CHP'nin Temmuz ayında yapılan 37'inci Olağan Kurultayı'nın ardından belirlenen Merkez Yönetim Kurulu'nda (MYK) ilk kez görev alan Sosyal Politikalardan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Yüksel Taşkın, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) içerisinde yüzde 40-50'lik bir kesimin Millet İttifakı'na yakın refleksler verdiğini söyledi.
BBC Türkçe'nin sorularını yanıtlayan siyaset bilimci Taşkın, iktidarın İşsizlik Sigorta Fonu'nu çalışan kesimlere değil işverene kaynak aktarmak için kullandığını belirterek "2017'den bu yana 43 milyar lira işverene aktarıldı. Hep, istihdam yaratma koşuluyla veriyor. İstihdam artmadığı gibi azalıyor. Burada tercihler hep, kuralsız, ahbap çavuş kapitalizminden yana" dedi.
İktidarın Seçim Yasası değişikliği çalışmalarına da dikkat çeken Taşkın, İstanbul seçimleri örneğini vererek, "temsilde adaleti zedeleyecek" düzenleme yapılması halinde seçmenin bunu yapanları cumhurbaşkanlığı seçiminde "cezalandıracağını" söyledi.
Önümüzdeki dönemde, ya sağ popülizmin milli güvenlik devletini öne çıkaran, güvenlikçi, çatışmacı bakışı devam edecek ya da sosyal güvenlik devletini yeniden, güçlü biçimde öne çıkaran anlayışlar zemin kazanacak. Korkunç bir eşitsizlikler dünyasında yaşıyoruz. Üstelik yaşanan sorunlardan sorumlu olanların çözüm odağıymış gibi gösterildiği sağ popülist bir dalga var dünyada.
Buna karşı hümanizm, dayanışma ve sosyal devlet gibi değer ve kurumları savunanlar da soldan buna yanıt oluşturacaklar. Dünyada bir sol kamu ahlakına ihtiyaç var.
18 yıllık iktidar yoksulluğu idare ediyor. Bugün TÜİK'in verilerine göre Ciddi Maddi Yoksunluk içerisinde yaşayan 21 milyon 800 bin insan var. Demek ki bu iktidar yoksulluk sorununu çözmediği gibi bunu idare ediyor, bunun üzerine bir seçim stratejisi bina ediyor.
Bu bence tercih. Bu özünde sınıfsal bir mesele ve siyasi tercih meselesi. Sosyal Koruma Kalkanı denilen yardım paketiyle, Covid-19'la mücadele anlamında altı ayda sadece 34 milyar lira harcandı. Bu da 4.4 milyar dolar ediyor. Bu miktarın 8 milyar lirası dışında tamamı İşsizlik Sigorta Fonu'ndan geldi.
Ama son 9 ayda devletin farklı kalemlere harcadığı toplam para 1.5 trilyon liraya yakın. O kadar net bir tercih meselesi var ki. Almanya'nın geçtiğimiz Mart ayında açıkladığı 750 milyar euroluk paketin içinde beyaz yakalılardan, sanatçılara, esnaflara, sanayicilere kadar her alana destekler var.
Öte yandan bu İşsizlik Sigortası Fonu, işsizlerin omuzlarında yükselen bir fon. Ve bu fondan 2017'den bu yana 43 milyar lira işverene aktarıldı. Hep de istihdam yaratılması gerekçesiyle bu teşvikler veriliyor. Ve hiçbir şekilde istihdam artmadığı gibi azalıyor. Burada tercihler hep, kuralsız kapitalizm, ahbap çavuş kapitalizminden yana.
Her şeye şöyle bakıyorlar, bu tarafa, yani kendi etrafımızdakilere ne aktarabiliriz. İşte torba kanunu takip ettiniz, yine İşsizlik Sigorta Fonu'nu işverene iyice açan bir düzen.
25 altı ve 50 yaş üzerinden yeni bir emek rejimi oluşturuluyor. Bu insanların primlerinden tırtıklayarak, onların çalışmaya mecbur olmalarından yola çıkarak belirli iş sözleşmesi üzerinden güvencesiz bir ikinci sınıf çalışanlar grubu oluşturma arayışı var.
Çalışmaya mecbur oldukları için daha da güvencesiz koşullarda çalışmalarının önü açılarak bazı iş çevrelerinin talepleri karşılanmış oluyor. Burada önü açılan yeni bir durum var. Türkiye'deki kuralsız esneme kabiliyetini biliyoruz. Zaten gelir vergisi primlerinde indirim yetkisi Cumhurbaşkanı'na verildi. Bu da şu anlama geliyor. Hep siyasi tercihler, iş çevreleri için yapılan bu indirimler, size bana tüketim vergisi olarak geri dönecek.
Yeni iş düzeninde iş çevreleri şunu yapacak, "niye ben sendikalı çalışanlarla, primlerinin tamamını ödemek zorunda olduğum kişilerle devam edeyim ki?" Bu çok çok vahim bir şeye yol açmak üzere. Aslında kendi Anayasa'mız ve uluslararası sözleşmelere baktığımızda, bu angarya düzeni veya ikinci sınıf çalışan düzeni Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilmeli.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi örneğin, sosyal hizmetler üzerinden 1 milyon 57 bin haneyle temas halinde 4 küsur milyon insan ediyor bu.
Onların stratejilerini, "sistem mezuniyeti" diye bir anlayış üzerine kurmaya çalışıyorlar. Yani şu, "sizi yoksulluktan nasıl çıkarırız?" Bu görünüşte kolay ama biz sosyal demokratlar olarak bunu hedeflemiyorsak, bırakalım bu işleri.
Hatta bizim söylemimizde şöyle bir eksen var, "sizi iyi yaşatmak istiyoruz ama çocuğunuzu kesinlikle çok daha iyi yaşatacağız!" Sosyal devlet vurgusunu bunun üzerine kurmamız lazım.
Dolayısıyla bizim büyükşehirlerdeki modellerle Aile Destekleri Sigortası, yani "İkinci Yüzyıla Çağrı" beyannamemize geçirdiğimiz anlayış, çok çakışıyor. O da şu.
Yoksulluktan nasıl kurtaracağız bu insanları. İlk bakışta çok hayali gibi gelebilir ama üretim temelli bir ekonomiye geçmemiz lazım. İstihdamın en kestirme yolu bu. Siz teşviklerle istihdam yaratamıyorsunuz, çünkü teşvik verdiğiniz kişi ara malı üretemiyor. Ara mal üretemediği için yurt dışından alıyor.
İkincisi ciddi bir vergi reformu. Üçüncüsü yeni bir iktidarın mevcut bütçe içerisindeki tercih ve önceliklerini değiştirmesi lazım. Bunun için bizim iktidar olmamız lazım.
Evet, büyükşehirlerin kendilerine özgü sorunları var ama bizim yoksulluğa yaklaşımımızda bazı farklar belirgin şekilde ortaya çıktı.
Biz insan odaklı, hak temeli bir sosyal devlet anlayışını yerel iktidarımızda hayata geçirmeye başladık. Korona sürecinden önce yönetimlerde tasarrufa gittiğimiz için kaynak yaratmayı başardık. Felsefi olarak hak odaklı yaklaşım diyoruz ya, örneğin biz İstanbul'da 100 bin öğrenciye 300 liralık ve işleyen çözümler üretiyor.
Burada yapılan şu, bulunduğun yerden seni başka bir yere taşımayı amaçlamalıyız. Sosyal demokrasi zaten sosyal devlet kavramını geliştiren anlayış. 2021 bütçe taslağında yine müteahhitlerle ilgili ciddi kalemler konulmuş. Orada görüyorsunuz, kimlerin düşünüldüğünü. O kaynaklardan biraz tasarruf edilerek, yoksul kesime aktarılmaması tercihlerle alakalı. Kaynak var yani.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçmemizle birlikte 150 milyar dolarlık bir fakirleşme yaşadık. Sistemin yani demokrasinin krize girmesi devleti krize soktu, devletin krize girmesi de ekonomiyi krize soktu.
Bütün bunlardan kim kaybetti kim kazandı bu sorular üzerinden gitmemiz gerekiyor. TV ekranlarına baktığınızda sokaktan çok farklı bir şey anlatılıyor orada. Hepsi değil ama büyük bölümü öyle.
Şimdi biz mesela esnafa gidip, birebir ziyaret edip 17 talep oluşturduk ve ciddi ses getirdi bu esnaflar arasında.
Eğitimde 30 milyon veli var. Bütün bileşenlere sorarak, 14 maddelik öneriler oluşturduk. Şimdi bütün milletvekillerimiz salgına rağmen her vilayetin KOBİ'erini geziyorlar. Onların talep ve sorunlarını da ayrıca Genel Başkanımız ele alacak. Tarım, sağlık gibi bütün sektörlerle bu şekilde temas halinde yol alacağız.
Bence şöyle, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'yle derinleşen demokrasi krizi, ondan sonra yönetememe, yani devlet krizi, sonra iktisadi krizi, onun üzerine hiçbir şekilde yönetilemeyen Covid-19 pandemisi var diyoruz... Bütün bunları söylediğinizde, o zaman seçimin ferah bir çıkış, kadrosal yenilenme olduğunu savunmak durumundasınız.
İktidarın da buna yanıt verme biçimi çok hafızasızca. Sanırım bir kere daha muhalif aktörlerin daha diri ve hazır olduğunun ve geleceğe dair vizyonlarının olduğunun altını çizmek gerekiyor.
Muhalif duruşu olanlar kendi öz güçlerini göremeyebilirler ama siyasi aktörlere baktığınızda, hem muhalefette aktör çeşitlenmesi var hem bunların bir gelecek vizyonu var ve yer yer de ortaklaşıyorlar.
Biz sahada şunu görüyoruz, moral üstünlük tamamen muhalefette. Mesela kutuplaştırma siyaseti üzerinden hayat tarzı meselelerine kilitleniyordu tartışmalar. Biz hayat tarzı meselelerinin ötesine bakıyoruz, bölüşüm, adalet gibi konulara odaklanmayı tercih ediyoruz.
Şimdi şöyle bakıyor insanlar, "Bizi bu çukurdan bunlar kurtarabilir mi?" Kurtaracak demiyor henüz ama "kurtarabilir mi?" diye bir pozitif okuma var. Bizim onlara vereceğimiz yanıtlar, parti olarak muhalefet aktörleri olarak, Türkiye'yi düze çıkaracak. Bu güven ilişkisinin kolay kurulamayacağını unutmayalım. Kutuplaşma çok tahripkar bir şey. İkincisi Türkiye'ye özgü enteresan bir şey var; Türkiye, güven oranının Afrika ülkelerinden de geri olduğu, hatta iç savaş geçirmiş Ruanda'dan bile geri olduğu bir ülke. İnsanlar kolay kolay güven duymuyorlar. Bizim ciddi şekilde bu güveni daha da güçlendirmemiz gerekiyor. Yani bu konuda yapılacak net olan şeyi söylüyorum sahada olmak ve dinlemek.
Bence yaptığımız şeyi yapmaya devam etmemiz lazım, sahada olmaya... Türkiye'de gerçek bir kamusal tartışma alanı yok şu anda. Hem medyada yok hem de sosyal medyada.
Sosyal medya ifade özgürlüğünün iyi kötü zorlandığı bir yer ama sahayla, siyasal ve toplumsal alanlarla bağlantısı zayıf. Eskiden siyasal tartışmaları aydınlar veya sivil toplum başlatır, siyasi partiler de etkilenirdi.
Şimdi siyasal tartışmaları ve program önerilerini de siyasi partiler yapıyor. Bu onların çok mahir olduğu anlamına gelmiyor, toplumsal hareket yok. Bir işçi, emekçi, öğrenci, memur hareketi yok, artı sivil toplum da aydınlar da üniversitelerde hep siyasetin onları kurtarmasını bekliyor. Bunun pek çok nedeni var. Sokağa inmenin zorluğundan başlayabiliriz.
Bir de siyasal tartışmaların içinin boşaltılması. Siyasal islamcılar bazı kavramları değiştirip içlereni boşalttılar ve bu, siyasal tartışmaya büyük bir darbe oldu.
İkincisi Türkiye'de sahte bir kamusal tartışma ortamı var. Peki bu insanlar neden böyle sahte tartışma ihtiyacı duyuyorlar? Çünkü toplumda bir merak duygusu var aslında ona karşı bunu üretiyorlar.
Üçüncüsü trollerle ilgili bir strateji var. İktidar cenahının sözü tükendi. Statükonun dışında laf edecek herkese büyük bir linç yapılıyor. Kendisinin sözü yok, öbür tarafı da konuşturmuyor.
Siz diyelim ki temel meselelerimizle ilgili onlara göre "yerli ve milli" - ki bence öyle değil, kendi menfaatlerini yerli milli diye nitelendiriyor-o alanın dışına her hamle yapana büyük bir linç uygulanıyor.
O linçten ürken aktörler de bence o çemberin içinde kalma refleksini veriyorlar. Bir de muhalefete baktığımızda, muhalefete yakın kanallarda ve medyada da programatik tartışmadan çok, ağırlıklı olarak güncele, o an dışarıdan üretilen gündeme odaklı tartışmalar yürütülüyor.
Hepsi için geçerli değil, haksızlık etmeyelim ama muhalif medyada da yeni yüzler ve fikirlere ihtiyaç var ve üstelik sivil toplumda böylesi insanlar ve fikirler fazlasıyla mevcut.
Anketler konusunda ise bize daha farklı bizim daha iyi olduğumuz anketler de geliyor. Ama enteresan bir şekilde, en az göründüğümüz anketlerin de muazzam şekilde dolaştırıldığını görüyoruz.
Şu duruma düşmemek lazım, anketleri beğenmediniz de eleştiriyorsunuz... Türkiye'de anketçilikle toplum mühendisliği karıştırılıyor, onun da iyi bir etik yasası çıkması lazım.
Bir de mevcut koşullarda bir genç kamuda çalışmayı düşünüyorsa, ben HDP'ye oy vereceğim, CHP'ye oy vereceğim demesi zor.
Benim gençliğimde siyasi parti üyesi olmak konusunda iki defa bile düşünmezdim. Şu anda iktidar partilerine üye olursanız, İŞKUR misali önünüzün açılabileceği bir durum var.
Öbürlerine üye olursanız fişleneceğiniz gibi bir algı var. AKP'nin üye sayısının artmasında da üye olursan çocuğunuza iş buluruz tarzı şeylerin etkili olduğunu unutmayalım.
Bir kere potansiyelleri var. Potansiyellerine yönelik ilerleyeceklerini ve iki partinin ciddi şekilde oy oranını arttıracağını düşünüyorum.
Muhafazakar kesim bence AKP ile bu işin olmadığını görüyor ama tutundukları gücü de bırakmak istemiyorlar. Düşünün işte devletteki, kamudaki kadrolar 5 milyona çıkarıldı ve belli kesimler bütünüyle dışında bırakılarak yapıldı bu.
Oradaki havuzdan belki onlara bir şey düştü veya geçmişteki kültürel bazı travmaları yüzünden tedirgin olabilirler. İnsanlar mesela, AKP'nin ana blokunun, Ali Babacan'la, DEVA Partisi ile taşınacağını hissederse, oraya yoğun bir kayma olacak.
Bence MHP'nin içerisinde bile yüzde 40-50 arasında bir kesim sosyolojik olarak millet ittifakına yakın refleksler veriyor. Örneğin neredeyse bu kesimin yarısı "Ayasofya müze olarak kalsın" dedi.
İktidar partileri, bizim muhalefet bloku kadar moral nedenlerle yan yana değiller. Güce tutunma nedeniyle birbirlerine muhtaçlar. Orada MHP açısından da sıkıntı var. AKP'nin daha kentli, eğitimli muhafazakar kesimler ve gençlerle oy verme konusunda sıkıntısı var.
Bence DEVA Partisi Gelecek Partisi ve hatta İYİ Parti'ye yönelme anlamında bir potansiyel duruyor.
Yaftalama ve karalamayla geçen seçimde (yerel seçim) ne olduysa önümüzdeki seçimde de öyle olur. Yerel seçimler doğası gereği ittifak yapmaya en aykırı seçimlerdi. Bu toplum böyle bir seçimde bile satranç oynar gibi oy verdi.
Yerel seçimlerde, o kişiye, hem İYİ Partili hem de HDP'li oy verdiyse, bunu pekala yine yapabilir. İktidar böyle götürdüğü sürece, toplumun şunu gördüğüne inanıyorum; muhalefetteki aktörlerin niteliği ile gelecek vizyonları, iktidarda biriken statükocu, yeni bir şey söyleyemeyen anlayışın önüne geçecektir.
Dış politika krizleri ile bunun önüne geçebiliriz diye denemeler yapıyorlar, 4 gün gündem oluyor, 5'inci gün ise açık ara farkla ekonomi gündemleri öne geçiyor. Dolayısıyla bu tablonun muhalefetin ciddi şekilde lehine olduğunu düşünüyorum.
Sosyolojik olarak karşılığı olmayan toplum mühendisliklerinin neticelerini gördük. Bu türden toplum mühendisliği ve dizayn girişimleri, sosyolojiye çarpar.
Örneğin 28 Şubat sürecinde yapılan toplum sosyolojisine şekil vermeye dönük müdahalelerin AKP'yi ne kadar büyüttüğünü gördük. Türkiye'de de şu anda sosyolojik realite muhalefetten yana.
CHP kurumsallığını başarmış bir parti. Kendi tarihiyle karşılaştırarak baktığımızda, parti içindeki hizipsel gerginlikler minimum düzeyde. Muharrem Bey bir hareket başlattı ama onun nereye evrileceğine artık kendisi karar verecek.
İYİ Parti kongresinden sonra, bazı anketlere baktığımızda seçmenlerden önemli bir teveccüh gördü ama içeride başka bir şey yaşandı. Bence Meral Akşener onu çevirir. Yani Meral Hanım'ın hangi koşularda partiyi kurarak, yüzde 10 tabanına oturttuğunu unutmayalım.
HDP de, kayyum atamaları gibi maruz kaldığı yoğun baskılara rağmen ayakta kalmayı başarıyor. Zorlanıyor belki ama baskı ortamında ayakta kalma tecrübelerini unutmayalım.
HDP Genel Başkanı Mithat Sancar'ın tüm baskılara rağmen demokratikleşme sürecine katkı vermeye devam edeceğiz türünden çıkışları da önemli.
Orada bir krizleri olduğunu söyleyeyim. Temmuz dediler olmadı, Ekim dediler olmadı. Kendi aralarında anlaşamamalarının nedeni şu olabilir; yarın öbür gün MHP ittifaktan koptuğunda o seçim sisteminin kendi lehine olup olmayacağı konusunda tereddütleri olabilir.
Dolayısıyla bu konuda çalıştıklarını biliyoruz ama bu konuda belki de aralarında bahsettikleri, kuracaklarını iddia ettikleri uzlaşmayı yakalayamadıkları için bu iş uzuyor. Ben şu anda seçim sistemini değiştirme ihtimallerini yüksek görüyorum. Karşımıza çıkaracakları seçim sisteminin muhalefette iki blok oluşmasını gerçekçi olmaktan daha da uzaklaştıracağı tahmin edilebilir. Çok ciddi bir şekilde temsilde adalet ilkesini hasara uğratırlarsa, toplumun Cumhurbaşkanlığı seçiminde büyük bir cezalandırmaya gideceğini düşünüyorum. Diyelim ki AKP öyle bir sistem yaptı ki, İstanbul'da, 150 bin kişi bir kişiyi seçiyor.
Anadolu'da bir ilde ise çok daha az oyla vekil çıkarılıyor. Bu denge daha da bozuldu diyelim. Burada İstanbul'da seçimlerin yenilendiği sürece bakalım. Orada da seçmen, "Benim siyasete katılma anlamında en kutsal bulduğum şey sandıktı. Sandıkla oynadığınız için ya sandığa gitmeyerek destek vereceğim ya da oy vererek destek vereceğim" diye bir bilinçle hareket etti. Bence hakkaniyetli olmayan bir sistem toplumun bu damarını harekete geçirebilir. Topyekün demokratikleşme şansını yakalarsak, Tunus'ta 2011'de olduğu gibi sıfır barajlı bir sistem neden olmasın? Kurucu meclislerini sıfır barajla kurdular, 20 bin kişi bile vekil çıkarabildi.
Demokratik yöntemlerle sivil bir anayasa yapmayı başardılar. Tunus şu anda Ortadoğu'da demokrasi sayılan 2-3 ülkeden birisi. Ve anayasalarına üçte bir kadın kotası koydukları için kadın vekil sayısı üç kat arttı. Türkiye'de de sivil toplumda yüzde 50'ye çıksın diye bir talep var. Biz de parti olarak bu talebe sıcak bakıyoruz.
Bu ciddi bir çılgınlık, hiç kimseye yararı olmayan bir şey. Burada kendi dar çıkarları ve hatta rövanşizm duygularını aklın önüne koyan bir anlayış var. Biz uzun süre Mustafa Şentop'a baktık. Daha önce söyledikleriyle kendisini bağlamıştı, o duruşun gereğini yapmasını bekledik. Mahkeme kararından sonra da benzer şeyleri söyledi. AYM kararı bağlayıcı olduğu için Şentop'un Berberoğlu'nu Meclis'e çağırması anayasal yükümlülüğüdür.