskın’ın bu tip geri çekilme zamanlarında sanatın bunu kırmak için yapabileceklerine ilişkin geçmişten bugüne taşıdığı modellemeler ve önerileri var:

“Tiyatronun beş bin yıla yakın mazisi var. Hiçbir zaman ölüp gitmemiş. Dönemlerin özelliklerine göre strateji değiştirerek beş bin yıldır yaşamış. Bunun ortadan kalkması mümkün değil. Biraz kafa yorarak yeni stratejiler bulmak lazım. Örneğin sokak tiyatrosu. Daha çok gençlerin kurdukları ekiplerle yapılabilecek bir şey. Daha görsel, daha büyük, toplanıp bir yerde bir konuyu anlatmak, oynamak ve hemen kaybolup gitmek gibi toplumu sarsıcı sokak oyunları üretmek mümkün olabilir. Geçmişte örnekleri var. Örneğin 1980 yılında, 12 Eylül’den önce İzmir’de büyük bir TARİŞ grevi vardı. O zaman ben İzmir’deydim. Bir sürü arkadaşla beraber o grevde sokak tiyatrosu yapmıştık. Grevi destekleyen, işçi sınıfının haklılığını anlatan işlerdi. Çabucak toplanıp, oyunu sergileyip, hemen dağılan tiyatrolarla mevcudu; halkı burnundan getiren politikaları eleştirecek, zihin açıcı çalışmalar yapılabilir. Baskı dönemlerinde genellikle kabare oyunları, mizah, komedi hâd safhaya varır. Çok zeki olmak gerekir. Nitekim de mizahçılar öyle. Ama kabare tiyatrolarında boşluk var. Başka bir şey anlatıyormuş gibi yapıp başka bir şey anlatmak... Halkın anlaması, yorumlaması ve değişmesini sağlayacak yöntemler bulmak lazım. Brecht bütün tiyatro stratejisini bu üç öğeye bağlamış.”

Emektar tiyatrocu, içinde olduğumuz dönemi benzer özelliklere sahip olduğunu düşündüğü bir örnek üzerinden anlatıyor:

“Almanya’da Nazi döneminde bir kabare sanatçısı oyununda anlatıyor: ‘Dün kapıdan çıktım, kapının önünde gıcır gıcır bir Mercedes gördüm, içinde Naziler vardı’ diyor. Nazileri satılmış, altına o arabayı çekebilme gücüne sahip olarak resmediyor. Naziler bunu bir güzel dövüyorlar. Ertesi gün sargılar içinde sahneye çıkıyor. ‘Dün tiyatrodan çıktım, kapının önünde bir Mercedes vardı, eğildim içine baktım Naziler yoktu’ diyor bu sefer. Bu zekâ kıvraklığını halkın kendisinin keşfetmiş gibi bulması çok önemli. Bunun en iyisini Levent Kırca yapıyordu.”

Oyuncuya, yeni gelişen teknolojilerin ve internetin sanatın yeniden üretiminde bir mecra olup olamayacağını soruyoruz:

“Bence çok mümkün. Küçük skeçler yapılmaya başlandı. Bence bu yol çok başarılı olabilir. Bir kamera, iki ışıkla yapılabilir. Düz konuşma ya da ikili üçlü skeçler halinde bir şeyler yazıp oynanabilir. Bir dakikalık çarpıcı şeyler denemekte fayda var. Örneğin ‘son çıkan Kanun Hükmünde Kararname insanları ne hale getirir?’. Bunu bir dakikada anlatabilirsiniz internette.”

Son olarak, genç insanlarla tiyatronun duayenleri arasında bilgi ve tecrübe aktarımına ilişkin duyduğu sorumluluklarla noktalıyor sohbetimizi:

“Ben ömrüm boyunca AST’ta hocalık yaptım, genç stajyerlere ders verdim. İnsanlar sahnede nasıl duracak, nefes alacak, nasıl konuşacak, bunları öğretmeye sıvandım. Tiyatromuza meslektaş yetiştirmek için. Şu anda AST’ı yönetenler bu süreçten geçmiş insanlardır. Bizler oraya başladığımızda 20’li yaşlara yeni adım atmıştık. Geldik, idareyi ele aldık, en güzel oyunlarımızı da o sıralarda çıkardık. Ben İzmir’de bir üniversite ile işbirliği içerisinde bir çalışma yürüteceğim. Yanı sıra bazı gençlerle tiyatro konuşup, aktaracağımız bir zemin açmaya çalışıyorum. Gençlerin de biraz bilmeye, keşfetmeye, öğrenmeye ilgi duyması gerekir. Tek yönlü bir ilişki bekleyemeyiz.”