Uzay Bulut
"Ben Çin'le olan bu sorunumuzun diyalog yoluyla çözülmesinden yanayım ama Çin bize hiçbir zaman diyalog teklifinde bulunmadı. Biz diyalog teklifinde bulunduk, geçen yıl Avrupa Parlamentosu’nda diyalog yoluyla sorunun çözümü için bir açıklama yaparak Çin hükümetine bir teklifte bulunduk. Ama onlardan cevap gelmediği gibi 'Biz teröristlerle diyaloga girmeyiz' açıklaması yaptılar. Çinlilerin niyeti, bizle diyalog kurup halkın refahını sağlamak değil; amaçları 'terörist' diyerek Uygur halkını yok etmektir.”
Yukarıdaki satırlar, Dünya Uygur Kurultayı başkanı Rabia Kadir’in 18 Mayıs 2012 tarihinde Hürriyet gazetesine verdiği bir röportajdan alıntı. Rabia Kadir, Çin’de “terörist” olduğu suçlamasıyla 6 yıl tecrit altında hapis yatmış, daha sonra ABD’ye iltica etmek zorunda kalmış bir siyasi önder. Rabia Kadir, aynı röportajda hapisten çıktıktan sonra Türkiye’ye gelmeyi umduğunu fakat T.C. devletinin kendisine vize vermediğini, bu yüzden büyük üzüntü duyduğunu anlatıyor.
Çin’deki sorunun tarihsel arka planına baktığımızda Uygurların Çin devletinin egemenliği altında ezilen bir halk olduğunu görüyoruz. Bölgeyi tam egemenlik altına almasıyla birlikte Çin devletinin ilk işi, bölgenin adını değiştirmek ve Uygurları zorla göç ettirmek oluyor. Bu politikayla birlikte, Uygur topraklarının nüfus yapısı değişmiş, Uygur halkı kendi yurdundan koparılmış ve gittikleri yerlerde ağır sömürü şartları altında çalışmaya zorlanmıştır. Uygurlarla benzer kaderi paylaşan Kürtler ise zorunlu göç yasaları ve köylerinin yakılıp boşaltılması sonucu memleketlerini terk etmek zorunda kalmış, göç ettikleri yerlerde yoksul duruma düşmüş, ucuz işgücü olarak kullanılmış ve ırkçı saldırılara maruz kalmıştır. 1934 İskân Kanununun yürürlüğe girmesiyle birlikte Kürt ulusal değerleri tümden yok sayılmış ve Kürtlerin önemli bir kesimi doğdukları topraklardan koparılmıştı. İnsan Hakları İzleme Komitesi'nin 2002 Ekim ayında yayınladığı raporun "Göç Ettirilmiş ve Yüzüstü Bırakılmış" başlıklı bölümünde 1994 yılına kadar Kürt coğrafyasında üç bin köyün haritadan silindiği, resmi raporlara göre 378 bin 335 kişinin zorla göç ettirildiği vurgulanıyor.
Aradan geçen yıllara rağmen, en temel insan hakkı olan yaşam hakkının bile Kürt halkına bir türlü reva görülemediğini anlıyoruz: İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi'nin hazırladığı rapora göre 1988 yılından bu yana bölgede süren çatışmalı süreç nedeniyle 561 çocuk yaşamını yitirdi. AKP döneminde öldürülen çocukların sayısı ise bir vahşet tablosu: Eski baskıcı rejimin yerini ileri demokrasinin aldığını ve sivil ölümlerin bittiğini iddia eden AKP hükümeti döneminde 181 Kürt çocuğu öldürüldü.
Üzerlerindeki tüm baskılara rağmen, Uygur halkının sahip olduğu yasal haklar, Kürt halkının sahip olduğu haklara kıyasla daha ileri düzeyde. Uygur halkı, Çin Anayasası’nın 4. Maddesine göre kendi dilini kullanma ve geliştirme hakkına sahip. Çin’deki sorun, Çin devletinin hem kendi anayasasını hem de imzaladığı uluslararası antlaşmaları çiğneyerek Uygurcayı bir eğitim dili olmaktan çıkarmaya çalışmasından kaynaklanıyor. Çin Devleti, Uygur dilini eve hapsetmek için Uygur okullarında Çinçe eğitimi dayatıyor.
Uygur İnsan Hakları Projesi’nin yayımladığı raporlara göre Çinli muktedirler, Uygur halkının inanç ve ibadet özgürlüğünü de ihlal ediyor. Anadillerine ve ibadet özgürlüklerine yönelik bu haksız politikalara karşı çıkan yüzlerce Uygur, “terörizm ve bölücülük” suçlarıyla hapse atılıyor ve işkenceye uğruyor. Tıpkı, Türkiye’deki cezaevlerinin Kürt siyasetçilerle, öğrencilerle, gazetecilerle dolup taşması gibi...
T.C. Devleti de Kürt dilini inkâr ve imha etmek için yöntem bulma konusunda sınır tanımıyor: 1925 tarihli Şark Islahat Planı çerçevesinde hükümet ve belediye dairelerinde, okullarda, çarşı ve pazarlarda Kürtçe konuşulması resmen yasaklanmış, konuşanların hükümet emri ve kuvvetiyle cezalandırılacağı belirtilmişti. Çıkardığı yeni kanun ile Kürtçeyi kamuya açık alanlarda bile yasaklayan 12 Eylül askeri darbe rejimi ise insanlığın yüz karası olarak dünya tarihine geçiyordu. Aynı yasakçı zihniyetin AKP döneminde de hüküm sürmeye devam ettiğini görüyoruz: Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Özel Halk Otobüsü sürücüsü Kadri Pervane’nin 27 Mayıs 2012 tarihinde gözaltına alınma sebebi, şoförlüğünü yaptığı otobüste Kürtçe müzik dinlemesiydi.
Uygur halkı, kendi geleceğini tayin edebilmek ve özgür bir halk olarak kabul görmek istiyor. Fakat Türkiye’de hiç kimse Uygur halkından bahsederken “Çin'i bölmek isteyen vatan haini, terörist Uygur Türkleri” demiyor.
Türkiye’deki Kürtler ise bırakın herhangi bir siyasi statüyü, tek bir anayasal hakka bile sahip değiller. Yıllardır devam eden fiziksel ve kültürel saldırılara, bir de son birkaç yıldır KCK tutuklamalarıyla yükselişe geçen siyasi soykırım eşlik ediyor.
Çin’deki Uygur Türklerinin uğradığı zulme tepki göstermemize rağmen, Türkiye’deki Kürtler söz konusu olduğunda neden vicdan ve adalet duygumuz bizi terk ediyor? Uygur Türklerinin kazanacağı herhangi bir statü için gün sayarken, Suriye’deki veya Türkiye’deki Kürtlerin kazanabileceği en ufak bir hak bile neden bizi öfkeyle kudurtup savaş senaryoları yazmaya itiyor?
Dünyadaki bütün ulusal sorunların ve çatışmaların sorumlusu, egemen devletlerin asimilasyoncu ve sömürgeci politikalarıdır. Eşitlikçi uygulamalar arttıkça ve demokratikleşme sağlandıkça, çatışmalar diner ve sorunun çözülmesi için gereken zemin yaratılmış olur.
Gerçekler böyleyken, Kürt halkının maruz kaldığı zulme, sömürüye ve katliamlara gözünü kapatan hatta alkış tutanların, Uygur halkının ya da dünyadaki diğer ezilen halkların acılarından bahsetmesi ahlaksızlık ve ikiyüzlülüktür.
Buna karşılık, Kürt halkının Uygur Türkleri kadar değerli bir halk olmadığını, hatta bir halk bile olmadığını ve bu sebeple hiçbir ulusal hakkı olamayacağını ima edenlerin ise bütün dünyaya ilan ettikleri tek bir gerçeklik var: “Terör” dedikleri sorunun sebebinin ve devam ettiricisinin kendileri olduğu.