Cumhuriyet yönetici ve yazarlarından Hakan Kara 9 aylık tutukluluk dönemini anlattı. Kara, "Fiziksel olarak hapsedilmiş olmak, zihinsel olarak sanırım insanı daha özgür kılıyor. Ya da öylesine absürd bir ortam ki cezaevi, bu ortam daha sıra dışı hayaller kurmaya yönlendirebiliyor sanki insanı" dedi.
Cumhuriyet'te Erdem Gül imzasıyla yayımlanan haber şöyle:
Hakan Kara, Cumhuriyet’in 34 yıl boyunca her biriminde çalışan bir isim. 9 ay Hakan Kara için şöyle geçti:
-Hapse girdiğimde: Havalandırmaya çıktım. 8 metre yüksekliğindeki duvarlara baktım... Çepeçevre dikenli teller... ‘Bu alan yürüyüş yapmaya uygun’ diye geçirdim içimden. Hemen ilk voltamı atarken, cezaevinde hangi kitapları okusam diye düşünmeye başladım. Nedense aklıma ilk gelen kitap Kafka’nın “Dönüşüm”ü oldu. Sonrasında kütüphaneden istediğim ilk kitap da bu oldu zaten.
-6 yaşındaki kızımın ilk sorusu: Kızımın anaokulundaki mezuniyet törenine katılamadım. Hapisten çıktıktan sonra kızımla önce hasret giderdik. Bana ilk cümlesi: “Biliyor musun ben artık 6 yaşındayım baba, sen gittiğinde 5’tim!” Yalnız kaldığımızda ise ilk sorduğu soru “Mezuniyet törenime niye katılmadın baba?” oldu.
-Günde 8, toplamda 2 bin kilometre: Bilirsin, cezaevinde yapılabilecek çok fazla bir şey yok. Yürümek, düşünmek, kitap okumak, hayal kurmak, yazmak... Cezaevi benim için saatlerce dönme dolap beygiri gibi yürünen, yani volta atılan ve bolca kitap okunan bir yer oldu. 73 kitap okudum. Günde ortalama 8 kilometre yol yürüdüm. Toplamda 2 bin kilometre ediyor.
-Hayal kur: Fiziksel olarak hapsedilmiş olmak, zihinsel olarak sanırım insanı daha özgür kılıyor. Ya da öylesine absürd bir ortam ki cezaevi, bu ortam daha sıra dışı hayaller kurmaya yönlendirebiliyor sanki insanı. Tuhaf ama evet, cezaevleri hayal kurmaya uygun yerler bana göre. Örneğin John Lennon’ın sözünü ettiği, “mülkiyetin olmadığı bir dünya nasıl olurdu” diye düşünebiliyorsun cezaevinde.
-Mamak Türküsü: Müziksizlik beni olumsuz etkiledi. Fakat hafta sonları havalandırmada tutuklu ve mahkûmlar şarkı söylüyorlardı. Yeni Türkü’nün “Mamak Türküsü”nü defalarca dinledim. Sesleri çok güzel tutuklu ve mahkûmlar vardı. Öyle türküler söylediler ki... Hiç unutmayacağım.
-Önce By-Pass sonra hapis: Bir süre önce by-pass ameliyatı geçirmiştim. Biraz sıkıntılı bir süreç yaşadım. Kendime geldiğimde nefes alamadığımı fark ettim. Yoğun bakımdaydım. Beni orada hayatta tuttular. İnsanların yoğun bakımda nasıl hayatta tutulduklarını gördüm. İlginç bir deneyimdi. Derler ya insan ancak kaybedince bir şeyin değerini anlarmış. Sağlığın değerini hasta olunca anlarız. Yaşamın değerini ölümle yüzleşince. Özgürlüğün değerini de hapse girince anlıyor insan. Hukuk da öyle. Ancak kaybettiğimizde değerinin farkına varıyoruz. “Bir ülkede hukuk her şeyin üstünde değilse, her şey ayaklar altında demektir” derler. Doğru söz.
-Trafik cezam yoktu: 34 yıldır Cumhuriyet’te çalışıyorum. Gazetede 2 bini aşkın haber, röportaj ve köşe yazım yayımlandı. Bugüne kadar tek bir yazım bile tekzip edilmedi. Ben bununla gurur duyuyorum. Bugün tekzip yememiş olmak sanırım pek o kadar da önemsenmiyor. Eskiden önemliydi. Hiç hapis yatmadım. Şöyle ifade etmek belki daha doğru olur: Trafik cezam bile yok.
-Zekeriya Öz’ün mirası: Hiç bu kadar kötü duruma düşmemiştik. 12 Eylül dönemi sonrası bile mahkemeler bu halde değildi. Dönemin güçlü savcısı FETÖ’cü Zekeriya Öz bu ülkeden kaçıp gitti. Ama geriye korkunç bir miras bıraktı.
-İddianame sıkıcıydı: İddianameyi en az üç kez baştan sona okudum ve notlar çıkardım. İddianame zaten 237 sayfa. Fakat bizde bir de 30 ek klasör vardı. Onlar da ilginçti. Fakat onların tümünü okumadım. Gerekli olabilecek yerleri okudum sadece. Fakat gerçekten de çok sıkıcıydı. İddaname sıkıcıydı, ek dosyalar daha da sıkıcıydı. Hatta o kadar sıkıcıydı ki, iddianameyi aynı anda üç kitapla birlikte okudum. Bunaldığımda rahatlamak için kitaplara yöneldim.
-Bizi kolay kolay bırakmazlar: İnsan bu kadar uyduruk gerekçelerle hapse atılabiliyor, aylarca hapis yatabiliyorsa, o zaman olaylara daha farklı bakıyor. Ben, bizi kolay kolay bırakmazlar diye düşünüyordum. Bu nedenle de zaten cezaevine girer girmez, kendime günlük bir program hazırladım. Kitap ve yürüyüşlerin yanısıra Almancamı ve İngilizcemi geliştirmeye çalıştım. Tutukluluğumun daha ilk ayında eşimle görüştüğümüzde, yıl sonuna doğru çıkabileceğimi konuşuyorduk.
-Yaşamak için gereken ihtiyaçlar: Cezaevinde minimal bir hayatın nasıl olabileceğini görüyor insan. Bizim koğuşta bir plastik masa, üç plastik sandalye vardı. Sonradan bir televizyon ve buzdolabı geldi. Bu kadar. Giysiler biliyorsunuz sayıyla veriliyor. İki pantolon, iki çift ayakkabı, bir plastik terlik... “Demek ki insanın yaşamak için fazla bir şeye ihtiyaç yokmuş” diyorsunuz bir süre sonra. Dolayısıyla, hayatta kalmak adına alışmak ise kasıt, çok rahat diyebilirim ki, hayır sıkıntı çekmedim. Ancak kızımdan, eşimden, ailemden ve sevdiklerimden hele hele haksız yere uzak kalmaya hatta yoksunkalmaya ise hayır alışamadım. Buna alışabilmenin de çok mümkün olabileceğini düşünmüyorum.
-Özgür değiliz hiçbirimiz: Aslına bakarsan hiçbirimiz gerçek anlamda özgür değiliz. Cezaevinde bunu daha iyi anlıyorsun. Belki bu gerçekle yüzleşebilirsek özgürlüğümüze kavuşabiliriz. Tarih bir özgürlük mücadelesidir. Özgürlükse, var olan engellerin bilincine varıp onu aşma mücadelesinin ürünü. Bu işin sonunun nereye varacağını insan cezaevinde hissedebiliyor.
-Söyleyeceklerimizin hepsini ezberlemek zorundaydık: Mektup almak, yazmak yasak. Dışarı yazılı bir not iletmek yasak. Eşine yazılı bir kâğıt veremiyorsun yani. Hatta görüşmeye giderken yazılı bir metin de götüremiyorduk yanımızda. Söyleyeceklerimizin tümünü ezberlemek zorundaydık. Avukatımızla haftada bir gün sadece bir saat görüşebiliyorduk. Tüm görüşmeler kayda alınıyor ve yanında da bir cezaevi görevlisi oluyordu. Kızımla iki haftada bir sadece on dakika telefon görüşmesi yapabiliyordum. Açık görüşler iki ayda birdi. Başlarda eşlerimizin cezaevine kitap getirmesi de yasaktı. Hatta cezaevi kütüphanesinden 3 hafta boyunca doğru dürüst kitap bile alamıyorduk. Neyse ki sonradan kitap meselesi çözüldü de rahatladık.
-Organik tarım kursu olsaydı: Neden kütüphanedeki kitapları tabletten dijital olarak okuyamıyoruz? Bugün 100 liraya satılan tabletler var. Neden Türkiye’deki her cezaevinde 50’şer bin kitaplık dijital kütüphaneler olmasın. Sonra ansiklopediler olmasın. Neden tutuklu ve hükümlüler bunları okuyamasın. Neden tutuklular cezaevinden Vikipedi gibi ya da gazetelerin web sayfaları gibi sayfalara internet üzerinden bağlanamasınlar? Sonra, neden insanlara cezaevinde kurslar verilmez. Cezaevinde yattığım bu 9 aylık sürede mesela “organik tarım” kursu olsaydı, buna büyük bir memnuniyetle katılırdım.
-Kalp krizi geçirirsem: Ara ara herkes karamsarlık ve umutsuzluk yaşıyor cezaevinde. Özellikle sağlıkla ilgili sorunlarınız varsa bu daha ciddi oluyor. Ben cezaevine girmezden önce bypass ameliyatı geçirmiştim. Cezaevinde kalp krizi geçirirsem hapı yutarım diye düşünüyordum. En büyük karamsarlığım da, ya bir daha kızımı göremezsem idi. Neyse ki ciddi bir durum yaşanmadı.
-Cumhuriyet’i satır satır okuduk: Cumhuriyet gazetesi, Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt bir gazete. Önemli bir gazete. Cumhuriyet kazanımlarını simgeleyen bir gazete. Şu anda pek çok sorunla mücadele ediyor. Ama tüm olanaksızlıklara karşın bence hâlâ Türkiye’nin en iyi gazetesi. Cezaevindeyken de Cumhuriyet’i her sabah satır satır okuyorduk. Bu süreçte özveri ile çalışan arkadaşlarımızı da bu vesile ile kutlamak isterim.
-Terör üzdü, Adalet yürüyüşü umutlandırdı: Özellikle terör eylemleri bizi çok üzdü. Başta sevdiklerimiz olmak üzere yurttaşlarımız için endişelendik. Aynı şekilde şehitlerimiz için de büyük üzüntü duyduk. Diğer yandan, Kemal Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü ise bizi umutlandırdı. Türkiye için umutlandırdı. Keşke dışarıda olsaydık ve biz de yürüyüşe katılsaydık diye geçti içimden.
-Kızımı, eşimi, sevdiklerimi: En çok kızımı ve eşimi özledim. Sevdiklerimi, ailemi. Bir de tablet ve bilgisayarımı. Müzik dinlemeyi. Hatta bilgisayar programı yazmayı.
-Aklımız Nuriye ve Semih’teydi: Aklımız Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’daydı. Umarım hükümet gerekli adımları atar ve çalışma hakları geri verilir. Okullarına dönerler. Hayatlarına devam ederler. Adalet ve demokrasi bunu gerektirir.
Bizler cezaevinde adaletin tecelli etmesini beklerken, tecelli eden şey ne yazık ki adaletsizlik oldu. İçerideki beş arkadaşımız için de aynı şey geçerli. Geçen hafta Çağlayan Adliyesi önündeki Adalet Nöbeti’nde de söyledim. Onların bir an önce tahliye olmasını bekliyoruz. Onlar cezaevindeyken hiçbirimiz gerçek anlamda özgür değiliz. Dışarıdayız kaçmıyoruz: Dokuz ay boyunca temelde üç gerekçeyle hapiste yattık. Önce kanıtlar henüz toplanmadı dediler. Eh ortada kanıt yoksa bizi niye hapse attınız soruları yanıtsız kaldı. Sonra kanıtları karartırsınız dediler. Ortada olmayan kanıtların karartılması söz konusu değil elbette. Çünkü kanıt denilen şeyler gazetede yayınlanmış haberler. Yani zaman makinesi yok ki geriye doğru gidip o haberleri karartalım. Üçüncü olarak da kaçarsınız dediler. Oysa aynı davadan tutuksuz yargılanan arkadaşlarımız vardı. Hiçbiri kaçmadı. Şimdi yedi kişi tahliye olduk. Hepimiz görevimizin başındayız. Gördüğünüz gibi kaçan yok. Tutuklu arkadaşlarımızın en kısa zamanda tahliye olmasını bekliyoruz.
-Haber delilse yargılanan gazeteciliktir: Haber delilse yargılanan gazeteciliktir: Bu utanç verici durumdan kurtulmak için harekete geçmek gerekir. Cezaevinde bulunan, terörle ilgisi olmayan gazeteciler acilen tahliye edilmelidir. Masumiyet karinesine uygun olarak tutuksuz yargılanmalıdırlar. Şimdi diyorlar ki, bunlar gazetecilik mesleği yüzünden cezaevinde değil. Eğer bir dava dosyasında kanıt olarak sunulan şeyler haberse, bu insanlar gazetecilik yüzünden cezaevinde demektir.