“Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır’’ demişti, Theodor W. Adorno.
Yıl, 1949. Cizre’nin yıkıntılarının arasında, aklımdan geçen bu cümle oldu. Sonra da Cizre Halk Meclisi Eşbaşkanı Mehmet Tunç’un, 27 Ocak günü Brüksel’deki Avrupa Parlamentosu’nda düzenlenen 12. Kürt Konferansı’nda, mikrofona tutulan cep telefonundan söyledikleri...
“60 gündür susuz, aç ve yaşam sınırları kapanmış halde bekliyoruz. Elimizde 100 cenaze var. 120 bin ilçe nüfusundan geriye 10 bin kişi kaldı. Biz şu anda bir bodrum katındayız. 4 kişi öldü, 24 kişi en azından şu an sağ. Sultan Irmak’ın durumu çok ağır. Hiç su, yemek yok. Elektrik yok. Durumumuz çok kritik. Bu vahşeti, katliamı durdurun. Aksi halde sizleri de suç ortağı görmek zorundayız. Katliamla yüz yüzeyiz.”Cudi Mahallesi Narin Sokak'taki altı katlı, 12 daireli binadan geriye kalan moloz yığınının altındaki ikinci bodrumun üzerinde bugün artık insanlar yürüyor. Mehmet Tunç’un cesedi, birçoklarıyla birlikte, seslendiği bu ikinci bodrumdan çıkarılmıştı.
Bu coğrafyanın iliklerine sinmiş zulüm ve hak ihlalleri arşivine dahil edilmiş bir de Cizre var artık. Sadece insanlarına değil, kente yaşatılanlar da akıllara sığacak gibi değil. Burada ne yapılmaya çalışıldıysa; dünyanın gözü önünde, sadece kitlelerin izlemesiyle değil aynı zamanda sessiz onayıyla oldu. Düşmanlaştırarak, değersizleştirerek, insanlıktan çıkararak yapıldı.
80 gün boyunca ‘abluka’ altında kalan ve Demokratik Bölgeler Partisi’nin (DBP) tespitine göre 300’e yakın kişinin yaşamını yitirdiği Cizre’de tanıklıkları dinlememiş ve bodrumlarda yaşananları takip etmemiş olsaydım, yerle bir olmuş Sur ve Cudi mahallelerinin uçaklarla bombalanmış olduğunu düşünebilirdim. Molozların arasından, yanmış kül olmuş kemiklerden ve Dicle kıyısına atılmış hafriyatta bulunan insan uzuvlarından bir hakikat devşirmeye çalışıyorum şimdi. Ancak görünen o ki, hakikat Cizre’de çok önce ölmüş.
Batıdan bir grup gazetecinin, her hafta, çatışmalı bölgelerdeki meslektaşlarıyla dayanışmak üzere katıldığı "Haber Nöbeti" sırasında Cizre'yi de görmek istedim.
Gerçeküstü bir atmosfer var Cizre’de. İşte, beyaz bayraklarla cenazelerini taşıyan Cizreliler’in keskin nişancılarla vuruldukları yer... IMC kameramanının vurulduğu yer... Şu teyzenin, bu amcanın vurulduğu yer... Ambulansın geldiği ama yaralıların taşınamadığı güzergah... 7 aylık hamile kadının karnından vurulduğu yer. Ve birinci, ikinci, üçüncü bodrumlar... Bodrumlar adeta bir mabetmişcesine geziliyor. ‘’Biz öldükten sonra fotoğraf makinelerinizle gelmeyin’’ demişlerdi ama yine de acı bir tebessümle evlerinden geriye ne kalmışsa buyur ediyorlar.
Dönüp dolaşıp hep aynı soruyu soruyorum; o insanlar bodrumlardan sağ çıkarılamaz mıydı? Buna cevap verebilmek için bir uzmanlık alanına sahip olmak gerekmiyor. Çıkarılabilirdi... Cizreliler, evlerini görmeden önce bodrumlara uğruyorlar. Etrafa dokunanlara, kaybettikleri yakınlarına ait bir şeyler bulmaya çalışanlara, gözyaşlarına boğulan mahallelilere, çocuklara ve inceleme yapan heyetlere rastlanıyor. Bodrumlara girenlerin akıllarında da sayısız soru. Kimyasal var mıydı, bodrumlar nasıl yakıldı, ne zaman, nasıl öldüler? Üçüncü bodrumda yaralılar tarafından kullanılan battaniyeler, ilaçlar, sargı bezleri hala duruyor, girişinde bombanın açtığı bir delik yanında da küçük bir Kuran. Bodrumların böyle ‘’gezilmesi’’ şaşırtıyor. Çünkü delillerin toplanması ve araştırılması hala önemli. Sokaklarda dolaşan, zırhlı araçlardan inen güvenlik görevlileri zaman zaman kimlik kontrolü yapıyorlar.
Mahalleliler, yıkımın içinden geçmişlerine dair ipuçları arıyorlar. Anlatılanlar olup bitenin farklı boyutlarını gösteriyor ve bazen birbiriyle örtüşüyor. Bir taraftan hala cenazeler defnedilirken, yıkıntıların arasından daha da çok soruya neden olan tanıklıklar çıkıyor. Mesela bazı evlerde plazma televizyon banyoya götürülmüş, üzerinde duş alınmış ya da kurşun sıkarak veya çekiçle kırılmış, sandıklardan çıkarılan çeyizlere tek tek kurşun sıkılarak kullanılmaz hale getirilmiş, iç çamaşırlar dağıtılmış, gömlekler ceketler bıçakla yırtılmış, bir fırça sapına tuvalet kağıdı sarılmış benzine batırılarak evin içine atılmış, üçüncü bodrumun olduğu yerde, “aşk bodrumda yaşanıyor” yazıları eşliğinde havai fişeklerle kutlama yapılmış, ev kullanılmış boşaltılırken bir tabağa dışkı konup, buzdolabına bırakılmış ve üzerine “afiyet olsun” yazılmış, buzdolapları kırılmış, ev sahibinin Osman Baydemir’le birlikte çekilmiş fotoğrafı yırtılmış ama kaymakamla olan resim vitrinin üzerine yerleştirilmiş, sarı kırmızı namazlık Kuran’la birlikte yakılmış. Bir duvarda, ‘’Rize’den çıktım yola Cizre’deyim’’ yazıyor. Bir mahalleli kasasının olduğu gibi alındığından, bir başkası da altınlarını bulamadığından bahsediyor. Evcil hayvanlar da infaz edilmiş. Tavuk asılmış, kedi vurulup, suyu içilemesin diye, kuyuya atılmış olarak bulunmuş. Camilerin hepsi yerle bir olmuş.
Yanımdaki Cizreli gazeteci kadın, kendinden emin, yorum yapıyor: “Dersini çalışmış gelmiş, özel yetiştirilmiş, caminin yıkılmasının buradaki halkta nasıl bir etki yaratacağını, nereden vuracağını iyi biliyor. Cizre kapalı bir toplum, namus önemli. Çeyiz sandığından çıkarılıp eve asılmış kadın iç çamaşırları, kullanılmış, kullanılmamış prezervatifler, bunda kültürü aşağılama var, nasıl bir psikolojik tahribat yaratacağı da hesaplanmış. Kadın korkusu da çok yoğun. Bazı kadınları efsaneleştirmişler. Ruken, Maria, Sur’da kanasçı Roza... Her öldürdükleri kadının başına gidip onları soyup, fotoğraf çektiriyorlar. Cinsiyetçi uygulamaların hepsi o korkudan kaynaklanıyor. Önce efsaneleştiriyor sonra yok ediyor. Özel savaş uygulamalarının çoğunda direnişi kadın üzerinden aşağılamak ve bir taraftan da topluma onun üzerinden mesaj vermek var.”
‘’Girilmez, kaza yeri’’ şeridinin çekildiği bir binanın duvarına Türkçe ve Arapça ‘’Allah’’ yazılmış. Cizreliler bir taraftan da şu soruyu sormaktan kendilerini alamıyorlar; ‘’operasyonu yapanlar kimdi?’’. HDP Genel Merkezi Enformasyon Masası’nın son raporuna göre, Cudi Mahallesi'nde devlet güçleri tarafından kullanılan bir evde Arapça el yazısı ile yazılmış duanın altında iki DAİŞ mührü bulunmuş. Arapça ve Türkçe yazılan duada askerlerin bu duayı günde 52 defa okuması isteniyor. Duanın sonunda da, ‘’Bu topraklara gerçek İslam’ı getireceğiz" cümlesi yer alıyor.
Suat Doğru, yıkıntıların önünde oturuyor. Kendi sokağını tanıyamamış, evini bulmak içinse üç sokak dolaşmış, sonunda kendi evinin yıkıntısını, arkadaşının evini görünce tanıyabilmiş. Bakkallar yerle bir olmuş. Herkes gibi o da şokta;‘’Böylesini hiç tahmin etmemiştik, savaş gemisi ve uçak dışında tüm yöntemler kullanıldı. Kalemle çözülecek bir şeyi savaşla bitirmek istediler, Kürt olduğumuz için...”
Mahallelerine geri dönenleri dinledikçe, yağmalama, gasp, cinsiyetçilik ve onur kırma gibi farklı motivasyonlar içeren bir operasyonun dünyasına adım atıyor insan. Abluka sürecinde, özellikle bodrumlarda mahsur kalanlar için, devlet kurumlarıyla arabuluculuk yapma gayreti sarfeden HDP Şırnak milletvekili Faysal Sarıyıldız, bir taziyeden dönmüş. Zincirleme sigara içerken, dehşetle açılmış gözleriyle anlatıyor: “Sağlam kalan evlerde operasyonları yapan birliklerin nasıl ruhsal sıkıntılar yaşadığını gördük. Kürtlüğü, Türklüğü, her şeyi bir tarafa bırakın, tüm erdemler yok edildi. Hiçbir etiğin hukukun, hassasiyetin gözetilmediği bir operasyondu. İnsanlığı bitirme operasyonu. Tüm bilgileri biraraya getirdiğimde gelişigüzel olmadığını, Sur’dakinden çok farklı olduğunu görebiliyorum.”
DİHA’nın Cizre muhabiri Cihan Ölmez’e göre “eğer hendeğin olmadığı kent merkezinde ya da sokak başlarında hiçbir politik faaliyete katılmayan insanlar öldürüldüyse, kentin tamamı top atışına tutulduysa, bu bir hendek operasyonu değil, halkın iradesinin ortadan kaldırılması, direncinin kırılması operasyonudur. Cizre’nin iradesinin kırılması demek, belki de bir bakıma Kürt siyasi hareketinin iradesinin kırılması demektir.”
Cizreliler, acıyla politikleşen bir halk. Birçok ailenin devletle ilgili olumsuz bir hikayesi var. Cizre nüfusunun yarıdan fazlası Gabar, Cudi gibi çevre dağlardan gelmiş, evi köyü yakılmış insanlar. Cizre, aynı zamanda Kürt siyasi hareketinin halklaşmasının da gerçekleştiği yer, kitlesel yürüyüşler, “serhildan” (başkaldırı) denilen süreç burada başlıyor. Cizre, 40 yıl öncesine dayanan sembol bir isim. Cizrelilerle konuştukça iradelerinin aksine güçlendiğini görebiliyor insan. Cizre’yi terk etmeye niyetleri yok ancak bu yıkıntılarla ne yapacaklarını da bilmiyorlar.
Faysal Sarıyıldız’a göre bodrumlardaki herkese “terörist” gözüyle bakıldı ve hiçbir zaman sağ çıkmaları istenmedi; “Oysa bodrumlarda genellikle üniversite öğrencileri vardı. Abluka başlamadan önce, haberimiz bile yok, iki otobüsle ilçeye gelmişler. Otobüsün biri tamamıyla üniversite öğrencisi, diğeri de Dem-Genç’in aktivistleri, ömürleri boyunca ellerine silah almamış çocuklar, romantik devrimciler. “Yasakta bizde bulunacağız, Cizre halkıyla dayanaşacağız” demişler. Gidin, ilçeyi terk edin dedim, 5’i kontrollerden geçerek evine gidebildi. Sanırım 10-15 kadarı da tutuklandı ve hala cezaevindeler. Geldiklerinin ertesi günü yasak kondu, kendilerini kızıl kıyametin içinde buldular. Bir çocuğu toprağa verdik, Trakya’da hemşirelik okuyormuş, ‘halk hastaneye taşınmıyor belki yardımımız olur’ diye gelmiş.”
Cihan Ölmez, bodrumlardan bahsediyor; “Çatışanlar öldü ama çoğu öğrenci olan siviller çıkarılacaklarına dair umutluydu. Öğrenciler bir tür kampüs devrimciliği yapıyorlardı. Burada görev yapan uzman çavuşlar bize anlatıyorlar, ‘ambulans geldiğinde astsubay talimat veriyordu, ateş açıyorduk ve çatışma mizanseni yaratıyorduk’ diyorlardı. Bodrumlarda oradan ateş edildiğine dair kovan bulunmadı. Psikolojik bir savaş da yürütüldü ve kimse gazeteciliğin ‘kim bu evi bu hale getirdi, kim Miray bebeği, 70 yaşındaki Ramazan dedeyi öldürdü’ gibi temel sorularını soramadı.
Cizre’de bir apartmanın kapısının üzerinde yazıyor: ‘’O emretti biz yaptık."
O insanlar bodrumlardan sağ çıkarılamaz mıydı? Çıkarılabilirdi...
Reyan Tuvi - Bağımsız belgeselci ve gazeteci.
‘’Ofsayt’’ ve ‘’Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek’’ adlı belgeselleri var.