Çocukluğumun işçi mahallesi ve dayanışma

Çocukluğumun işçi mahallesi ve dayanışma

Gül Atmaca

Yetmişli yıllar. İstanbul’da, Haliç’e tepeden bakan bir mahalledeydi evimiz. Haliç’in her iki yanına kurulu fabrikaların saldığı duman yüzünden tam da bir işçi mahallesine uygun bazen isli- puslu bir hava kaplardı her yanı. Fabrikaların kimyasal atıkları yüzünden Haliç’in renkten renge girmesi ve özellikle elektrik fabrikasının saatleri 12.00’ye ayarladığımız paydos düdüğü, kenarları yıpranmaya başlamış bu fotoğrafın ayrılmaz unsurlarıydı.  

İstanbul’u, İstanbul’un bu tarafını bilmeyenler için kısaca bilgi vermek gerekirse Haliç Avrupa Yakası’nda, Marmara Denizi’nin kara içine giren kısmıdır ve tarihte Altın Boynuz olarak da bilinir. On yedinci yüzyılın ortalarında, mesire, zevk ve sefa yeri olarak anlatılan Haliç’in kıyılarında on sekizinci yüzyıldan sonra sanayi yapılarının sayısı artmış ve üretim türü çeşitlenmişti. Bu kıyılarda gemi yapımından tuğla üretimine, fes üretiminden dokumaya farklı üretim kollarının izlerini görmek mümkündü. 19.yüzyıla gelindiğinde Haliç’te sahil boyunca sıralanan saray ve köşkler yerlerini artık tersaneler, un değirmenleri, gemi demiri atölyeleri, askeri mühimmat tesislerinin yanı sıra fes yapılan Feshane ve Cibali Tütün Fabrikası’na bırakmıştı. 

Haliç bölgesinin kaderini belirleyen kişilerden birisi de Türkiye’ye özel davetle gelmiş olan ünlü Fransız şehir planlamacısı Henri Prost’du. Prost tarafından 1936-1937’de hazırlanan ve 1939’da uyulamaya konulan planla, Haliç kıyılarındaki sanayi oluşumu daha da teşvik edilmiş; 1950’den sonra hızlanan sanayileşme ve kentleşme hareketleri, kıyıların sanayi yapılarıyla, gerilerdeki boş alanların ise gecekondu yerleşimleriyle dolmasına neden olmuştu.

Haliç’in sonuna doğru Eyüp semtine bağlı Silahtarağa’da bulunan fabrikalar arasında Koç’ların Demir Döküm fabrikası, Komili, Evyap, Turgut Özal’ın bir zamanlar genel müdürü olduğu Elektrometal Döküm, hemen akla gelenler. Fabrikalar olur da yakınına kurulu işçi mahalleleri olmaz mı? Anadolu ve Trakya’nın her tarafından göç etmiş aileler yaşam mücadelesi verirdi buralarda. Hepsi gecekondu tarzında olmasa da genelde tek katlı evlerde yaşardı insanlar. Bizim ki gibi apartmanlar ise tek tüktü.

Bugün okul servisleriyle apartman dairelerine taşınan çocukların tersine, dışarıda oynamaya doyan, sokakta büyüyen bir kuşaktık. Herkesin kendi kapısının önünü süpürdüğü, suyunu mahalle çeşmesinden aldığı ve insanlar arasında zengin-fakir ayrımının çok derin olmadığı bir işçi semtiydi yaşadığımız yer. Oyunlarımızda Türk filmleri önemli bir yer tutardı. Sokakta “sen Ekrem Bora, ben Fatma Girik” diye rolleri paylaşırken aslında gerçek hayatın provasını yapardık. Gerçek hayatta olduğu gibi kimi zaman grup lideri olurduk, kimi zaman oyun dışında bırakılırdık kimi zaman birisi iter düşürürdü bizi, kimi zaman biz “ufak-tefek zorbalıklar” yapardık…

Hatırlıyorum da mahalleye ilk televizyonu Trakyalı komşumuz Hayri amca almıştı. Cibali Tekel Fabrikası’nda çalışıyordu. Evde olduğu zaman çizgili pijamasının üzerine beyaz gömleğini giyer ve kravatsız dolaşmazdı. Her akşam iki kadeh içtiği rakısı, evin başköşesine kondurulmuş ve üzerinde dantel olan ahşap bir rafta dururdu. Hiç unutmam, Hayri Amca bir gün yeni aldığı televizyonu gururla kapının önüne çıkarmıştı. Komşulardan kimisi sandalyesini kimisi kilimini alıp gelmiş, çekirdek çitleyerek ya da çayını içerek televizyon keyfi yapmışlardı.

Tam da Seksenler dizisindeki gibi zor ama daha naif, daha dayanışmacı bir yaşam vardı böyle mahallelerde. Gelir uçurumunun derin olmadığı, bizim gibi gurbetçilikten dolayı bir parça daha iyi yaşayan ailelerin diğerlerine gösteriş yapmadığı yıllardı. Düğünlerde ve cenazelerde yani iyi ve kötü günde komşuların birbirine yardım ettiği, sevincin de acının da hem birlikte hem de gerçek anlamıyla yaşandığı zamanlardı. 

Ben mahallenin biraz yukarısında yer alan Esentepe İlkokulu’na gidiyordum. Okulumuzun alt katında sinema vardı. O küçük halimizle “nevetli, nayırlı” Türk filmlerini sinema ortamında seyredip hüzünleniyor hatta bazen gözyaşı döküyorduk. Ve daha o yaşta ülkenin içinde bulunduğu karmaşayı hissediyorduk ama özellikle geceleri çok da uzak olmayan yerlerden gelen çatışma seslerine henüz bir anlam veremiyorduk.

Bizim eve gazete girerdi. Rahmetli babam Günaydın alırdı eve. Cumhuriyet gazetesini ise annemin eve gelişleri de gidişleri de neredeyse yıldırım hızında olan devrimci akrabaları sayesinde biliyorduk. Onlar da diğer yoldaşları gibi Cumhuriyet’i ceplerinde görünür şekilde taşırlardı. Dışı siyah-beyaz içi dopdolu Cumhuriyet’i arada bize bıraktıkları da olurdu.

Ve çok geçmeden 1980 askeri darbesi her yere olduğu gibi çocukluğumuzun üzerine de kara bir gölge gibi düştü. İlkokulumuza asker yerleşti. Yanlış okumadınız! Biz daha ergenliğe bile adımını atmamış çocuklar olarak, askerler, silahlar, tank ve tüfekle iç içe bulduk kendimizi. Bir keresinde teneffüste ön bahçeye çıkmıştık ki nöbetçi askerin tüfeği kazayla ateş aldı. Kimseye bir şey olmadı ama çocuk dünyamda o sesin etkisi yıllarca sürdü.

İşçi direnişleri unutulmaz

Askeri darbe öncesine gidersek Haliç çevresindeki fabrikalar işçi direnişlerinin de önemli sahneleriydi. Birçok örnek var ama en önemlilerinden birisi 15-16 Haziran Direnişi’dir. 1970’te henüz bebek olduğum için bu şanlı direnişi okuduklarımdan ve dinlediklerimden biliyorum.

Şöyle ki: İktidardaki Adalet Partisi (AP) tarafından TBMM’ye sunulan ve CHP’den de destek alan Grev ve Lokavt Kanunu’nda değişiklik öngören tasarı, DİSK’i, sendikal hakları ve temel işçi haklarını geriletmeyi amaçlıyordu. Tasarının bilim insanları ve sendikacıların görüşü alınmadan komisyondan geçirilmesi üzerine Kocaeli ve İstanbul’da büyük işçi direnişi başladı. Bu direnişe 168 fabrikadan 150 bin işçi katılmıştı.

Anadolu ve Avrupa Yakası’ndaki fabrikaların işçileri 15 Haziran 1970 sabahı işbaşı yapmamış, dört koldan yürüyüşe geçmişlerdi. Ellerindeki pankartlarda, “Yaşasın işçi sınıfı”, “Tüm gericiler ve faşizm kahrolsun” ve “Zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok” yazıyordu. Direnişte, Haliç bölgesinden yani Silahtarağa ve Alibeyköy’deki fabrikalardan 5 bin işçi Topkapı’ya doğru yürüyüşe başlamıştı. Polis dört işçiyi gözaltına almış, işçiler Eyüp Karakolu’nu kuşatıp arkadaşlarını geri almışlar ve yürüyüşlerine devam etmişlerdi.

Polis, direnişe şiddetle müdahale etmiş, çıkan olaylarda İstanbul genelinde üç işçi bir esnaf hayatını kaybetmiş, 200’den fazla işçi yaralanmıştı. 16 Haziran akşamüstü, İstanbul ve Kocaeli’nde sıkıyönetim ilan edilmişti. Yüzlerce işçi ve sendikacı sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanmış, beş binden fazla işçi işten atılmıştı. Daha sonrasında Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) direnişi üzerine daha önce AP’ye tasarıda destek veren CHP, tavır değiştirip Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştu. Mahkeme 8-9 Şubat 1971 tarihinde aldığı kararla yasayı iptal etmiş, direniş bir nevi zaferle sonuçlanmıştı.

Fabrika dumanı yerine bilgi ve kültür

Silahtarağa’daki Elektrik Santrali’nin (Elektrik Fabrikası) zihnimde asılı kalan resminde elbette kapkara dumanı, sonradan Macarların yaptığını öğrendiğim ama bana hep Alman mimarisini anımsatan sarı soluk lojmanları, sonbaharla birlikte rengarenk olan bahçesi var. 1914’te Osmanlının kent ölçekli ilk elektrik fabrikası olarak açılan santral, yıllarca İstanbul’un elektrik ihtiyacını sağladıktan sonra 1983’te son kömürünü yakıp kapanmış.

Biraz daha ayrıntı vermek gerekirse 118 dönümlük yerde elektrik fabrikasının yanı sıra lojmanlar; dileyen işçinin izin alarak düğün ya da nişan gibi özel günlerinde kullanabildiği ve aynı zamanda sinema salonu olarak kullanılan büyük bir salon; lokal türü yapılar; işçilerin yıkanmaları için sıhhi banyo dairesi ve hatta zemini toprak ve kömür mıcırından oluşmuş olsa da küçük bir top sahası varmış. Yemekhane, dinlenme salonu ve revir gibi yapılarıyla burası modern bir sanayi kompleksinin İstanbul’daki ilk örneklerinden birisiymiş anlayacağınız.

Elektrik Santrali’nin bugün yerinde Bilgi Üniversitesi’nin Santral Kampusu ve müze bulunuyor. Santral’in 14 yıllık uykudan sonra müze haline getirilen makine dairesini ilk kez gezerken, duvarlara, kirişlere daha doğrusu her tarafına asılı kalmış kurum, kömür ve pas kokusu ben de farklı çağrışımlar yaratmıştı. Ve kendine kendime: “Yıllarca fabrika dumanını içine çekmiş bu işçi semtinin yıllar sonra üniversiteye, müzeye kim düşünebilirdi?” dedim.