Okul zili bugün çaldı, milyonlarca öğrenci ders başı yapt. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın "TEOG'un kaldırılması lazım" sözlerini "Geç kalınmış bir karar" olarak yorumlayan Eğitimbilimci Dr. Özgür Bolat, "Çocuğun ve öğretmenin başarısı sınavla ölçüldüğü ve sınav da bilgiyi ölçtüğü için, tamamen ezbere dayalı bir sistem var. Eleştirel düşünme yok. Sınav sistemi kalkarsa ya da sınav eleştirel düşünmeyi ölçen bir yapıya dönüşürse, eleştirel düşünme gelişmeye başlar" dedi. Bolat, "Okullar sadece bilişsel beceri üzerine kurulu. Biliyor musunuz aslında çocukların yüzde 50’si okula gitmemeli. Nedeni de onlarda okulun talep ettiği gerekli bilişsel beceri yok ya da zayıf. Peki ne yapacağız? Bu çocuklar kendi potansiyellerine göre eğitim almalı. Atletik veya sanat becerisi olan çocuğa kendi yeteneğine göre farklı kurumlarda eğitim verilmeli. Ya da okulları bilişsel beceriye bağlı bir sistemden kurtarmalıyız. Dersleri zayıf olan çocuk değersiz görülüyor" ifadelerini kullandı.
Hürriyet'ten İpek Özbey'in sorularını yanıtlayan Eğitimbilimci Dr. Özgür Bolat'ın yanıtları şöyle:
En güncel tartışmadan başlayalım. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “TEOG kalkmalı” dedi ve Milli Eğitim Bakanlığı derhal çalışmaya başladı. TEOG kalkmalı mı?
Çok geç kalmış bir açıklama. Ben bunu yıllardır söylüyorum.
Neden kalkmalı?
Çocuğun ve öğretmenin başarısı sınavla ölçüldüğü ve sınav da bilgiyi ölçtüğü için, tamamen ezbere dayalı bir sistem var. Eleştirel düşünme yok. Sınav sistemi kalkarsa ya da sınav eleştirel düşünmeyi ölçen bir yapıya dönüşürse, eleştirel düşünme gelişmeye başlar.
Ve bugün okullar açılıyor. Siz uzun zamandır Türkiye genelinde konferanslar veriyorsunuz. Bize aileleri anlatın, onların en büyük endişeleri ne?
Çoğu veli maalesef çocuğunu olduğu gibi değil, başarısıyla kabul ediyor. Yani, koşullu sevgi sunuyor. Koşullu sevilen çocukta, değersizlik duygusu oluşur. Değersizlik duygusu oluşan çocuk da bunu gidermek için başarı, para veya statü gibi dış kaynaklar peşinden koşar. Bunlara ulaşınca mutlu olur ama bu sefer de kaybetme korkusuyla yaşar. Yani, bunları sürdürmek çok zordur. Bu durumda sürekli kaygı ve huzursuzluk içinde yaşar. Ama maalesef birçok aile çocukları kendi elleriyle bu girdaba sokuyor. Çok yakın zamanda, sırf annesi istediği için hukuk fakültesinde okuyan, oysa gastronomiyle ilgili eğitim almak isteyen biriyle tanıştım. Türkiye derecesi yapmış. Çok başarılı ama mutsuz. Böyle bir başarı hem birey için hem de toplum için zararlıdır.
Bu örnekten hareket edelim. İstemediği bölümü okuyor, sonuç nasıl olacak öyleyse?
Birey açısından baktığımızda mutsuz olacak. Toplum açısından baktığımızda “Ben avukatlıktan nefret eden bir avukattan hizmet alacağım.” Bu kişi topluma ne kadar adalet sunabilir ki? Maalesef bizim toplumuzda sevmediği işi yapan milyonlarca kişi var. Bence sadece bu sorunu çözsek, ülke olarak inanılmaz yol alırız. Aileler şöyle düşünüyor: “Çocuğum sınavı kazanamazsa ve iyi bir üniversite okuyamazsa bir hiç olacak!” Üniversite ve sınavlara o kadar anlam yüklemişler ki, çocuğun potansiyeli yok sayılıyor. Çocuğu en iyi şekilde yetiştirme kaygısı, ona verilen en büyük zarardır. Çünkü yetiştirme kaygısı, çocuğu şekillendirmeyi ve onun gelişimine müdahaleyi beraberinde getirir. Şekillendirilen çocuk da “ben, olduğum gibi kabul edilmiyorum” der ve değersizlik duygusu başlar. Birey olarak kabul edildiğini düşünmez. İnsanların değeri Türkiye’de meslekleri ve statüleriyle belirleniyor, yani dış odaklarla. Biz insanları iç odaklarıyla değerlendirmeliyiz. İç odaklı insan değerlerini yaşar ve her zaman mutlu olur. Sonra da başarı gelir onu bulur. Başarı amaç olmaktan çıkıp, sonuç olur.
Değerler dediğiniz ne?
Eşitlik, dürüstlük, adalet, saygı ve güven değeri. Toplumda güven yoksa okulda da yoktur. Sonuçta okullar, toplumun minyatür halidir.
Nasıl koptuk değerlerden? Sadece biz miyiz uzaklaşan?
Dünya, genel olarak uzaklaştı. Çünkü tüm dünya tüketim toplumu yaratma çabasının kurbanı oldu ama Türkiye biraz daha fazla. Hiyerarşik yapımızdan dolayı ‘var olma’ çabası fazla. Toplumsal baskının çok olduğu yerde insan davranışları dış denetimle, cezayla, ödülle, korkuyla, tehditle yönetilir. İçinize dönüp değerler sistemi oluşturamazsınız. Korku kültürü insanı değerlerinden uzaklaştırır. İnsanlar doğru olanı değil, güvenli olanı yapar. Benim ülkemde iki farklı partiden iki kişi birbiriyle diyalog kuramıyor. Bu ülkede huzur ve mutluluk olur mu?
Peki neden çocukların potansiyeli gelişmiyor?
Çünkü okullar sadece bilişsel beceri üzerine kurulu. Biliyor musunuz aslında çocukların yüzde 50’si okula gitmemeli.
Ne kadar iddialı bir söz…
Ama öyle. Nedeni de onlarda okulun talep ettiği gerekli bilişsel beceri yok ya da zayıf. Peki ne yapacağız? Bu çocuklar kendi potansiyellerine göre eğitim almalı. Atletik veya sanat becerisi olan çocuğa kendi yeteneğine göre farklı kurumlarda eğitim verilmeli. Ya da okulları bilişsel beceriye bağlı bir sistemden kurtarmalıyız. Dersleri zayıf olan çocuk değersiz görülüyor. Belki o çocuk bir virtüöz olacak. Çocuk kendi potansiyelini geliştirirse ve değer odaklı bir eğitim alırsa, toplum olarak gelişiriz.
Uluslararası düzlemde eğitim karnemize baktığımızda sınıfta kalıyoruz. Oysa OECD rakamların göre milli gelirden eğitime payı en çok arttıran ülkeyiz. Yine de performansımız düşük… Bu çelişkinin kaynağı ne?
Çünkü paramızı nitelikten ziyade niceliğe harcıyoruz. UNICEF’in çocukların refah koşullarına yönelik hazırladığı raporda, Türkiye, ‘eğitim kalitesi’ kategorisinde sonuncu sırada yer aldı. Paramızın çoğu teknik konulara değil, öğretmen eğitimine harcamamız gerekir. İkincisi, bütün çabalara rağmen bizim müfredatımız hala bilgi odaklı ve ezbere dayalı. Çocuklar ezberliyor ve sonucunda sınava giriyor. Sonra da unutuyorlar. Zaten sınavdan sonra unutmak üzere çalışıyorlar. Deney çok az yapılıyor. Yapılan deneyler de ya gösteri deneyi ya da reçete deneyi. Çocuklar gerçek bir bilim insanı gibi kendi sorularından yıla çıkarak, kendi araştırmalarını veya deneylerini tasarlamıyor.
Bilgiyi içselleştirmiyor yani…
Hayır. Bilgiyi içselleştirebilmesi için müfredatın bilgi odaklıdan, kavramlara ve keşfetme odaklıya dönüşmesi lazım. Maalesef bizim müfredatımız bunu tam olarak sağlayamıyor.
Keşfetme odaklı derken, neyi kast ediyorsunuz?
Mesela ilk çağ uygarlıklarının özelliklerini öğretirseniz, bu ezberdir. Ama “ilk çağ uygarlıklarının özelliklerini coğrafya belirler ve bu belirleme nasıl olmuştur” diye bir tartışma ortamına girerseniz çocuk kavramlar arasındaki (coğrafya, kültür, yönetim) ilişkileri keşfeder. “Para neden Lidyalılar’da kullanıldı, yazı neden Sümerler’de icat edildi, , neden bu toplum deniz kenarında olduğu halde balıkçılık yapmıyor, neden bu kültürde daha fazla tapınak var?”. Çocuk bu ilişkilerin hepsini bilgiler arasında karşılaştırma, analiz ve değerlendirme yaparak anlamlandırabilir. Gerçek öğrenme budur.
Öğretmenler biliyor mu bunu?
Öğretmen yetiştirmede üniversite eğitiminde de sıkıntı var. KPSS ÖABT’de (Öğretmenlik Alan Bilgisi Testi) öğretmenler çok başarılı olamadı. Örneğin, matematikte 50 soru üzerinden ortalama 9.99, fizikte ortalama 15.38, Fen bilimlerinde ortalama 16.46. Bu ne demek? Çoğu öğretmen kendi alanına hâkim değil. Çoğu üniversite, maalesef sadece ‘gelişmiş lise’. Nasıl okullarda öğretmen anlatıyor, öğrenciler dinliyorsa, üniversitelerde de çoğu zaman durum bu.
Bizde öğretmen otoritesi biraz fazla abartılıyor. Öğrencinin ‘karşı çıkamama’ halinin eğitime zararı oluyor mu?
Korkunun olduğu toplumlarda değersizlik ve sevgisizlik duygusu hâkimdir. Bende değersizlik duygusu varsa insanlar içimi görmesin diye kendime kalkan oluşturmam gerekir. Bizim gibi toplumlarda bu kalkan, güç ve otoritedir. Mesela öğretmen bilgisizse sorgulayan çocuğa izin vermez. Eğer ben kendimi güvende hissetmiyorsam, varlığımı güç ve statüyle kabul ettirmeye çalışırım. Sorgulamanın olabilmesi için öğretmenin kendine şunu sorması lazım: “Ben gerçekten otoriter olmak zorunda mıyım, buna ihtiyacım var mı. Ben de öğrencilerim gibi öğrenen durumuna geçebilir miyim?” Öğretmenler bunu başarabilirse, herkes öğrenir. Otorite olursa, sorgulama ve öğrenme olmaz. Zararı bu olur.
Yani bu sistemde, çocuklar ‘bence’ diye başlayan cümleler kuramıyor…
Kuramazlar tabii ki. Yukarıda söylediğim gibi müfredatta kesinlik var. Kesinliğin ve otoritenin olduğu yerde, sorgulama ve farklı bakış açıları olmaz. Çünkü doğru bir tanedir. Çocuk doğru bir tane diye düşünürse; sorgulamaya, fikir üretmeye ve fikrini söylemeye gerek duymaz. Bu durumda da çocuklar “bence” ile başlayan cümle kuramaz.
*Eğitim-öğretimde durum umutsuz gibi.. Peki, öğrencilerimiz mutlu mu?
Mutlu da değil. PISA Öğrenci Refahı raporuna göre Türkiye’de öğrenciler ‘refah düzeyi’ açısından son sırada. En mutsuz öğrenciler bizim öğrenciler. Rapora göre ‘okul devamsızlığında’ da bizim öğrenciler yine birinci sırada. Çocuklar okula gitmek istemiyor. Kaygı düzeyleri de çok yüksek. Yani hem okulda sıkılıyorlar hem mutsuzlar. Öğrenme de olmuyor. Ciddi bir eğitim reformuna ihtiyacımız var.
*Kitap okumada da son sıralardayız..
TÜİK verilerine göre, kitap okumak Türk insanının ihtiyaç listesinde 235. sırada. İnanabiliyor musunuz? Fransa’da ve İngiltere’de kitap okuma oranı yüzde 21 iken, bizde binde bir. Kitap okuma okullarda özendirilen bir şey değil. Herkes sınav derdinde. Özendirilse bile, yöntemler yanlış. Ödül, kurdele, yıldız, kitap kurdu uygulamaları ile kitap okuma sevdirilmez. Ama bu sadece bir sonuç. Asıl sebep daha derin. İnsan farkındalığını arttırmak için kitap okur. Farkındalık artınca da seçme özgürlüğü doğar. Çocuğa seçme özgürlüğü sunulmazsa, çocuk da kendini korumak için farkındalığını açmaz veya kapatır. Yani, kitap okumaz. O çocuk için kitap okumamak çok mantıklıdır. Bizde olan tam olarak budur. Çünkü çocuklara ne okulda, ne ailede ne de toplumda seçme özgürlüğü verilmektedir.
Son tartışmalardan biri, yine Cumhurbaşkanı’nın ağzından çıkan bir söz üzerine oldu. “Yıllardır parlak beyinlerimizi Batı’ya kaptırıyoruz”…. Neden sahip çıkamıyoruz biz ‘parlak beyinler’imize?
Bilim insanlarının istediği şeyler şunlardır: Sorgulamak, keşfetmek için araştırma yapmak ve araştırma konularını özgürce seçebilmek ve duyurabilmek. Bizim kültürümüzde araştırma ve bilim yapmaktan ziyade, ‘var olma’ mücadelesi var. Yaşamda kalma, yani var olma, mücadelesinde olan insanlar enerjilerini gelişime, keşfetmeye veya buluş yapmaya harcayamaz. Kendilerini güvene almakla uğraşırlar.
Biz henüz yolun başındayız; daha ‘var olmaya’ çalışıyoruz, öyle mi?
Evet. Var olduğunuzda, kendinizi güvende hissettiğinizde, gelişime açık hale gelirsiniz. Bireyler için de, şirketler, toplumlar ve devletler için de bu böyledir. Sizin var olmanız tehlikedeyse gelişime vakit ayıramazsınız. Bizim üniversitelerimizde de okullarda da sıkıntı bu. Bu yüzden gelişimi gösterebilecekleri başka yerlere gidiyorlar. Bu kadar değil tabii. Üniversitenin altı tane fonksiyonu var. Bunlar eğitim, araştırma, ulusallaşmaya katkı, demokrasiye katkı, kamuya katkı ve piyasaya katkı. Bizde maalesef sadece eğitim ön plana çıkıyor. O da sadece meslek kazandırma şeklinde sığ bir şekilde algılanıyor. Bir akademisyen günde 5-6 saat ders vermek durumunda kalıyor. Bunu yaptığında araştırma yapmaya vakti kalmıyor. Bu da parlak beyinlerin Batı’ya gitme nedenlerinden bir diğeri.
Nasıl önleyeceğiz?
Araştırma fonlarına her fikirdeki insanların rahatlıkla erişimini sağlayarak, üniversitelerde özgürlükçü bir ortam yaratarak, akademisyenlerin eleştirel bakış açısına ket vurmayarak… Böyle bir kültür yaratırsak insanlar gitmez.
*Eğitim-öğrenimde durum umutsuz gibi.. Peki, öğrencilerimiz mutlu mu?
Mutlu da değil. PISA Öğrenci Refahı raporuna göre Türkiye’de öğrenciler ‘refah düzeyi’ açısından son sırada. En mutsuz öğrenciler bizim öğrenciler. Rapora göre ‘okul devamsızlığında’ da bizim öğrenciler yine birinci sırada. Çocuklar okula gitmek istemiyor. Kaygı düzeyleri de çok yüksek. Yani hem okulda sıkılıyorlar hem mutsuzlar. Öğrenme de olmuyor. Ciddi bir eğitim reformuna ihtiyacımız var.
*Kitap okumada da son sıralardayız..
TÜİK verilerine göre, kitap okumak Türk insanının ihtiyaç listesinde 235. sırada. İnanabiliyor musunuz? Fransa’da ve İngiltere’de kitap okuma oranı yüzde 21 iken, bizde binde bir. Kitap okuma okullarda özendirilen bir şey değil. Herkes sınav derdinde. Özendirilse bile, yöntemler yanlış. Ödül, kurdele, yıldız, kitap kurdu uygulamaları ile kitap okuma sevdirilmez. Ama bu sadece bir sonuç. Asıl sebep daha derin. İnsan farkındalığını arttırmak için kitap okur. Farkındalık artınca da seçme özgürlüğü doğar. Çocuğa seçme özgürlüğü sunulmazsa, çocuk da kendini korumak için farkındalığını açmaz veya kapatır. Yani, kitap okumaz. O çocuk için kitap okumamak çok mantıklıdır. Bizde olan tam olarak budur. Çünkü çocuklara ne okulda, ne ailede ne de toplumda seçme özgürlüğü verilmektedir.
Müfredat yıllardır tartışma konusu… Şimdi de evrim teorisi kaldırıldı, “kadın kocasına itaat etmelidir” gibi dayatmalara yer verildi; Ailelerden büyük tepki var…
İtirazlara yanıt vermek için Talim Terbiye Kurulu Başkanı Alpaslan Durmuş, Evrim Teorisi’nin müfredattan kaldırılmadığını söyledi. Taraflar durumu maalesef yine ideolojik olarak tartıştı. Ama benim fikrim şudur: Evrim Teorisini anlamadan, biyolojiyi, genetiği veya insan gelişimini anlamlandırmak çok zordur. Hatta şu anda sosyal bilimler bile insana ve topluma dair süreçleri evrimle açıklama eğiliminde. Biz bunu çocuklara öğretelim ve çocuklar ideolojik boyutuna kendileri karar versin. Birey olmak budur zaten. Unutmayalım sorgulanmadan kabul edilen fikirlerin temeli zayıf olur ve doğal olarak ileride reddedilme ihtimali çok yüksektir.
Müfredatta Atatürk’ün adı daha az geçiyor, ‘ahlakçı’ anlayış daha baskın. Bu ideolojik kodlarla yapılan bir eğitim bizi nereye götürür?
Bu konu yine ideolojik olarak tartışıldı ve eğitim yine ikinci plana atıldı. Bana göre çağdaş bir toplum yaratmamız gerekiyor. Atatürk bu konuda bize bir yol çizmiş ve ışık olmuş. Atatürk’ü ve onun fikirlerini anlamak bundan önemli. Çağdaşlıktan uzaklaşırsak, birey olmaktan da uzaklaşırız. Unutmayalım çağdaş toplumlarda insanlar dinini de çok rahat yaşar.
Böyle bir sistemde çocuğun gelişimini tamamlaması mümkün mü?
Çok zor. Ezberin, ödülün, cezanın, övgünün, rekabetin, suçlamanın, ben dilinin, karşılaştırmanın olduğu yerde birey olmak çok zor. Annede veya babada değersizlik duygusu varsa, çocuk kendine bağımlı yetişsin diye, bu tür mekanizmaların hepsini farkında olmadan kullanır. Aynı şekilde öğretmende değersizlik duygusu varsa, otoritesini korumak için bunların hepsini kullanır.
İşimiz zor görünüyor…
Maalesef öyle. Milli Eğitim Bakanlığı bence eğitimin anlamını tekrar tanımlamalı ve güçlü bir eğitim felsefesi oturtmalı.
“Eğitim bir özgürleşme sürecidir. Ama biz sadece bilgilendirme zannediyoruz. Özgürleşmek ne demek? Özgürleşmek, bizim biz olmamızı engelleyen kancalardan kurtulmaktır. Diyelim ki babanız size sürekli suçluluk duygusuyla bir şey yaptırdı. Siz edebiyat bölümünde okumak istiyorsunuz, ama babanız doktor olmanız için baskı yapıyor. Babanıza karşı gelirseniz, suçlu hissedeceksiniz. Suçlu hissetmemek için babanıza ‘evet’ diyeceksiniz ama bu sefer de kendinizden uzaklaşacaksınız. İşte bu beklenti, size babanız tarafından takılmış bir kancadır. Bizim çocuklarda maalesef çok kanca var. Siz o kancanın farkına varır, onu oradan çıkartırsanız özgürleşirsiniz. Huzura ulaşırsınız. Eğitim sistemi tam olarak bunu sağlamalıdır. Ama maalesef biz kendini tanımayan, sınav için çalışan bir nesil yetiştiriyoruz.”