Polisiye türü krizde. Bu krizin temel nedeni teknoloji. Pek çok cinayetin başta DNA analizi olmak üzere benzeri teknolojik prosedürlerle çözülebilir olması türün hem edebi hem de görsel versiyonlarını sert bir şekilde dönüştürdü. Yazarlar kurgularını heyecan verici kılmak için bu gerçekliğe türlü stratejiler geliştirerek yanıt vermeye çalışıyor. Ahmet Ümit’in üç uzun hikâyeden oluşan son kitabı Aşkımız Eski Bir Roman (YKY, 2019) bu krizin yazarları ne kadar zor duruma düştüğünü en iyi gösteren kitaplardan birisi. Ümit ilk iki hikâyesinde geleneksel sınırlar içinde kalmaya çalışıp adeta sorunu görmezden gelmeye çalışırken üçüncü ve son hikâyesinde bambaşka bir yöne savruluyor ve çareyi cinayet romanından cinayeti çıkarmakta buluyor. Yani cinayeti öldürüyor. Peki türü cinayeti öldürmeyi dahi düşündürmeye iten bu kriz nedir?
Polisiyenin edebiyatın ağır toplarından birisi olarak görülmemesinin bir nedeni kurgusundan kaynaklanan yapısı itibariyle karakterlerin derinlemesine tasvirine izin vermemesidir. Bu özel kurgunun iki temel özelliği var: Sürekli olay akışı ve olağanüstülük. Sürekli olay akışı derken türün tüm örneklerinde birbirleriyle neden-sonuç ilişkisi içinde bağlanan olaylar zincirini kastediyorum. Bu olaylar genelde tersten anlatılan bir hikâye gibi kurgulanır[1] ve okur ekiple birlikte gizemi adım adım çözülmesini izler. Olayların akışına, çoğu zaman da hızlıca akışına bağlı olan bu kurgu karakterleri tanımamıza çok izin vermez.
Bu sorun yaşanan durumun—cinayet—vahameti nedeniyle daha da derinleşir. Cinayet insan hayatında tahmin edilebilecek en dramatik anlardandır ve ne mutlu ki herkesin hayatında karşılaştığı bir şey değildir. Cinayet korkunç bir şeydir ve cinayetin çözülme süreci de hayatta kalan karakterlerin en travmatik anlarına denk gelmektedir. Bu durumda bir karakteri tanımak çok zor, hatta imkansızdır. Karşımızda bir karakter kompozisyonu yerine potansiyel suçluların ve cinayetten yıkılanların baskı karşısında çözülmesi vardır. Baskıyı kuran polisler (bazen de Holmes ve Poirot gibi aykırı danışmanlar) bize karakterleri anlatmaya değil onları çırılçıplak soymaya çalışır. Gerçek hayatın aksine polisiyelerde sıklıkla karşılaştığımız itiraf bu soyma ediminin çarpıcılığından kaynaklanan ve neredeyse doğal karşılanan bir psikolojik sonuçtur.
Polisiyenin kurgusuna hâkim bu birinci özellik polisiye edebiyatın kolayca film ve dizi gibi görsel formatlara uyarlanmasına izin verirken, ikinci özellik okuru/izleyiciyi bağlamaktadır. Okurun/izleyicinin soruşturmayı yürüten kişiyle özdeşleşmesi şarttır. Bu kişi Holmes kadar sosyopat, Poirot kadar ukala, Behzat Ç. kadar kaba, Columbo kadar gıcık ve tipsiz olsa da durum aynıdır. Kendimizi ana figürün yerine koyar adım adım tersten anlatılan bu hikâyeyi onunla yaşarız.
İkinci sorundan kaynaklanan ve derinlik hissinin olmamasına işaret eden bu sorunu yazarlar seriler yazarak aşmaya çalışır. Bu serilerde odaklar suç ve suçludan onların temsil ettiği sorunlarla uğraşan polise, komisere, dedektife, cinayet büroya kayar. Her bölümde bu karakterlerin gelişimine, insana ve hayata verdiği tepkiye odaklanırız. Burada soruşturmayı yürüten lider figür her şeyin merkezi olmak zorunda da kalmaz. Bazen Behzat Ç.’nin yanındaki Hayalet’in hikâyesine bakış fırlatabiliriz. Arada sırada Hastings’e dair bir şeyler öğreniriz, bazen de Doktor Watson. Bu karakterler zaman zaman bize deha (Holmes) veya çelik iradeli (Behzat Ç.) sıra dışı figürlerle karşılaştığımızda ne yapmamız gerektiğini söylemek için bile kullanılır. Ne de olsa izleyici/okur olarak çoğumuz Poirot’dan ziyade Hastings’e yakınız. Yapmamız gereken Hastings gibi durumu kabullenip birinci elden deha ile tanış olmanın tadını çıkarmaktır.
Tüm bu karakterler için ortak kilit nokta sıradan polisin ve/ya polis bürokrasinin görmediği şeyleri görebilmeleridir. Eğlenceli olan ise görememelerini olabilecek en ukala/sarkastik biçimde yüzlerine vurmaktır. Miss Fisher gibi daha nazik ana karakterler polisle daha iyi geçinse ve bu tür aşağılayıcı tutumları pek sergilemese de işin esprisi bulmacanın parçalarını birleştirme becerilerinde ve bunun ana karakterleri hep bir adım önde tutmasıdır. Bu türü ilgi çekici kılan bu tutum, bu tutumu mümkün kılan ise çoğu zaman deha ve/ya iradedir. Teknoloji, özellikle enflasyonist oranda kullanılan DNA teknolojisi, ana karakterlerin bu avantajını ortadan kaldırmış, hatta onları başlarda hantal ve gri hücrelerden yoksun bir kurum gibi görünen yapının bir adım gerisine düşürmüştür.
Aslında teknolojik gelişme hep bir meseleydi. Polisiye türü gerçekliğe yakınlık iddiasına sahip bir tür olduğundan bu gelişmeler yazarlarca takip edildi. Örneğin literatürde parmak izinin normalleşmesi hemen olmadı. Ancak son zamanlarda kullanılan dijital takip teknolojileri ve özellikle DNA ile kimlik tespiti gibi araçlar yazarların göz ardı edemeyeceği sorunlara dönüştü. Pek çok vakada özellikle fiziksel temasın yaşandığı bir vakada—ki çoğu zaman cinayet vakalarında bu durum söz konusudur—DNA işi epey kolaylaştırır. Parmak izi hep olabilir ama bazen yarısı çıkar iş yine dedektiflere kalırdı! DNA veya dijital takip teknolojileri maalesef bu kaçışı zorlaştırıyor hatta imkânsız kılıyor. Dünyada bu krize çok çeşitli tepkiler verilmiştir. Ümit’in eserini tartışmamızı kolaylaştırması açısından bunlardan dört tanesini kısaca tartışacağım.
Özellikle CSI serisi suçu demokratikleştirmiş, vurguyu suçtan suçu çözen ekibe, daha da önemlisi ekip çalışmasına çevirmiştir. Tüm dünyada çalışma hayatında takım çalışmasının fetişleştirildiği 1990 sonrası döneme denk düşmesi rastlantı olmayan bu yaklaşıma göre herkes artık suçlu olabilir ve türlü nedenlerle suç işleyebilir. Eskiden böyle değildi. Columbo’nun suçluları mesela genelde hayatta son seçeneği suç işlemek olan kimseler değildir. Çoğu iyi eğitimli ve/ya zengin olan bu kişiler kıvrak zekalarına güvenip kolayca yırtacaklarını düşündükleri suçlar işlerler. İşlemeseler de hayatları çok kötü değildir. Statülerine güvenirler, biraz da şeytan dürter ve suçları işlerler. Suç da suçlu da toplumun belirli bir kesiminden gelir. İroni odur ki toplumun normal koşullarda kenara itmesi gereken bir ucubeye, Columbo’ya takılırlar.
Yeni nesil suçlular ise her yerdedir. CSI formatında aklınıza gelecek her nedenden ötürü suç işlenmiştir. Kimi zaman kumarda kazanılan para paylaşılamaz, kimi zaman bir anlık kızgınlık olayları çığırından çıkarır, kimi zaman ise son derece planlı hareket edilir ve katil kendisine yan bakan maktule bir ders verir. Bu kadar etrafımızı çepeçevre sarıp neredeyse bizi kendimizden bile şüphe etmeye iten bu yaygınlık bizi korkutur. Peki tür bize hiç mi güvenli liman sunmaz? Elbette sunar: CSI ekibi. Hiyerarşi içinde son derece verimli ve uyumlu çalışan ve ekip ruhuyla motive olan bir grup, adeta bir aile. Başınızda Gil Grissom gibi biri varsa sorun yok! Yeter ki siz onun liderliğini sorgusuzca kabul edin ve dediklerini harfiyen uygulayın. Onun adalet duygusu sizi de aralıktan aydınlığa taşıyacaktır. Üstelik bu çözümle grup teknolojinin neden olduğu krize maruz kalmıyor, bilakis onun otoritesinin sağladığı dalgayı arkasına alıp herkesi daha doğrusu toplumu dize getiriyor. Sonuçta bunlar dedektif değil olay yeri inceleme ekibi. Onların elinde teknoloji tehdit değil etkili bir araca dönüşüyor.
Teknolojinin yarattığı krize verilen ikinci tepkide dâhilerin modern kılıklarında geri geldiğini görüyoruz. Bunlar teknolojiyi herkesten daha iyi kullanarak teknolojinin tür için yarattığı riski ortadan kaldırıyor. Parmak izi bırakmıyorlar, uydu takip sistemlerini manipüle ediyorlar, DNA örneği alınabilecek bir saç teli bile bırakmıyorlar. Bizim gibi sıradan zavallılar gibi her girdikleri bilgisayarda dijital ayak izi bırakmıyorlar. Yalnız bunların bir zaafı var: kendilerine eğlence ve denk bir düşman/rakip arıyorlar. İşte bu da bize eski formatı teknolojilerin çaresiz kaldığı anda yeniden gündeme getirme imkânı veriyor: dahi suçluya karşı, dahi dedektif. Modern bir düello.
Cumberbatch’in Sherlock’unun Moriarty’si, Dr. Temperance “Bones” Brennan’ın Christopher Pellant’ı, Gil Grissom’ın minyatür katili. Bunlar eğlence arayan, çoğu zaman cinayetleri hedeflerindeki kişiyle iletişim kurmak için işleyen sosyopatlar. Pellant Dr. Brennan’ı kendisine denk görür, ona hayrandır, adeta flört etmek için cinayet işler. Moriarty’nin ise sadece canı sıkılmıştır. Nasıl olsa Sherlock’un da canı sıkılıyor, kendine bir oyun arkadaşı arayan Moriarty ile yollarının kesişmesi kaçınılmaz. Bu suçlular için yeni teknolojiler çocuk oyuncağıdır. O yüzden teknoloji ile çözüm yetmez. Yazarlar da onların sayesinde bu büyük problemin etrafından dolanarak eski kurgularını kullanabilir.
Douglass Kellner’in 11 Eylül sonrası ideolojik ortamı tartıştığı Sinema Savaşları’nda ortaya koyduğu gibi terör/anti terör ikiliği Hollywood’un 2001’den sonra asli referans noktalarından biri haline gelmiştir (Kellner, Metis, 2013). Bunun polisiyedeki yansıması uzun soluklu NCIS ve türevleri ile Quantico gibi zayıf şovlar olmuştur. 2003’te başlayan NCIS (türevleri NCIS Los Angeles 2009’da, NCIS New Orleans ise 2013'te başlamıştır) bu türün en iyi örneğidir. Hemen hemen her sezon Amerikan devleti ve milletine karşı büyük bir komployla mücadele eden Gibbs ve ekibi için teknoloji büyük bir kurgusal tehdit değildir. Çünkü karşılarındaki teröristler de teknolojiye ulaşma imkânı olan becerikli düşmanlardır.
Hatta teknoloji bu konseptte problemin ta kendisidir, çünkü Gibbs’in sahip olduğu teknolojilere Ruslar, Çinliler hatta kontrolden çıkmış kontrgerilla grupları da sahip olabilir. Cinayet bu formatta daha büyük bir hikâyeyi genelde de komployu ele almak için kullanılan bir dolayımdan ibarettir. Cinayetin statüsü düşünce türe tehdit olan teknolojinin rolü de göz ardı edilebilir hale gelir.
Son olarak karşımıza toplumsal hayatın sınırlarında aşırı sapkın ve rahatsız edici suçlar çıkmaktadır. Kült Amerikan şovu Law & Order: Special Victims Unit’te sık sık karşımıza çıkan cinsel içerikli suçlar veya ünlü İngiliz şovu Broadchurch’te karşımıza çıkan çocuk istismarı, ya da türün çoğu örneğinde gördüğümüz yasa dışı insan ve/ya organ ticareti… Bunlar bizi tekrar suça ve suçluya odaklanmaya çağıran şovlar. Olayların travmatik ve dramatik doğası suçlunun nasıl yakalandığını ikinci plana iter ve teknoloji kurgusal bir tehdit olmaktan çıkar müttefike dönüşür. Suçun trajikliği bizi kolayca dedektife yaklaştırır ve teknoloji tehdidi bertaraf edilir.
Bu şovlarda sık sık kullanılan bir diğer taktik ise bu tür aşırı suçluları bir şekilde tespit eden ve onları avlayan toplumsal ahlak/adalet çizgisine daha yakın katillerdir. Şahsiyet’in Haluk Bilginer tarafından canlandırılan Agah Beyoğlu’su, Dexter’ın Dexter Morgan’ı ya da Ahmet Ümit’in bir önceki romanı Kırlangıç Çığlığı’ndaki Körebe. Bu hikayelerde teknoloji tehdidi bazen hikâyenin sarsıcılığıyla ikinci plana itilirken bazen de Dexter gibi şovlarda olduğu gibi olay yeri inceleme ekibinin içine dahil edilir ve kanıtları manipüle etmesine izin verilir.
***
Bunlar elbette yegâne stratejiler değil. Ama bence Ümit’in son kitabındaki sorunları tartışmak için kapsamlı bir arka plan sunuyorlar. Üstelik Türk okuru/izleyicisi popüler Behzat Ç.’de bu stratejilerin hepsini bir arada görme fırsatı buldu. Behzat’ın ailesi gibi gördüğü uyumsuzlar çetesi ekibi ile ekip ruhunu, Ercüment Çözer ile Türk işi dahi ve saplantılı suçluyu, Behzat Ç.’nin annesi ve rakipleriyle Türkiye üzerinde dönen komploları ve Komiser Suna ile kadın cinayetlerini gördük. Hatta Serdar Orçin ve Gökhan Yıkılkan’ın canlandırdıkları karakterlerle ya da diziden sonra filmi yapılan Behzat Ç. Ankara Yanıyor’da Sanem Çelik’in canlandırdığı karakterle vicdanlı katilleri de gördük. Ahmet Ümit’in son eseri ise tüm bunlardan ayrı başka iki strateji izliyor: İnkâr ve ihanet. İlk iki hikâye teknoloji tehdidini inkâr ediyor. Üçüncü hikâye ise türe ihanet ediyor. Birbirleriyle çelişen bu iki strateji ile Ümit’in eseri teknolojinin yarattığı krizin ne kadar derin olduğunu tüm netliğiyle gösteriyor.
Ahmet Ümit’in Başkomser Nevzat’ı ve ekibi (yardımcısı Ali ve krimonolog Zeynep) aynı tehditle karşı karşıya. Üç uzun hikâyenin ilk ikisi tehdidi inkâr ediyor ve dikkatlerimizi başka yöne çekmeye çalışıyor. Üçüncüsü ise türü terk ediyor. Bu yüzden ilk iki hikâye sönük kalırken üçüncü hikâye ilgi çekmeyi başarıyor.
Kitaba adını veren ilk öyküde İstanbul’da sapkın bir hikâye okuyoruz. Ancak bu hikâye yukarıdaki hikayeler gibi toplumsal normların sınırını yıkıp geçen çocuk istismarı gibi bir hikâye değil. Aksine hayatla biraz çocukluğunda yaşadığı travmadan biraz da zenginlik ve şımarıklıktan ötürü sağlıklı bir ilişki kuramamış bir karakterin—Edip Kelami—cinsel ve kişisel ihtiyaçlarını tatmin etmek için roman karakterleri kılığına giren eskortlarla birlikte olması gibi bir kurgu elimizdeki. Duygusal ilişkileri ve evliliklerinde başarısız olan Kelami’nin parasıyla mutlu olma çabası. Bazen Doktor Jivago’dan Lara, bazen Notre Dame’ın Kamburu’ndan Esmeralda, bazen de Kürk Mantolu Madonna’dan Maria Puder ile birlikte oluyor. Ancak bu çaba o kadar da incelikli ve tutkulu bir çaba değil. Kitabın kapağındaki mottonun (“kurbanı öldüren kendi tutkusudur bazen...”) söylediğinin aksine Kelami çok derin ve tutkulu bir karakter değil. Zaten ölümü de bir roman karakterinin elinden değil Pera Palas’taki ünlü Agatha Christie odasında genç Agatha Christie kılığına giren karısının elinden olur.
Yaklaşık 90 sayfalık metinde gizem aslında hiçbir zaman etkileyici bir noktaya ulaşmaz. Öykünün daha üçüncü sayfasında maktulün tırnaklarına işaret eden Zeynep’e cevaben Başkomser Nevzat ve yardımcısı Ali arasında şu diyalog geçer:
“’Sanırım o kişinin DNA’sı. Şüphelileri saptayabilirsek kolayca buluruz onu...” Umutla söylendi Ali. “Yani katili.” (s. 11)
Bu kısa diyalog ve takip eden paragrafta Ümit hem teknolojinin varlığını kabul ettiğini okura gösteriyor, hem de bize “DNA işi hemen çözebilir ama iş şüphelileri tespit etmekte” diyerek yelkenleri hemen suya indirmeyin diyor. Bizim işimiz hala önemli demeye getiriyor. Ancak öykünün geri kalanında DNA’ya hiç geri dönülmüyor. Hikâyenin sonunda şüphelinin itirafı da DNA’sız alınıveriyor. Madem DNA ile katili bulabiliyoruz, neden test sonuçlarına bakmıyoruz? Cinayet romanlarında kurbanın yakın çevresi zaten doğal şüpheli değil midir? Tüm bu zahmete girmeden iki testle sonuca ulaşılamaz mıydı?
Üstelik teknoloji aslında tamamen arka plana da kaymıyor. Katilin maktulle e-posta üzerinden iletişim kurması ve IP tespiti ile hangi bilgisayardan gönderildiğinin bulunması gizemin çözülmesindeki en önemli adımlardan birisi. Ama DNA kadar baskın ve katili doğrudan işaret edecek bir kanıt değil. Üstelik bilgisayar katilin kız kardeşine ait çıkıyor. Katil yani Edip Kelami’nin karısı iletişim için kız kardeşinin bilgisayarını kullanıyor. Bu da okura dönüp Ümit’in teknolojiye o kadar güvenmeyin demesinin bir başka yolu.
Peki DNA analizinin gündemden tuhaf bir şekilde kaybolduğu bu süreçte ne yaşanıyor? Okur olarak ne öğreniyoruz? Şüphelilerle Nevzat’ın özel hayatı arasında gidip geliyoruz. Arada türün güncellik açlığını bastırmak için İstanbul sokaklarında son zamanlarda sık görülen saç ektiren turistleri görüyoruz. Bir yandan da Nevzat’ın ne kadar iyi bir insan olduğunu hiç düşünmeksizin tüm birikimi olan 100 bin lirayı sevgilisi Evgenia’ya borç vermesinden öğreniyoruz (Bu o kadar bereketli bir para ki üçüncü hikâyede bir daha karşımıza çıkıyor, bu sefer Ali ile Zeynep’in evlilik öncesi sorunlarını çözmek için).
Başkomser Nevzat büyük bir hızla bir şüpheliden diğerine sıçrıyor ve en sonunda bilgisayar IP numarasının yardımı ile katilin küçük kız kardeşine varıyor. Bu sırada evde olan ablası duruma müdahale ediyor ve suçu işlediğini itiraf ediyor. DNA sonuçlarına gerek kalmadan adeta zamana karşı yarışan Başkomser Nevzat bize mesleğin inceliklerini gösteriyor. Tam da Columbo tarzı bir yöntemle suçluyu itiraf dışında bir seçenek kalmayacak şekilde mıhlıyor. Okur olarak sormadan edemiyoruz: DNA testinin sonucu beklenseydi tüm bu hikâyeye gerek kalır mıydı?
Aynı kaçışı kitabın ikinci hikayesi Overlokçu Kız’da da görüyoruz. Çalıştığı tekstil fabrikasının ortasında öldürülen overlokçu Gülseren zorlu bir hayatı olan, oğlan kardeşi uyuşturucu bağımlısı ve çete üyesi, babaannesi baskıcı, yoksulluktan yorulmuş genç bir kadın. Hayatta en büyük hedefi içinde bulunduğu kısır döngüden kurtularak zengin olmak. Bunun için yaşça kendisinden çok büyük, evli ve üç çocuklu patronuyla herkesten saklı bir ilişkiye giriyor ve hamile kalıyor (Gülseren’in hamile olduğunu hikâyenin başında değil ortalarında öğreniyoruz). Bu durumu kabullenemeyen patron Gülseren’i öldürüyor ve suçu da uyuşturucu bağımlısı kardeşinin üzerine atıyor.
Hikâye boyunca oklar ya Gülseren’in kardeşi Gülabi’yi ya da Gülabi’nin eskiden arasının iyiyken sonradan bozulan çete arkadaşı Zeko’yu gösteriyor. Burada ilk hikâyeden farklı olarak Gülseren’in hamile oluşu--dolayısıyla babanın şüpheli hale dönüşmesi--maktulün tırnaklarındaki DNA kadar bariz bir öge değil. Başkomser Nevzat süreç içinde öğrendiklerinden hareketle fabrika sahibi Hasan Okçum’u zaten şüpheli listesine alıyor ancak dosyayı gerçekten kapatan ve Okçum’un suçu işlediğini kabullenmesine yol açan Başkomser Nevzat’ın telefonda krimonolog Zeynep’e şu sözleri söylemesi oluyor:
“’Alo Zeynep? Evet, belli oldu mu otopsi sonuçları... Hamile mi? Üç aylık mı? Tamam, ceninden kan örneği almamız lazım. (…) Sanırım babasını bulduk.’” Ardından katile dönerek: “’Susma hakkınızı kullanmak istiyordunuz değil mi Hasan Bey, elbette bu sizin yasal hakkınız, istediğiniz kadar susabilirsiniz. Ama öldürdüğünüz çocuk sizin yerinize konuşacak.’” (s. 149).
Başkomser Nevzat hızıyla bir kez daha otopsi ve DNA sonuçlarını yenip bize türün geçmişten kalan hazlarından birini yaşatıyor. Teknoloji gizemi çözmek için değil Başkomserin bulgularını desteklemek için kullanılıyor. Kurgu hem bu kritik bulgu olmadan katilin yakalanamayacağını hem de en başta bu bilginin beklenmesi durumunda bir sürü zahmete girilmeden katilin bulunacağı gerçeğini ustalıkla gizliyor.
Ümit, kitabın Sergey Nikolayeviç Jerkovski’ye Ne Oldu? adını taşıyan üçüncü hikâyesi teknolojinin yarattığı tehdide bambaşka bir yanıt veriyor ve cinayeti ortadan kaldırıyor. Hikâyenin gizemi sonuna kadar koruyan başarılı kurgusu ve bence kitabın en güzel hikâyesi olması da bundan. Ceset yoksa DNA testi falan da olmaz!
Burada Ümit’in önünde bir sorun çıkıyor: Hiç cinayet olmazsa bu vaka nasıl cinayet büroya düşer? Ümit bu sorunu bir aşk melodramı ile çözüyor. Karısının ünlü Rus onkolog Jerkovski ile kaçmaya çalışacağını öğrenen Mazlum Baturgil önce karısı Leyla Baturgil’i öldürüyor, sonra doktor Jerkovski’yi öldürmeye çalışıyor ama başarısız oluyor. Ardından da intihar ediyor. Hikâyenin daha en başında Başkomser Nevzat ve ekibi bu rutin cinayeti çözüyor. Ancak ilaç şirketlerinin, kızı lösemi hastası olan fırıncının ve istihbarat servislerinin peşinde olduğu Jerkovski’yi bir türlü bulamıyorlar.
Hikâye burada cinayet romanı olmaktan çıkıp yarı-casusluk romanına dönüşüyor. Cesedin olmadığı yerde DNA, cinayetin olmadığı yerde katili aramaya gerek kalmıyor. Başkomser Nevzat bu sayede eski taktikleriyle iş görebiliyor ve Holmesvari akıl yürütme tekniklerini iç güdüleriyle birleştirip doktor Jerkovski’yi akıl sağlığını yitirmiş yaşlı bir kadının yatak odasında buluyor. Yaralı bir halde karşısına çıkan Jerkovski’yi kocası Ragıp Bey sanan Şahende Hanım biz gizemi çözmeye çalışırken evinde doktoru iyileştirmeye çalışıyor. Ümit bu manevrayla cinayeti cinayet kurgusundan çıkarıp teknolojinin baskısından kurtuluyor. Bir başka deyişle cinayeti öldürüyor. Ama bu çabasıyla türü kurtarmaya mı çalışıyor yoksa terk mi ediyor, karar okurun.
[1] Tersten anlatılan hikâye derken okurun/izleyicinin sürecin önce sonucunu (cinayet) görmesini sonra adım adım zamansal ve olay akışında geriye gidişini kastediyorum. Tür en standart düzeyde bu şekilde işlemektedir.