Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum, "AB ülkeleri uluslararası sermayenin kontrolünde. Dünyada şu anda üç büyük ülke, küresel veya uluslararası sermayenin kontrolünde değil: Çin, Rusya ve Türkiye" iddiasında bulundu. Uçum, "Diğerlerinin siyasal sistemlerindeki özelliklere bakıldığında bu ülkeler içinde gerçek anlamda demokratik standartları her aşamada geliştirme imkanına sahip tek ülke Türkiye" görüşünü savundu.
Star gazetesine konuşan Mehmet Uçum'un açıklamaları şöyle:
Kendisini ‘demokrasinin beşiği’ olarak niteleyen Avrupa, bugün neden Suriyeli göçmenlerden Müslüman ve Türk asıllı kendi vatandaşlarına uzanan yelpazede özgürlükleri kısıtlayan baskıcı yöntemleriyle öne çıkıyor.
Hangi ülkelerin demokrasi ve insan haklarına uygun hareket ettiğini anlamak için, savaştan kaçan kadın ve çocuklara, Suriyeli mültecilere kimin nasıl davrandığına bakmak bile yeterli olabilir. Türkiye 3 milyon Suriyeliye 5 yıldır ev sahipliği yapıyor, Avrupa ise sınırlarına duvarlar örüyor.
Bugün demokrasinin gerçek temsilcileri kimlerdir?
AB ülkeleri uluslararası sermayenin kontrolünde. Dünyada şu anda üç büyük ülke, küresel veya uluslararası sermayenin kontrolünde değil: Çin, Rusya ve Türkiye. Diğerlerinin siyasal sistemlerindeki özelliklere bakıldığında bu ülkeler içinde gerçek anlamda demokratik standartları her aşamada geliştirme imkanına sahip tek ülke Türkiye.
Batılı ülkeler uluslarüstü sermaye tarafından yönetildiği için gerçek demokrasinin olamayacağını söylüyorsunuz. Türkiye neden küresel sermayeye yenik düşmedi?
Batı demokrasileri sermaye kontrolündeki devletler sebebiyle refah toplumu üzerine bina edildi. Ekonomik süreçlere son derece bağımlı bir demokrasi kültürü oluştu. Kırılgan bir demokrasi anlayışı ortaya çıktı.
Yani refah toplumu aşındıkça demokrasi ve demokratik kültür geriliyor. Adeta demokratik cila dökülüyor, altından ırkçılık, yabancı düşmanlığı, faşizan uygulamalar çıkıyor.
Bizde ise demokratikleşme süreci toplumun kendini; bütün değerleriyle, kimlikleriyle özgürce ifade etme mücadelesi sonucu gelişti. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda yeterli sermaye birikimi olmadığı için devlet sermaye sınıfına değil bürokrasiye dayalı olarak yapılandı.
Türkiye’de kapitalizm başlangıçta devlet zenginleri üzerinden işletilmeye çalışıldı. 1980 öncesi koruyucu gümrük ve ithal ikameci politikalar bunun içindi. Devlet zenginleri de devlet üzerinde kontrolü ele geçiremedi sadece siyasi ve idari bürokrasiyle işbirliği yaparak devletin koruma şemsiyesi altında iş gördü ayrıca devlet kaynaklarını kullandı.
Özal’la birlikte ekonomide gelişen dışa açılma süreçleri nesnel sermaye birikimi oluşturmaya başladı. Ancak bu süreçlerde oluşan yerli sermaye gruplarıyla devletin ilişkisi de bir kontrol ilişkisine dönüşmedi.
Özellikle küresel finans kapitalin kuruluşları yoluyla Türkiye devletini kontrol çabaları da Erdoğan liderliğindeki hükümetler döneminde sona erdirildi. Borçların bitmesiyle IMF ve Dünya Bankası, Türkiye’deki etkinliğini yitirdi.
Son dönemde, yabancı sermayeyi yönlendiren uluslararası derecelendirme kuruluşlarının ülke notumuzu düşürmesi, küresel sermayenin Türkiye’yi kontrol altına almaya çalışması mıdır?
O farklı bir şey. Kredi derecelendirme kuruluşları üzerinden yönlendirme çalışmaları var ama bunlar devleti kontrol altına alabilecek mekanizmalar değil. Artık Türkiye’de devletle hem uluslararası sermaye hem yerli sermaye arasında kontrol değil işbirliği ilişkisi var. Dolayısıyla Türkiye’deki siyasal sistem ekonomik süreçlere bağımlı olmadan demokrasisini ve buna bağlı olarak refah ekonomisini geliştirerek devam ettirme gücüne sahip.
Refah seviyesine bağlı olarak Batı dünyasından gelecekte daha antidemokratik uygulamalara hazırlıklı mı olmalıyız?
Batıda refah toplumu özellikleri aşınmaya devam ederse Batı’nın demokrasi konusunda çok daha fazla taviz vermesi muhtemeldir. Şu anda Batı’da yaşanan gelişmeler bunun işaretlerini veriyor. Türkiye ise demokrasi kültürünü ekonomik refah üzerinden değil toplumun kendini ifade etmesi üzerinden geliştirdiği için mayası çok daha güçlü bir demokrasi kültürüne sahip.
Türkiye’nin demokratik gelişimi bundan sonra nasıl seyredecek?
Türkiye demokrasisinin güçlenmesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyaset ve liderlik tarzında yapmış olduğu son derece önemli değişikliklerin de ciddi bir etkisi var. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’de temsil siyaseti yerine sosyolojik siyaseti hayata geçirerek, siyaset yapma tarzında radikal bir değişiklik sağladı.
Ayrıca temsili liderlik yerine ilişkili olduğu sosyolojinin doğrudan sesi hatta uzvu gibi bir liderlik yaptığı için liderlik tipolojisini de kökten değiştirdi. Pozitif bir tespit olarak, Erdoğan liderliğine organik liderlik de diyebiliriz. Bundan sonra artık Türkiye’de hiç bir siyasal aktör sosyolojik siyaset yapmadan organik liderlik pratiği üretmeden büyük başarılar elde etme şansına sahip değildir.
İşte Türkiye demokrasisini güçlü kılan diğer boyutta siyaset yapma tarzında ve liderlik pratiğinde ortaya çıkan bu değişikliktir. Türkiye’de bundan sonra meşru kabul edilebilecek tek siyaset, doğrudan halka dayanan siyasettir. Halkın talep ve ihtiyaçlarını siyasete dönüştürmektir.
Demokrasilerin en büyük gücü de milli egemenlik ilkesinin halkın iradesi ile hayata geçmesini sağlayacak bir siyasal sistem ve siyaset yapma imkanına sahip olmaktır.
Bu nedenle önümüzdeki anayasa değişikliği halkla devletin ilişkisini güçlendirecek ve Türkiye›nin demokrasi yürüyüşünde yeni bir aşama olacak bir değişikliktir, bir reform başlangıcıdır. Klasik demokrasiler kriz içine girerken, Türkiye bu adımlar ile demokrasinin güçlü biçimde yükseldiği bir pozisyona geçecektir.
Türkiye’de demokrasi kültürünün ekonomik refah üzerine kurgulanmaması, bizdeki demokrasinin bir burjuva hareketiyle değil Kurtuluş Savaşı ile kurulmuş olmasından mıdır?
Bunun asıl sebebi Türkiye’deki temel çelişkinin sınıf esaslı değil devlet ve toplum arasında çıkan çelişki olmasıdır. Dolayısıyla Türkiye’de toplumun önceliği ekonomik refahtan çok inanç, kimlik ve kültürel değerlerini özgürce ifade etme ihtiyacı olmuştur ve demokrasi mücadelesi de bu mecrada gelişmiştir.
80’li yıllarda gelişen orta sınıf demokrasi mücadelesinin asıl dayanağı değil destekçisi olmuştur. 15-16 Temmuz Milli Demokratik Halk Devrimi’nden sonra Türkiye toplumundaki demokrasi iradesi çok daha güçlenmiş ve kalıcı hale gelmiştir. Bu nedenle Türkiye demokrasisi ekonomik süreçlerden en az etkilenen ve en az etkilenebilecek bir güce ulaşmıştır.