CHP Genel Başkan Yardımcısı Veli Ağbaba, profesör Ali Nesin'in 12 Eylül 2010'da yapılan referandumla ilgili olarak kullandığı "Tabii ki 'Yetmez ama evet' diyecektim. Ben doğrusunu yaptığıma inanıyorum. Bugün olsa bugün de aynısını derim" ifadesini eleştirdi. "Bunu hâlâ savunması korkunç, savunmamak lazım. Birileri görmedi ama belki de rejim değişikliği o günden itibaren tasarlandı" diyen Ağbaba, "Artık bu kesimlerle de helalleşmek lazım. Kan davası yapmamak lazım" ifadesini kullandı.
Aralarında aydın, yazar, hukukçu, sanatçı, öğretim üyesi ve siyasi eylemcilerin bulunduğu ve "liberal" olarak nitelenen bir grup, eksik olmakla birlikte yeni anayasanın Türkiye'de demokratik hak ve özgürlükler açısından ileri bir adım olduğu, 12 Eylül Anayasası'nda bir gedik açacağını savunarak "Yetmez ama evet!" çalışmasını yürütmüştü.
Gazete Duvar'dan İrfan Aktan'a konuşan Veli Ağbaba'nın açıklamaları şöyle:
Hasankeyf’in baraj altında bırakılması projesine, Karadeniz’deki HES’lere, her yere AVM dikilmesine ve kentsel dönüşüme yönelik toplumsal tepki, şu an dördüncü yıl dönümü olan Gezi Parkı’ndaki dönüşüm girişimine karşı isyanla had safhaya ulaşmıştı. Fakat her ne kadar geri çekilse de zeytin alanlarının imara açılması projesinde olduğu gibi hükümetin bu tür çalışmaları kolay kolay engellenemiyor. Siz muhalefet olarak bu konuda nasıl bir muhasebe yapıyorsunuz?
Zeytinden tutun da HES’lere ve kentsel dönüşüm projelerine kadar bütün bu düzenlemeler siyasi bir hedefin tezahürü. “Dikey değil yatay büyüyeceğiz” diyenler aslında İstanbul başta olmak üzere birçok kenti adeta yok ederek onlara farklı bir kimlik büründürmeye çalışıyor. Her yere bilinçli olarak AVM dikiliyor. Kentlerdeki tüm yeşil alanlar AVM ve rezidanslarla kaplandı. Gezi’de de sadece basit bir AVM yapmak değil, cumhuriyetle hesaplaşmak istiyorlardı. Zeytin de Gezi Parkı da, Ulus’ta yapılan camii de bir ihtiyaçtan dolayı yapılmıyor. Bunlar, cumhuriyet rejimiyle hesaplaşmak için yapılıyor.
AKP’nin bunda başarılı da olduğu söylenemez mi?
Öyle gözüküyor. AKP maalesef geriye dönüşte başarılı oldu. Bunda bizim de sorumluluğumuz var. Ama sorumluluğu olan başka kesimler de var.
Kimler mesela?
Aydın, liberal dediğimiz insanların da sorumluluğu var. 2000’li yıllarda “bunların gizli ajandası var” diyen sarı saçlı laikçi teyzelerle dalga geçiyorlardı ama o teyzeler haklı çıktı. AKP’nin dünyada meşrulaşmasını sağlayan kendi siyasi kadrosu değildi. AKP’ye, Gezi’ye kadar güven besleyen, onun askeri vesayete karşı demokrasi için mücadele ettiğini sanan bir kesim vardı. AKP’nin yönetim kadrosunun siyasi anlayışı İhvan’dır. Mısır’daki İhvan neyse, Türkiye’deki AKP de odur. Geçenlerde Tayyip Erdoğan, “14-15 yıldır iktidarız ama kültürel ve sosyal alanda iktidar olamadık” dedi. Çünkü kendi siyasi anlayışı her türlü imkânı kullanmasına rağmen bir entelektüel yaratamadı. Bunu şimdiye kadar liberallerle kapatmaya çalıştılar. Keza Fethullahçılar da aslında AKP’nin entelektüel yanıydı. Onların ABD’deki, Avrupa’daki lobisini bunlar yapıyordu.
“Liberal aydınlar” denen grupla AKP şu anda taban tabana zıt noktadalar. Karşılıklı olarak birbirlerinden vazgeçtiler aslında. Peki şimdi CHP bu kesimlerle ilişkilerini geliştirmeye çalışıyor mu?
AKP’nin bu kadar güçlenmesinde, baskıcı olmasında bu liberal aydınların çok büyük payı olduğunu düşünüyorum. Gelinen noktayla ilgili onların da günahları çok. Kendisi gibi düşünmeyen, hatta yaşam tarzı uyuşmayan insanlar tarafından desteklenmesi, AKP’nin en büyük başarısıydı. Tayyip Erdoğan’la demokrasiyi aynı karede gösterme konusunda çok başarılı oldular. Oysa Erdoğan’ın demokrasiye bakışını anlamak için çok fazla kitap okumuş olmak gerekmiyordu. Mersin’deki çiftçiye “ananı da al git” dediğinde Erdoğan’ın demokrasi anlayışı belli olmamış mıydı? Her şey belliydi ama onlar hep Erdoğan’ı olumlu yönde görmek istediler.
Neden? Acaba CHP’de bir umut görmedikleri için o tarafa meyletmiş olabilirler mi?
Sadece ondan mı, değil. Eskiden bu kesim için laiklik CHP’nin kullandığı, alay edilesi bir kavramdı. Ama şimdi bunun hayati bir mesele olduğunu onlar da anlamaya başladı. Beraber değiliz ama onlar da CHP’nin çizgisine geldi. Bu kesimlerin CHP’nin izlediği politikaları desteklediklerini düşünüyorum. Ayrıca bu konuda bir parantez açmak istiyorum: Artık bu kesimlerle de helalleşmek lazım. Kan davası yapmamak lazım.
Yetmez ama evetçilerle mi?
Evet, herkesle. Bir şey olunca hemen yetmez ama evetçileri suçluyoruz. Doğrudur, suçlu mu bunlar, suçlu. 2010 referandumundan Evet çıkmasının sebebi sadece AKP ve cemaat değil, yetmez ama evetçiler. Geçtiğimiz günlerde Ali Nesin’in yaptığı açıklamada bunu hâlâ savunması korkunç. Oysa 15 Temmuz’un en büyük eşiği 12 Eylül 2010 akşamı aşıldı. 15 Temmuz’da Meclis’e atılan bomba da, tankların mazotu da 2010’da kondu. Silahlara kurşunlar 12 Eylül 2010 akşamı sürüldü. Dolayısıyla 2010 referandumunu savunmamak lazım. Birileri görmedi ama belki de rejim değişikliği o günden itibaren tasarlandı. Bugün laikliğin, cumhuriyetin, demokrasinin, Meclis’in tartışılır olması o günkü sonuçla başladı. Fakat liberal aydınlarla bu meseleyi kan davası yapmayacağız. 16 Nisan öncesinde görüldü ki, onlar da demokrasiyi savunuyor. O halde artık bu insanlarla helalleşmek lazım.
Bugünlerin 12 Eylül 2010’da tasarlandığını söylüyorsunuz. Bu, bir devlet aklının yürürlükte olduğu anlamına mı geliyor?
Hayır, devlet aklı filan yok. Karşımızda belli hedefleri olan ve bu hedefleri doğrultusunda hızla ilerleyen bir siyasi anlayış var. Buna AKP’nin aklı demek daha doğru olur. Devlet diye bir şey de yok artık. Devletin bütün kurumlarına, hücrelerine kadar belli bir siyasi anlayış yerleşmiş durumda. 15 Temmuz’dan sonra bu süreç daha da hızlandırıldı. AKP gibi düşünmeyen memurlar KHK’larla atılıyor. Her yıl 80 bin kişi emekli olurken bu yıl 400-500 bin kişi emekli olmak için sıraya girmiş. Bir taraftan da KPSS’yi kaldırıp yerine mülakatı getirerek kendilerinden olmayan hiç kimseyi devlete sokmamaya başladılar. Binanın girişindeki güvenlikçiden üst kattaki yöneticiye kadar AKP’li olmayan kimse bırakılmıyor.
Devlette böylesi bir yapısal dönüşüm yaşanırken 16 Nisan’da da Hayırcılar, “oylarımızla sonuç değişmeyecek, bu gidişat engellenemeyecek” hissine kapıldı. Siz 2019’a bu hissi dağıtmış olarak girebileceğinizi düşünüyor musunuz?
16 Nisan’daki sonuç Gezi’den sonra Türkiye için çok büyük bir umut oldu. Hayır başarılı oldu. 16 Nisan’da sandığa atılan Hayır oyları çalınmadı, biz atılan her oya sahip çıktık. Ama HSYK çalındı. Sandığa fazla Evet oyu atıldı. HDP’nin ve bizim örgütümüzün olmadığı yerlerde sahte Evet oyları kullanıldı. Yine de 16 Nisan’da, herkes siyasi görüşünü arka cebine koydu ve “demokrasi” dedi. Hayır diyen herkesin de umudunu koruduğunu ve bu umudun artacağını düşünüyoruz. Şu anda referandum yapılsa, geçmesi mümkün değil. 2019’u bir seçim gibi değil de referandum gibi yapabilirsek, başarırız.
Aralarında uzlaşmaz farklar olan örneğin milliyetçi Hayırcılarla Kürt Hayırcıların ortak adayda buluşması mümkün mü?
Bence mümkün. Bir taraftan tek aday çıkıp “tüm yetkileri kendimde toplayacağım, bakanı da memuru da, milletvekilini de ben atayacağım, savaşa girme kararını ben vereceğim” diyecek. Öbür taraftan da Hayırcıların çıkaracağı aday “Bu yetkilerin hiçbirini kullanmayacağım, ülkeyi bir yıl içinde tekrar referanduma götüreceğim, anayasa değişikliği yaparak parlamenter demokrasiyi güçlendireceğim” diyerek oy isteyecek.
İşte o adayda ortaklaşılabilecek mi?
Henüz erken ama uzlaşılabileceğini düşünüyorum. Herkesi temsil edebilecek bir yapı kurulabilir.
Mısır’ın İhvan’ı neyse, Türkiye’nin AKP’si de odur dediniz. Geçtiğimiz günlerde Kemal Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ı “rabiayı”, İhvancılığı bırakmaya çağırdı. Bu çağrının sebebi neydi?
Rabia işareti AKP’nin tüzüğüne de girdi. Peki bu işaretin çıktığı yer neresi, Mısır’ın İhvancıları… Kültürel, toplumsal, siyasal, sosyolojik alanda yapmaya çalıştıkları da bu. İhvan, tüm dünyada terör örgütü olarak görülürken, Rabia işareti yapamazsın, yapmamalısın. Bu işaret onların işareti, bizim değil. AKP’nin icat ettiği bir işaret değil. Türkiye’nin terör örgütü kabul ettiği örneğin IŞİD’in bir işaretini, başka bir ülke yöneticileri kullansa, zorumuza gitmez mi? Genel başkanımız onu söylemeye çalışıyor ve bence çok da doğru söylüyor. Bakın, AKP bütün yerel yönetimlerinde, bakanlıklarında, TBMM başkanlığında İhvan düşüncesiyle hareket ediyor. Türkiye’de eskiden anmalar, konferanslar yapılırdı yerel yönetimler tarafından. Ama artık Anadolu’nun çıkarmış olduğu değerlerle ilgili bir konferans, panel yapılmıyor.
Neyle ilgili konferanslar yapılıyor?
İsmini hiç duymadığımız insanlarla veya Kudüs’le ilgili konferanslar yapılıyor. İstanbul’dan Malatya’ya kadar, her tarafta aynı şeyler konuşuluyor. İhvan değerleri Türkiye’ye yerleştirilmeye çalışılıyor. Bu konuda en fazla duyarlı olması gereken milliyetçilerden de itiraz gelmiyor. İzliyor herkes. Bakın, 23 Nisan’da Meclis Başkanı açılış konuşmasında Atatürk ismini ısrarla anmadı. Ardından, sistemli bir şekilde Atatürk’le ilgili karalama kampanyası başlatıldı. Selanikli olduğu için Yunan çocuğu dediler, ağza alınmayacak hakaretlerde bulundular. Mustafa Armağan’ların filan Atatürk’e hakaret ettikleri program tesadüf değil. Bu, o siyasi anlayışın devamı işte. Atatürk kirletilmeye çalışılıyor. Beğenirsiniz veya beğenmezsiniz, tüm dünyada kurucu liderlere küfredilmez. ABD’de kimse Washington’a küfretmez. Bizim ülkemizde Atatürk’ün annesinin genelev kadını olduğunu söyleyecek kadar aşağılık hakaretler yapıldı. Bu da İhvan kültürünün bir devamıdır. Atatürk, var olan İslamı sanki yok etmeye çalışmış gibi gösteriliyor.
Seksen yıl boyunca topluma zerk edilen Kemalist ideolojiyi bir iktidar nasıl bu kadar kısa sürede etkisizleştirdi ve neden toplumdan ciddi bir tepki almadı?
Kurbağa hikâyesi var ya, bu öyle bir hikâye. Bu iktidar yola çıkarken “laikliği, demokrasiyi yok edeceğim” deseydi, Cengiz Çandar veya Hasan Cemal gibi isimler bunlara destek verir miydi Daha önce CHP’ye hep “laiklik, Atatürkçülük konusunda çok konuşmayın” derlerdi. Bizim partimizi bile kuşatmaya çalıştı bu anlayış.
CHP şu anda da laiklik vurgusunu eskisi kadar yapmıyor…
Yok, yapıyor. Referandum döneminde demokrasi, cumhuriyet, laiklik vurgusunu çok yaptık. Bunlar bizi var eden değerler. Bunların İhvan anlayışı sadece Atatürk’e düşman değil. Onun getirmiş olduğu sisteme de düşmanlar. Bizi Ortadoğu coğrafyasında İran’dan, Irak’tan, Suriye’den, Yemen’nden, Suudi Arabistan’dan farklı kılan nedir, laikliğimiz. Atatürk’ü bırakın, Tanzimat Fermanı’na kadar götürüyorlar hesaplaşmayı. “Hafızamız yok edildi” diyor ve yeni bir tarih yazmaya çalışıyorlar. Türkiye’de sağcısı da solcusu da, milletvekili de bence, tarihi okuyarak değil, dinleyerek öğreniyor. Kimden dinliyor? Televizyon ekranından. O ekranda en çok kim konuşuyor, Tayyip Erdoğan. 28 Şubat’ta doğan çocuklar şimdi oy kullanıyor. Toplumun önemli bir kesimi 12 Eylül darbesini CHP’nin yaptığını sanıyor. Tüm medya imkânları onların elinde. İnsanlar, Erdoğan’ı eleştiren bir tweet’i bile beğenemiyor. Böyle bir sistemle, Erdoğan’ın Müslüman Kardeşler siyasi anlayışına göre yeni bir tarih yazılıyor…
AKP gibi düşünmeyen memurların KHK’yla işlerinden atıldığını söylediniz. Bunlardan ikisi de Semih Özakça ve Nuriye Gülmen. Gözaltına alındıklarında “serbest bırakılmazlarsa süresiz oturma eylemi yapacağız” dediniz. Bu eylemi neyi yapmadınız?
150 bin insan işten atıldı, milyonlarca mağdur var. Birkaç tane insan, Nuriye Gülmen, Semih Özakça, Veli Saçılık, Acun Karadağ, Mehmet Dersulu, Esra Özakça, bu mağduriyeti tüm dünyaya duyurdular. Ekmeği elinden alınan insanlar korku içinde sinmişken, bu insanlar bunu dünyaya duyurdu. Bu yaptıkları eylem son derece saygındır, önce bunu belirteyim. Biz açlık grevini CHP olarak doğru bulmuyoruz. Bunu onlara da ifade ettik. Gülmen ve Özakça hukuksuz bir biçimde gözaltına alınıp tutuklandı. O gün Yüksel Caddesi’ndeki İnsan Hakları Anıtı önünde dört kişi oturma eylemi yapıyordu. Polis onları da gözaltına alınca biz tepki olarak oturma eylemi başlattık. Olumlu sonuç almazsak, sürdüreceğimizi de söyledik. Polis önce anıtı ve etrafımızı, sonra da tüm sokağı kuşattı. Sonra da oraya çıkan tüm caddeleri gözaltına aldı! Oradaki esnaf, Gülmen ve Özakça’ya sempatiyle bakıyor. Polis sokakları kapatınca, bir hafta boyunca onlar da mağdur oldu. Bunun üzerine eylemi Güvenpark’ta sürdürdük. Maksadın da hasıl olduğunu düşündük. Ardından da Gülmen ve Özakça’yı cezaevinde ziyaret ettik. Bu iş dünyaya duyuruldu ve artık bunun başka zeminlerde çözülebileceğine inanıyoruz.
Ne tür zeminler?
Hükümeti sıkıştırarak… Bu iş, orada oturma eylemi yapılarak çözülmeyecek gibi gözüküyor.
Orada oturma eylemine devam etseydiniz, ciddi bir kamuoyu desteği olmaz mıydı?
Biz orada otururken arkamızda 3 bin, 5 bin insan oturmuyordu ki. Keşke öyle olsaydı.
Niye o kadar insanı toplayamadınız?
Biz bir çağrı yaptık. “Sadece Semih’le Nuriye değil, mağdur olan herkesi bu eyleme destek vermeye çağırıyoruz” dedik. Bu sadece dört tane CHP milletvekili ve 5-6 tane mağdurun meselesi değil ki.
Ama CHP milletvekilleri olarak bir çağrı yapıyorsunuz ve destek alamıyorsunuz. Bu tuhaf değil mi?
Bu işin CHP’den çıkarak kitleselleşmesi lazımdı. Maalesef çok ciddi bir korku hakim. Kimin hangi KHK’yla kime ne yapacağı belli değil. Ömrü demokrasi mücadelesiyle geçmiş olan İbrahim Kaboğlu meslekten atılıyor, pasaportuna el konuyor, mal varlığına tedbir konuyor… Türkiye’de bunun bir karşılığının olması lazım, değil mi? Peki ne oldu? Kimse sokak eylemi yapmadı. Akşam sokakta saz çalmak yasak Türkiye’de! Polis devleti, bu ülkede kitlesel tepkilerin olmamasının sebeplerinden biri. Elbette halk sosyal medyadan veya sandıktan tepki vererek deşarj oluyor.
Dolayısıyla baskı politikasının sonuç alıcı olduğu söylenebilir mi?
16 Nisan’da gördük ki, her türlü baskıya rağmen bazı şeyler olabiliyor.
Siz CHP’nin Cezaevi Komisyonu başkanısınız ve mesainizin bir bölümü hapishanelerde geçiyor. İçeride durum nedir?
OHAL’le birlikte Türkiye genelinde hukuk nasıl ki askıya alındı, cezaevlerinde de her türlü hak askıya alındı. Kitap okuyamıyor, mektup yazamıyor, elinize kalem alamıyorsunuz.
Bu sadece siyasi mahpuslara yönelik bir baskı mı?
Ağırlıklı olarak öyle. Özellikle FETÖ’den tutuklananlara iki kat uygulanıyor bu baskılar. Örneğin onlara haftada sadece bir kez, bir saatliğine avukatla görüşme hakkı veriliyor. İnfaz koruma memurları yanlarında bekliyor ve kamerayla görüntü alıyorlar. Spor, kitap okuma, etkinlik hakkı zaten hikâye oldu. Tecrit birkaç kaç artırılmış durumda. 2000’li yıllardaki ölüm oruçları sonucunda elde edilmiş hakların hiçbiri, hiçbir siyasi mahkuma kullandırılmıyor.
Fiziksel olarak işkence var mı?
Fiziksel olarak belki direkt işkence yok ama bu tür tecrit uygulamaları da işkencedir. Kırk kitap yazmış adama, kendi kitabını okuma izni bile vermiyorlar. Açık-kapalı görüş, telefon hakkı tamamen sınırlandırılmış durumda. 12 Eylül’de olmayan muameleler şu anda yaygın biçimde uygulanıyor.
Tecritten mi söz ediyorsunuz?
Hem tecrit hem de mesela bir çok cezaevinde insanlar üst üste yatıyor. Tuvalet kenarında yatanlar, nöbetleşe uyuyup nöbetleşe nefes alanlar var.
Nerelerde mesela?
Özellikle T Tipi, E Tipi ve açık cezaevlerinde bu çok yaygın. Ayrıca F Tipi gibi yüksek güvenlikli cezaevlerindeki üç kişilik yerlerde altı kişi yatırmaya başladılar. Havalandırmaların üstü normalde açıkken, şimdi onları bile kapatıyorlar. 12 Eylül’deki koşullar şimdikinden daha iyi gibi gözüküyor. Belki bir Diyarbakır Cezaevi yok ama her yerde acayip bir baskı var. Ziyaretçi milletvekillerine karşı da acayip bir baskı var. Örneğin biz cezaevi komisyonu olarak bir mahpusla dört komisyon üyesi beraber görüşebiliyorduk. Şimdi “hayır, tek tek görüşeceksiniz” diyorlar. Eskisi kadar izin de alamıyoruz.
Gülmen ve Özakça’yla en son ne zaman görüştünüz?
Geçen hafta görüştük. Semih, Nuriye’ye göre daha kötü durumdaydı. Son bir haftadır daha da kötüleştiklerini biliyoruz.
Bu konuda yeni bir girişimde bulunmayı düşünüyor musunuz?
Şu an her türlü girişimi yapıyoruz.
Hükümetten herhangi bir yanıt var mı?
Yok ama uğraşıyoruz. Hükümet bu konuda sağduyulu, vicdanlı hareket etmelidir. Hükümet bu insanları terör örgütü üyesi olmakla suçluyor. Devlet memuru yapmışsın, öğretmen, öğretim üyesi yapmışsın, çalıştırmışsın. Peki ne zaman terör örgütü üyesi oldu bunlar? Haklarını istedikleri zaman. Hükümet de bunların terör örgütü üyesi olmadıklarını biliyor. Ama maalesef bir inada bindirdi bu meseleyi. Bu inattan vazgeçilmelidir. Bu iki insana Allah korusun bir şey olursa, Türkiye bu ayıbı kaldıramaz.
Sizce hükümet bu konuda bir adım atacak mı?
Şu anda gözükmüyor ama biz genel başkan seviyesinde bunu zorlayacağız. Belki basına çok yansıtmıyoruz ama oturma eyleminden çok daha önemli işler yapıyoruz bu konuda.
Siz HDP lideri Selahattin Demirtaş’ı hiç ziyaret ettiniz mi?
Görüştük. Milletvekiline yakışmayan bir uygulamaya maruz kalıyorlar. Örneğin İdris Baluken, hastaneden zorla taburcu edilerek hapse kondu. Ayağı ameliyatlı, ihtiyaçlarını gideremiyor. Ve bu insanlara bile kitap sınırı getiriliyor. Uğradıkları muameleyle gündeme gelmek istemiyorlar ama onlara da aynı muamele yapılıyor. Normalde tedavi edilmesi gereken İdris Baluken, kelepçeyle, insanlıkla bağdaşmayan bir metrekarelik ringlere bindirilerek götürülmek istendiği için tedaviyi kabul etmiyor.
Hiç siyasi tartışmalar yaptınız mı?
Genel şeyleri tartışıyoruz.
Otoriterleşmenin bir yolu olarak Kürt sorununun çözüm yolu kapatıldı ve sorun derinleştirildi. Fakat neredeyse kimse bu sorunun çözümü konusunda aktif bir faaliyet yürütmüyor. CHP bu konuda bir adım atmayı düşünüyor mu? Parti içinde bunu tartışıyor musunuz?
Çok sık tartışıyoruz. Fakat silahların konuştuğu yerde siyasetçiler konuşamıyor.
Tam da silahlar konuştuğu için siyasetçilerin daha yüksek sesle konuşması gerekmez mi?
Belki öyledir ama maalesef çok konuşulmuyor. 16 Nisan’dan sonra yaptığımız MYK’larda bölgede daha etkin olma kararı aldık. Örneğin orada bundan sonra fiilen milletvekili tutacağız. Orada duracak, çalışacak, kentin normal ve siyasi sorunlarını raporlayıp Türkiye’nin gündemine taşıyacak milletvekili arkadaşlar bulunduracağız. Biz de çok sık gidiyor ve oradaki ihlallerle ilgili raporlama yapıyoruz. CHP’nin geçmişteki raporları, kanun teklifleri belli. Bunları geliştireceğiz, bölgeyle ilişkilerimizi sıcak tutmaya çalışacağız. Bunu da seçim dönemleriyle sınırlı tutmayacağız. Aslında referandum sonucu da bizi, Kürt sorununun çözümü konusunda çok umutlandırdı. Her kesimden insanın, her türlü baskıya rağmen birlikte olması önemli. Tarafların karşılıklı hataları oldu. Umarız artık Türkiye’de kan akmaz ve biz de bunun için üzerimize düşeni yapmaya devam edeceğiz.
Kılıçdaroğlu’nun 16 Nisan akşamı takındığı tutuma karşı CHP içinde yükselen bir tepki vardı. İş, olağanüstü kurultay tartışmalarına kadar vardı. Halen parti içinde bu tartışma üzerinden bir ayrışma yaşanıyor mu?
Aslında o zaman da çok büyük bir tartışma yoktu biraz abartıldı. Bizim partimizde insanlar fikirlerini söylerler. Fakat bu sanki bir kavga varmış gibi gösterildi.
Ama Fikri Sağlar’ın disipline verilmesi…
Fikri Sağlar, Akşam gazetesine bir röportaj veriyor ve parti disiplinine aykırı ifadelerde bulunuyor. E parti disiplini, yönetmeliği diye bir şey var… Ayrıca herkesin kabul ettiği bir şey var ki, Kemal Kılıçdaroğlu referandum sürecini çok iyi yönetti. Sorumluluk sahibi milletvekillerinin önümüzdeki dönemde de sadece CHP’nin çıkarı ve geleceği için değil, ülkenin geleceği için dikkatli davranması gerekiyor. Hayır’ı azaltacak, moral ve motivasyonu bozacak davranışlardan kaçınmamız gerekiyor. Parti içi tartışmalar Hayır’ın moralini bozuyor.
Peki Hayır oyları, milliyetçi söylemle artacaksa, CHP oraya mı meyledecek?
Biz referandumda “herkesin Hayır’ı kendine” diyorduk. Biz sosyal demokrat bir partiyiz ve ilkelerimiz de bu çerçevededir. Kurucumuz ve siyasi rehberimiz Mustafa Kemal Atatürk. Rüzgara göre yön değiştiren bir parti değiliz. İlkelerimiz neyi gerektiriyorsa, onu yapacağız.