Çin modeli: “Bulaşıcı hastalıklar, Wechat gözetlemesi, ‘komşuluk komiteleri’ ihbarcılığı ve zorla ‘uyum’ politikaları”

Çin modeli: “Bulaşıcı hastalıklar, Wechat gözetlemesi, ‘komşuluk komiteleri’ ihbarcılığı ve zorla ‘uyum’ politikaları”

Gül Atmaca

Geçen yıl bu zamanlarda film seyreder gibi izliyorduk Çin’de olup biteni. Hele Wuhan’da insanlar karantina kurallarını ihlal edip dışarı çıkmasın diye kapıların lehimlenme sahnesi yok mu,  korku filmi gibiydi. Ama yine de bize uzaktı, biz de zaten başka sorunlarla meşguldük. Nereden bilecektik ki daha beterini yaşayacağımızı…

Sonrası malum,  Mart ayı içinde yasaklar geldi, karşımızda gözle görülmeyen ve hızla yayılan bir düşman vardı. İnsanlık tarihi aslında salgınlarla ve onlardan kaynaklanan olaylarla dolu ama biz böylesiyle ilk kez karşılaşıyorduk. Tedirginlik, belirsizlik, bazılarında umursamazlık bazılarında panik…

Neredeyse bir yıl geçti. Şimdi düşmanı daha iyi tanıyoruz, tünelin ucunda ışık görünse de aydınlığa tam olarak ne zaman kavuşacağımız belli değil. Bu arada, böylesine küresel bir tehdit karşısında ülkelerin bilgi-birikim, uzman,  laboratuvar olanakları vb. konularda işbirliği yapmasını beklerdik, oysa tam tersi oldu. Aşı, ilaç ve daha birçok konuda kapitalizmin vahşi kuralları işlemeye devam etti. Salgının en az kendisi kadar ürkütücü bir durum bu!

Kafamda, salgınla, Çin’ de olup bitenle ilgili hâlâ yanıt bekleyen pek çok soru var. Bunlardan bazılarını, salgın başladığında Çin’in Şangay kentinde olan sevgili arkadaşım yazar Ayfer G. Cambier’e yönelttim. 

- Ayfer, yaklaşık 5 yıldır yaşadığın Çin’den çok şükür sağ salim döndün. Hoş geldin! T24 okuru seni dünyanın değişik yerlerindeki deneyimlerini aktardığın yazılarından biliyor ama yine de kısaca tanıtır mısın kendini?

Sevgili Gül, teşekkür ederim. Yazı serüvenim 1990’lı yıllarda Cumhuriyet gazetesinin Kitap Kulübü’nde çalışırken başladı. Pazar dergisinde edebiyat yazıları ilk adım oldu.  Sonrasında Sabah Kitap ve Dergah yayınlarında editör olarak çalıştım. Bu arada, Thomas More’un Ütopyası’nı Türkçeye çevirdim. 2003 yılında Mathieu (eşi) ile yurtdışına çıktım. Çıkış o çıkış, 20 yıl sonra dönebildik Türkiye’ye. İngiltere’den sonraki durağımız sonra Libya oldu. Batı medyasında Arap Baharı adı verilen ayaklanmalar sırasında Mathieu’nun  işi dolayısıyla Bingazi’deydik.  Oradan, apar topar bütün eşyalarımızı bırakarak bir İngiliz gemisine bindirilip tahliye edildik. (Devrim Ateşinin Gölgesinde* isimli kitap bugünleri anlatıyor). Libya’dan sonra Borneo Adası ve Malezya’da beş yıl kaldık. Ben de burada Mathieu ile birlikte eğitim alanında çalışmaya başlamıştım. Son durağımız Çin oldu.

- Hatırladığım kadarıyla Borneo Adası’ndaki doğal yaşamdan Çin’e, Şangay gibi kalabalık bir kente taşınmak konusunda pek istekli değildin…

Doğru.  Adada yaşarken, belki de yağmur ormanlarının ritmine fazlasıyla alıştığımdan olsa gerek, kısa süreli de olsa kentlerin kalabalığına karışmak çok zor geliyordu bana. Ayrıca oldum olası mega şehirler sık boğaz etmiştir beni. Üstelik Çin’e ayak bastığımda da bilim kurgu romanlarındaki ya da Kafka’nın romanlarındaki çaresiz bir var oluşun içinde buluvermiştim kendimi. Şimdi tüm dünya halklarının böyle bir var oluşun içine itilmiş olduğuna düşününce, tuhaf bir ironi diyorum içimden. 2016 yılında Çin’e ayak bastığımda, ikamet izni almak için zorunlu olan sağlık taramasında kamu sağlığına zararlı bir hastalık taşıdığım şüphesi görüldü. Şaşırdım, ama bir yandan da bu hastalığı nereden kapmış olduğumu düşünmeye başladım. İşyerinin beni sağlık taramasına gönderdiği klinik, genelde ülkeye gelen yabancıların ya da yurtdışına gidecek olan Çinlilere bakan; devletle bağlantılı özel bir kurumdu. Malezya’da kırsal bölgede yaşadık, “acaba orada mı kaptım?”, “niye ben?”, “neden şimdi?”…bu sorular beynimi kemirirken bulaşıcı hastalıklar getirdiğinden şüphelenilen tek yabancının ben olmadığını öğrendim. Sadece çalıştığım işyerinden birkaç yabancının daha halka zararlı bulaşıcı hastalık taşıdığı iddia edilmişti. Bunlardan ikisi bir aylık vize süresi içinde geçerli bir sağlık sertifikası getiremedikleri için ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar. Bana gelince, bir iş arkadaşımın Çinli sevgilisi, yakın bir şehirdeki yine hükümete bağlı başka bir klinikten bir randevu aldı. Bu defa hiçbir sorunsuz verdiler sağlık raporunu. Açıkçası, ilk verilen raporun, sağlık sisteminin kötürümlüğünden mi yoksa bilinçli bir şekilde verilere yabancılar da bulaşıcı hastalık getiriyor tanımlamasını yansıtmak için mi olduğunu o zaman anlayamamıştım.

Çin, dünyada verem, sıtma, dizanteri, HIV gibi bulaşıcı hastalıkların en çok görüldüğü ülkelerden birisi ve ilginçtir ki son yirmi yıl içinde çıkmış olan, dünyanın ekolojik dengesinin bozulmasıyla ilişkili, yakalananların solunum sistemini felç eden yeni bulaşıcı hastalıkların da çıkış noktası. 

 

- Koronavirüs salgını konusunda ne diyeceksin?

- Çin, Koronavirüs’ün Wuhan’da ortaya çıkmasının ardından bu virüsün ülke dışından geldiği yönünde propaganda yaptı. Ayrıca, virüsün dünyada özellikle de Avrupa ve ABD’de hızla yayılması üzerine “bakın Batı demokrasisi işlemiyor, şunların nasıl beceriksiz olduğunu görüyor musunuz?” şeklinde propagandayla ülkenin içinde bulunduğu durumu hafifletmeye çalıştı. Çin halkının çoğunluğu bu propagandaların sonucu şimdi virüsün tamamen dışarıdan geldiğine düşünüyor, dahası kendi hükümetinin virüsü yok etmede mükemmel bir iş başardığına inanıyor.

- Çin’den salgınla ilgili  birkaç yazı yazabildin? Neden? Yazmaya devam etseydin neler gelebilirdi başına?

Doğru, Koronavirüs süresince üç yazı kaleme aldım. Bu yazılar tamamen gözlemlerim hislerim ayrıca  konuştuğum kişilerin duygu ve düşüncelerinden derlediklerimdi. Çin’de “uyum” hayatın her yerine sığdırılmaya çalışan bir anlayış. Çin Hükümeti, bu” uyumu” bozan ne varsa söküp atmak, yok etmek için her şeyi yapıyor. Hükümet, halkın üstünde sadece fiziki ve psikolojik değil dijital bir baskı kurmuş durumda. Yani, Çin’de teknoloji halkın bir yandan hayatını kolaylaştırırken diğer yandan onlar üzerinde akla hayale sığmayacak kontrol mekanizmaları kuruyor.  Örneğin, Çin’de para taşımak neredeyse tarihe karışmak üzere. İnsanlar akıllı telefonlarını yanlarına aldıkları sürece cüzdan- kredi kartı taşımalarına gerek yok. Akıllı telefonlar içlerindeki aplikasyonlar sayesinde insan derisinin altına konan çip gibi düşünülebilir.  Çin’de halkın tamamının kullanmak zorunda kaldığı Wechat’i düşünelim. Çin’de Wechat’siz bir hayatı düşünmek imkansız. Bu aplikasyon sadece insanların birbirleriyle iletişim kurmasına yaramıyor, kurumların, devlet dairelerinin, bankaların ve polisin içinde olduğu bir kontrol sistemi aynı zamanda. Sizi sadece finansal açıdan değil ne yaptığınız nasıl davrandığınızı da izleyebiliyor.

- Bu durum bir yabancı olarak sana nasıl yansıdı?

- Çin’de yabancı olman, sana yapılacak her şeyi kabul eder durumda olman anlamına geliyor. Yani, bu açıdan Çin halkından farkın yok. Ne yaptığın nasıl yaptığın yani her şey gözetim altında. Eğer, doğrudan Çin’e yönelik bir şeyler yazmış olsaydım ya da  Uygur Türklerine yönelik halen devam eden baskılardan bahsetseydim, vizem iptal edilip sınır dışı edilebilir hatta tutuklanabilirdim. Çalıştığım kurum ise hiçbir şey yapamazdı.

- Çin’de olup biteni Çin kaynaklarından değil İngiliz Guardian gazetesi, BBC gibi, kaynaklardan izlediğinizi yazmıştın. Buradaki  engel sadece “dil” miydi?

Çin’in kendi iletişim araçları dışında her şey yasak. Guardian, BBC, Messenger , Facebook, Instagram ve Google’a Çin halkının erişimi yok. Bunları kullanabilmek için VPN uygulaması gerekiyor. Halkın çoğu cezalardan dolayı VPN kullanabilecek durumda değil. Bir de kabullenmişlik var tabii. Halkın farklı yollardan haber alabileceği kanalları kaldırdığınızda ya kayıtsız ya da okuduğu ve gördüğü şeylere inanmayan ama çaresiz bu durumu kabullenmiş bir toplulukla kala kalıyorsunuz. Çin’de iki yıl önce ders verdiğim bir üniversitede öğrenciler,  kendi ülkelerinin dünyada en güvenli ülke olduğuna inanıyorlardı. Onlara göre, diğer ülkeler her an savaş çıkabilecek, gangsterlerin yolları kesip insanların cüzdanlarını alıp kaçtıkları yerlerdi. “Çin en güvenli yer, Çin gibisi yok” diyorlardı. Bu bir bakıma doğru, çünkü Çin Hükümeti gibi Çin adalet sistemi de “uyumu” bozanın başına balyoz gibi inme politikasını sürdürüyor. Mahkemelerin en kısa sürede karar alıp en ağır cezaları en kısa sürede kimsenin gözünün yaşına bakmadan uyguladıkları bir ülke Çin. 

 - Bir yazında, “Çin politik sisteminin ‘grid sistemi’ diye adlandırdığı sokak sokak, mahalle mahalle oluşturduğu kontrol sistemi, gizemli bir virüs salgınında da başarılı olmuştu” demişsin, bunu biraz açar mısın?

Çin’de çocuklar okula başladıktan sonra Çin devletine bağlı sadık yurttaşlar olmak üzere yetiştiriliyorlar. Bir de her mahallede her sokakta komşuluk komiteleri var. Bu komiteler Çin Hükümeti’nin halka yönelik politikalarında en iyi şekilde kullanılıyor. Örneğin, Koronavirüs salgını süresince komşuluk komiteleri ahlaki olarak ikiye ayrıldı. Bir yandan virüs taşıdıklarından şüphelendiklerini polise ve sağlık merkezlerine bildirenler, diğer yandan evlerinde izole edilenlerin tüm gerekli ihtiyaçlarını görürken, onları gözetim altında bulunduranlar.       

- Yine aynı yazıda, “her şey aralık ayının son haftasında başlamıştı” diye yazmıştın. Peki, normal vatandaş olayın ciddiyetini kavrayamamış olabilir ama ya yetkililer? Çin’de salgının başında Koronavirüs uyarısı yaptığında susturulmak istenen, hakkında soruşturma açılan ve ne yazık ki sonra hayatını kaybeden Doktor Li Venliang var örneğin…

Çin’in kendi sosyal medyasında gizemli bir soğuk algınlığı virüsünden bahsedilmeye başlandığında Ocak ayının başıydı. İşyerinden birkaç arkadaşım Wuhan’a gidecekti. Kaygılarını işyeri yönetimine bildirdiklerinde ise, “tehlikeli bir durum olmadığı” yanıtını almışlardı. Dr. Li Venliang ise çalıştığı hastaneye gelen yedi hastada gördüğü, soğuk algınlığı belirtileri gösteren ama hastanın ciğerlerini darmaduman eden bu gizemli virüs hakkında sağlık camiasını uyararak, Çin Hükümeti’ne göre “uyumu bozan kişi” haline geldi. İlginçtir, genç doktorun öldüğü gün, sosyal medyada ölüm yatağından paylaştığı bir cümle yer aldı: “sadece tek bir sesin duyulduğu toplumlarda uyumdan bahsedilemez.” Bu yüzden olsa gerek Çin Hükümeti 2020’nin en çok takdir edilecek  vatandaşları arasına Li Venliang’ı almadı.        

- Wuhan’dakiler  Merkezi Hükümeti, Hükümet ise dünyayı vakalar konusunda zamanında uyarsaydı, belki de bu kadar yayılmazdı hastalık…

Bence Wuhan’dakiler  Merkezi Hükümeti uyardı uyarmasına ama yine virüsün kendisi gibi gizli kalan sebeplerle Çin’in salgını açık etmesi haftaları buldu. Bu süre içinde yüz binlerce Çinli, yurt içi ve yurtdışı seyahatlerine devam ettiler. Wuhan’da iki buçuk ay süren sokağa çıkma yasağı dışında büyük şehirlerde süresiz eve hapsedilme yaşanmadı. Nisan ayından itibaren ise herkes telefondaki yeşil sağlık kodunu göstermek kaydıyla istediği yere gitme özgürlüğüne sahipti. Çin geçen Mayıs-Haziran aylarından itibaren virüsü yendiğini ilan etti. Peki dünyanın geri kalanı nereden ve nasıl çıktığı belli olmayan virüsten kaynaklanan salgınla alt üst olurken bir buçuk milyar insanın yaşadığı Çin’de virüs nasıl aniden sırra kadem basıyor? Çin’in yaptığı propaganda ise, “Dünyanın geri kalanında demokrasi işlemiyor, yetkililer sorumluluklarını bilmiyorlar. Başlarında Çin gibi bir yönetim olmalıydı…” şeklindeydi.

- Siz 2020 Aralık sonu ayrıldınız Çin’den, oradaki en son durum nasıldı? İnsanların ruh hali nasıl?

- Son on yılını Çin’de geçirmiş olan bir arkadaşım, Çin’den ayrılmadan önce bir sohbetimizde şöyle demişti: “Çin görüp görebileceğin en neşesiz yerlerden biri, Mao Zedung’un “Bin çiçek açsın, bin düşünce birbiriyle yarışsın” söylemi Çin halkı için hiçte geçerliliği olmayan bir düşünce. Hayat onların yaşamak zorunda kaldıkları bir “uyum”dan ibaret. Bunda çok çalışmak ve tüketmek var.

Koronavirüs salgınından hemen sonra Hükümetin propagandaları sayesinde halkın çoğunluğu kendi hükümetlerinin başarısına inanmış görünüyor. İnanmayanların sesi ise anında kesiliyor.  Çin’de birçok insan salgın sırasında sosyal medyada olumsuz mesaj yazıyor ya da  “uyum”u bozuyorlar diye evlerinden ya da sokaktayken gözaltına alınıp götürüldüler. Bunlardan bir kısmı daha sonra ortaya çıkıp “ne kadar kötü insan olduklarını” itiraf edip halktan özür dilemek zorunda kaldılar.

- Çin’de dünyaya ucuz plastik ve metal eşyalar üreten sanayisinden dolayı hava kirliliği ve çevre kirliliği yüksek. Buna ne diyorlar?  

Evet, Şangay’a ilk gittiğimde kirli hava yakmıştı boğazımı. Orada kaldığım beş yıl boyunca iş arkadaşlarımdan ikisi hava kirliliğine bağlı ağır hastalıklara yakalandı. Çin için ekonomik güç her şey demek! Bunun için doğayı feda etmeye hazırlar. Üniversite öğrencilerinin, büyük sanayinin ve yönetimin doğaya verdiği zarar konusundaki sorulara, “önce ekonomik olarak büyüyelim sonuçlarını sonra düşünürüz”, “bilim ve teknoloji sürekli ilerliyor, elimizdeki teknolojiyle her şeyi yeniden yaratabiliriz” diye yanıtlar vermesi anlayışı sergilemesi açısından ilginç. Son yıllarda, Çin Hükümeti turistik açıdan ve idari açıdan önemli olan şehirlerde hava ve çevre kirliliğini azaltmak için bazı adımlar atmış durumda.  Şangay’daki çöp ayrıştırma yöntemi ve bazı şehirlerdeki çevreyi fazlasıyla kirleten bazı fabrikaların şehir dışına taşınma girişimi gibi. Yine de tüm bu girişimler daha çok olumlu izlenim oluşturmak üzere yapılmış sembolik işlemler gibi geliyor gören gözlere...