Yeni Şafak yazarı Süleyman Seyfi Öğün, "temiz ve kirli" konu başlığı üzerinden tuvalet ve temizlenme kültürlerinin tarihsel sürecini irdeleyen bir yazı kaleme aldı. "Batı’lı hergün, çeşit çeşit sabun ve şampuanlarla düzenli olarak duşunu alır" diyen Öğün, Osmanlı'dan kalan hamam kültürüne dikkat çekerek "Rutinleşmiş ve sıklık kazanmış vücût temizliği rejimine bizler daha yeni yeni uyum sağlıyoruz. Bu durum bize târihsel bir kompleks de hediye etti. Temizlik konusunda târihsel sicilimiz Batı’dan daha iyi olmakla birlikte, kendimizi çok “pis” hissettik" yorumunda bulundu. "Türk’ün azminden hiçbir şey kurtulamaz" diye belirten Öğün, "Bu konuda az zamanda büyük işler yaptık ve Balkanlar ve Ortadoğu’nun değil, Avrupa’nın da en temiz genel tuvaletlerini ihdas ettik. Çok şükür, artık böyle bir kompleksimiz yok" dedi.
Süleyman Seyfi Öğün'ün Yeni Şafak'ta "Temiz ve kirli" başlığıyla yayımlanan (15 Ocak 2015) yazısı şöyle:
Temiz ve kirli ayırımı insansal bir ayırımdır. Bu ayırımı “uygarlık “değeri üzerinden yapıyoruz. Yâni “temizlik hassasiyeti” bir uygarlık iddiasıdır. Uygarlık iddiasının tutunum dünyâsına bakıldığında ise görülen şudur: Uygarlık iddiası göçebelik ya da toprakla iştigâl etmekten uzaklaştıkça pekişiyor. Bu manâda bahsedilen iddianın elbette şehir–medine” kültürü ile de yakın bir alâkası olduğu söylenebilir.
Konu temizlik olunca, suyun önemi de kendiliğinden ortaya çıkıyor. Uygarlık aynı zamanda bir su kültürüdür. Meselâ Romalılar bunu ünlü hamam kültürlerinde ortaya koydular. Osmanlı kültürü de bunu geliştirdi. Tercihini Romalılarda olduğu gibi biriktirilmiş durgun suyun yerine akan sudan yana koydu. Bu gerçekten de bir ilerlemeydi. Çünkü biriktirilmiş su ile temizlenmek ile akan suyla temizlenmek arasında hijyen açısından gerçekten de ciddî bir farklılık olduğunu biliyoruz.
Avrupa medeniyeti (?) için su ve temizlik hayli gecikmeli bir meseledir. Târihsel kaynaklar 18. Yüzyıl, hattâ 19.Yüzyıl için bile hoş manzaralar çizmiyor. Sosyal ya da kültür târihçiler, bugün pırıl pırıl bildiğimiz Avrupa kentlerinde, bütün o mutandan Barok, Rokoko estetikle birlikte ortalığı pislik götürdüğünü, sokakların kokudan geçilmediğini yazıyorlar. Kültürel olarak aristokrasinin yıkanma fikrinden hoşlanmadığı, hattâ bunu bir küçüklük saydığı biliniyor. Parfümün, ya da topuklu ayakkabının hikâyesi de bunu teyid ediyor. Parfüm yıkanmayan vücûtların kokusunu bastırmak, topuklu ayakkabı ise sokaklarda pisliklere bulaşmamak için îcad edilmiş meğer.
19.Yüzyıl bir burjuva yüzyılıdır. Burjuvalar, târihsel rakipleri olan aristokratlardan farklı olarak bir temizlenme, arılanma ve denetim (eugenics) düşüncesi; giderek tutkusu geliştirdiler. Arılanma tutkusu, çarpıcı bir burjuva literatürü ile, kurumlar, zihinler, ruhlar ve bedenleri kapsayacak şekilde hayâtın her alanına yayıldı. Nihâyet, 20.Yüzyıl'da, II.Genel Savaş'tan sonra şekillenen konformist orta sınıf kültüründe, temiz-kirli ayırımı çok net bir şekilde yerleşti. Gerçekten bugün hâli vakti yerinde olan hatırı sayılır bir çoğunluk Batı’da hergün, çeşit çeşit sabun ve şampuanlarla düzenli olarak duşunu alır. Parfümler temiz bedenlere sıkılır. Topuklu ayakkabılar ise, günde bir iki kez deterjanlı sularla temizlenen temiz sokaklar ve caddelerde giyilir ve sâdece bir şıklık göstergesi olarak görülür. (Hoş ben halâ Batı’nın temizlik konusundaki başarılarından çok emin değilim. Meselâ küvetlerdeki durgun sulara batıp çıkmakla nasıl bir temizlik olur acaba diye düşünmekten kendimi alıkoyamam).
Rutinleşmiş ve sıklık kazanmış vücût temizliği rejimine bizler daha yeni yeni uyum sağlıyoruz. Bu durum bize târihsel bir kompleks de hediye etti. Temizlik konusunda târihsel sicilimiz Batı’dan daha iyi olmakla birlikte, kendimizi çok “pis” hissettik. Bu bir bakıma nüfûsumuzun o günlerdeki kısm-ı azamı halâ topraktan geçindiği içindi. Diğer taraftan, eski düzen hamam kültürü devam ediyordu. Bu kültür temizliğe sıklık kazandırmadığı için biraz da demode kalıyordu. Bir de umûmî tuvaletlerimiz konusundaki, “turistlere ayıp oluyor” kabilinden yaygın bir kompleksimiz daha vardı ki, bu bahis evlere şenliktir. (Ama Türk’ün azminden hiçbir şey kurtulamaz. Bu konuda az zamanda büyük işler yaptık ve Balkanlar ve Ortadoğu’nun değil, Avrupa’nın da en temiz genel tuvaletlerini ihdas ettik. Çok şükür, artık böyle bir kompleksimiz yok). Diğer taraftan hamamları ya turistikleştirdik, ya da kültür merkezi yaptık. Artık temizlik işimizi asrîleştirdiğimiz yeni dâirelerimizde yapıyoruz. Herşeyi aldık. Duşlarla aramızın fenâ olduğunu söyleyemem. Ama, akan su kültürünün çocukları olarak şu küvet kültürüne akıl sır erdiremedik. Yaptırdık, ama çoğu defalar bir çamaşır teknesi olarak kullanıyoruz.
Batı burjuva dünyâsının “temizlik” kültürü-isterseniz saplantısı diyelim- esas büyük tahribatı kültürel düzeyde yaptı. Temiz ve kirli arasındaki ayırımın kültürelleşmesi çok beter bir durum. Kirli, dolayısıyla iğrenç kültürlerle, arılanmış kültürle arasındaki ayırımın hiçbir insânî tarafı yok. Kültür antropoloğu Mary Douglas, çalışmalarının mühim bir kısmını bu konuya hasretmiş. Türkçe'ye “Saflık ve Tehlike” olarak çevrilen başyapıtında kir konusunda ikili bir ayırım üzerinde duruyor. Bunlardan ilki “kuru kir” algısıdır. Bu kir konusunda yapılacak şey oldukça basittir; yıkar kurtulursunuz. Halbuki bir başka kir türü, yâni “yapışkan”, “sümüksü” kir karşısında ne yapacağınızı bilmezsiniz. Her kurtulmak istediğinizde o yapışarak size geri döner. İşte gelinen aşama tam da budur. Bugün Avrupa’da, mâhut küreselleşmenin cilvesi olarak yaşayan 20-25 milyon Müslüman’a ne yapacaksınız? Onların kısm-ı âzâmı doğma büyüme Avrupalı. Atsan atılmaz, satsan satılmaz...
Bize gelince, “öteki”ni bir çeşitlilik ve zenginlik olarak görebileceğimiz bir târihsel-kültürel arka plâna, çok şükür ki sâhibiz. Bu yolda öğrenecek değil, öğretecek şeylerimiz daha fazla. Modernleşme tecrübemizin bize dayattığı ayırımları ve kirlilik algısını temizlemek ancak târihsel reflekslerimizi canlandırmamıza bağlıdır...