Milliyet yazarı Gökçer Tahincioğlu, adaleti göremeden hayatını kaybeden Cumartesi annelerinin, Sivas katliamında babası öldürülen Eren Aysan'in, 'Hayata Dönüş' operasyonunda kolunu kaybeden Veli Saçılık'ın KHK'yla ihraç edilmesini "Birileri için değişmiş olabilir dünya ama değişmiyor onlar için hiçbir şekilde" sözleriyle açıkladı. "O torbanın içine, babasını Sivas’ta teröre kurban vermiş Eren Aysan da kolunu devletin dozer kepçesine vermiş Veli Saçılık da konuluyor nasılsa" diyen Tahincioğlu "Adalet değil, kim tarafından nasıl tutulduğu bilinmez fişler ya da kişisel husumetlerle bazı insanların yaşamları da konuluyor toprağa" yorumunda bulundu.
Gökçer Tahincioğlu'nun Milliyet gazetesinin bugünkü (11 Aralık 2016) nüshasında yayımlanan 'Aynı gökyüzü, aynı keder’ başlıklı yazısı şöyle:
Cumartesi Anneleri ile birlikte yakınlarının hesabının sorulması için bir araya gelen başka aileler de vardı. Onlar da Toplumsal Bellek Platformu’nu kurdular. Yakınlarını öldürenler hesap versin istediler, toplum unutmasın bu yapılanları, öldürülen yakınlarının topluma sundukları unutulmasın
İstanbul’da birkaç gün önce, çocuğuna hasret bir anne toprağa verildi.
Asiye Karakoç, 1995’ten bu yana sürdürdüğü adalet mücadelesinin sonucunu göremeden hayata veda etti.
Tıpkı, oğlunun işkencede öldürüldüğü TBMM raporuyla kanıtlanmasına rağmen ne kemiklerini ne de katillerini göremeden yaşama veda eden Berfo Kırbayır gibi.
Çocukları geldiğinde yolu bulabilsin diye taşınmayan, tanısın diye evini boyatmayan, içeri giremez diye kapıyı kilitlemeyen diğer anneler gibi.
O annelerin cenazesinde olduğu gibi Asiye Karakoç’un cenazesinde de yıllardır her cumartesi Galatasaray Lisesi’nin önünde buluşan aileler vardı.
***
Asiye Karakoç’un oğlu Rıdvan Karakoç, Gazi Mahallesi’nde yaşıyordu, henüz 28 yaşındaydı.
Son olarak 20 Şubat 1995’te ailesini aradı, bir daha haber alınamadı.
Gayrettepe’de Siyasi Şube’ye sormak için gittiklerinde, ağabeyi, dövülerek dışarı atıldı.
O günleri, kardeşi Hasan Karakoç, yıllar sonra şöyle anlatacaktı:
“87 gün kayıp kaldı benim kardeşim. Avrupa’ya gitmiş olabileceğini bile düşündük. Bu nedenle Hasan Ocak’ın ailesi kadar hararetli, güçlü bir kampanya da yürütemedik. Karakollara, adli tıp morguna, hastanelere baktık ama bulamadık. Neler olabileceğini biliyorduk ama ağabeyimi bulamıyorduk. Bulunduğunda ayakkabı bağcıkları yoktu, parmak uçları mürekkepliydi, tırnakları morarmıştı, koltukaltları yırtılmıştı. Vücudunun çeşitli yerlerinde morluklar, sigara yanıkları vardı. Gözaltına alınmış, savcılık ise başvurmamıza rağmen haber bile vermedi bize. Hasan Ocak’ın cenazesi bulunmuştu aynı yerde, o da gözaltına alınmış, bulunamamıştı. Kardeşimin bulunduğu yer, Hasan Ocak’ın bulunduğu yere 200 metre mesafede. Beykoz’da Buzhane köyü Dedeler mevkiinde yolun kenarına atılmış. Altınşehir Kimsesizler Mezarlığı’na defnetmişler bir de. Tıpkı Hasan Ocak gibi. Defnedip, 26 Mayıs’a kadar haber bile vermediler bize.”
Hem Hasan Ocak’ın hem de Rıdvan Karakoç’un kimsesizler mezarlığına defnedildiği, Adli Tıp Morgu’na düzenli giden Ocak ailesine, “yanlışlıkla” birkaç fotoğraf gösterilmesiyle ortaya çıkmıştı.
Asiye Karakoç ve çocukları, 1995’ten itibaren, Hasan Ocak’ın annesi Emine Ocak ve çocukları ile birlikte Galatasaray Lisesi’nin önündeydi.
Her hafta dövüle dövüle sayıları azalacağına arttı.
Terörist dediler, bir ayakları dağda dediler, gözaltına aldılar, tutukladılar.
Kimseye, ama kimseye tek bir gün olsun zarar vermediler ama pankartlar ve fotoğraflarıyla gelmeye de devam ettiler.
Yaşlanmış kadınlar torunlarının ellerini tutarak haykırdı; “Yiğitsen uslandır beni.”
Adalet istediler, hesap sorabilmeyi.
O yüzden oğlunun nerede olduğunu sorduğu için cezaevine konulan ve oğlunun öldürülmesine ilişkin dosya daha birkaç hafta önce zamanaşımına sokulan Emine Ocak, kader arkadaşı Asiye Karakoç’un mezarının başında ağlarken haykırdı:
“Beni içeriye attılar, oğlumu toprağa koydular, şimdi seni toprağa koyuyorum.”
***
Cumartesi Anneleri ile birlikte yakınlarının hesabının sorulması için bir araya gelen başka aileler de vardı.
Onlar da Toplumsal Bellek Platformu’nu kurdular.
Yakınlarını öldürenler hesap versin istediler, toplum unutmasın bu yapılanları, öldürülen yakınlarının topluma sundukları unutulmasın.
Toplumsal Bellek Platformu böyle doğdu.
O ailelerin çocukları, o platformun gölgesinde, birlikte büyüdüler.
Yıldönümlerinde birlikte ağladılar, aralarına yeni katılanları kucakladılar, usanmadan sordular.
Asiye Karakoç’un yaşamını yitirdiği haberinin geldiği sıralarda bir haber daha geldi haber merkezlerine.
Toplumsal Bellek Platformu’nun en eskilerinden, şair Behçet Aysan’ın kızı Eren Aysan Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü’nce açığa alınmıştı.
Sorsan, hakkında “istihbarat” vardı.
İstihbaratın ne olduğunu sorsan, yanıt yok.
Açığa alma aslında, “araştırıyoruz” kelimesine sıkıştırılan bir niyet beyanıydı.
Ve Ankara’da bazı açığa almalarda, bazı ihraçlarda, istihbaratla, bilgiyle değil, kurum amirlerinin keyfine göre, birisini sevip sevmediğine göre, kendi suçlarını gizleme niyetine göre karar alındığının da artık herkes farkındaydı.
Sivas katliamında babasını kaybeden, daha 16 yaşında Sivas davasının duruşmalarına gidip gelmeye başlayan, salona girmesin diye diğer ailelerle birlikte sanıklar tarafından bozuk para yağmuruna tutulan, hakaret edilen ve tüm bunlara karşılık Ankara sokaklarında şiirler, hikâyeler biriktiren, aklından “intikam” kelimesini bir kez olsun geçirmeden, yazıyla kalbini ortaya döken Eren Aysan’ın “istihbarata” konu herhangi bir “eyleminin” olmadığının da herkes farkındaydı.
Yazdıkları mı?
Bir kelime olsun tahammül edilememesiydi.
İşte asıl mesele şiir ve hikâyelerin çok “tehlikeli” bulunmasındandı.
***
Birilerine bağlılık yemini etmiş, gizli programlarla darbe planları yapan insanlar ihraç edildi devletten.
O torbanın içine, babasını Sivas’ta teröre kurban vermiş Eren Aysan da kolunu devletin dozer kepçesine vermiş Veli Saçılık da konuluyor nasılsa.
Çocuğunu işkenceye kurban vermiş bir anne de toprağa konuluyor, “adalet, adalet” diyenlerin gözyaşlarıyla.
Adalet değil, kim tarafından nasıl tutulduğu bilinmez fişler ya da kişisel husumetlerle bazı insanların yaşamları da konuluyor toprağa.
Ancak suçluluk telaşıyla susmuyor, soruyorlar, haklılığın güçlülüğüyle.
Ve yine anlatacaklar, hikâyeler, şiirlerle.
Zira birileri için değişmiş olabilir dünya ama değişmiyor onlar için hiçbir şekilde.
Behçet Aysan’ın sözleriyle;
“Bütün derinlikler sığ, sözcüklerin hepsi iğreti / Değişen bir şey yok hiç ölüm hariç / Aynı gökyüzü aynı keder.”