"Cumhuriyet’e toplu tahliye adalete inancı tazeler"

"Cumhuriyet’e toplu tahliye adalete inancı tazeler"

Melis Alphan*

Bu biraz kişisel bir yazı olacak.

Cumhuriyet gazetesi davasından yargılananların bir kısmı gazeteciliğe başladığım ilk yıllardan beri tanıdığım, farklı dönemlerde birlikte çalıştığım insanlar. Onların bendeki yerini anlatmak isterim.

Ahmet Şık meslekte en eski tanıdıklarımdan. Onunla 2001’de Radikal gazetesine adımımı attığım gün tanıştım. Bildiğim en tutarlı insandır. Konuştuğu gibi davranır ve yaşar. Ezelden beri hak savundu, karşılığında haksız bedel ödedi. Meslekte de, hayatta da doğru bildiğini söylemeyi, taviz vermemeyi en çok onda gördüm.

Can Dündar, meslek hayatımın okulu olan Milliyet Popüler Kültür ekinde müdürüm oldu. Ünsal Oskay’ı ve Tayfun Atay’ı sayesinde tanıdım, o sayede zenginleştim.

Milliyet yazıişlerinde editörlük yaptığım yıllarda Kadri Gürsel ve Murat Sabuncu’yla her gün bir toplantı masasının etrafında saatlerimi geçirdim. Gürsel’in kimseye eyvallahı olmamasını severdim. Tüm masayı karşısına almaktan çekinmez, bilgisiyle herkesi ‘döverdi’. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunamayacağını ve asla sözünü sakınmamak gerektiğini onu izleyerek öğrendim.

Sabuncu gazetenin ekonomi şefiydi. Çalışanlarınca çok sevilen, anlayışlı bir müdürdü. Güler yüzü ve içten tavrı kötü bir gününüzü dahi iyi edebilirdi.

Ayrılık ölümden beter

Cumhuriyet gazetesi ombudsmanı Güray Öz’le sonraki yıllarda tanıştım. O benim Güray abim oldu. Çevre konusunda çalışan bir grup gazeteciyle nükleer atık merkezini ziyaret etmek için bulunduğumuz Gorleben’deki bir pub’da Güray abiden hayat hikâyesini dinlemiş, böylesine sessiz bir adamdan böyle kocaman bir hayatın çıkmış olmasına şaşırmıştım. Çevre gazetecileri grubumuz bu seyahatten sonra dağılmadı ve Güray abi de akil üyemiz oldu. Az konuşur, çok dinlerdi. Bazen de bizi bize anlatırdı. Anlamlandıramadığım veya sıkıştığım zamanlarda başvurduğum insanlardandı. Rahmetli dedemi tanırdı, anlatırdı. İnsanın çok sevdiği bir aile ferdi ölünce, onu tanıyanlardan ve onların anılarından başka bir şey kalmıyor elinde. Bu benim için çok değerliydi.

Di’li geçmiş zamanda konuşuyorum, farkındayım.

Zira ayrılık ölümden beter.

Meslektaşlarımız, arkadaşlarımız hayatta ama onları ne görebiliyoruz ne de seslerini duyabiliyoruz.

Yakınlarının yaşadıklarıyla kıyaslanamaz ama ben hâlâ alışamadım. Unutuyorum, bazı yerlerde gözlerim onları arıyor ya da elim telefona gidiyor. Sonra hatırlıyorum. Hayatın ne kadar kısa olduğu geliyor aklıma ve içimi derin bir keder kaplıyor. Havada kalan suçlamalarla bu değerli zamanı sahiplerinden çalmaya kimin ne hakkı var?

Ortaçağda mı yaşıyoruz?

Kış günlerinde cezaevinde yaşadıklarını en basitinden Kadri Gürsel’in paltosundan biliyoruz. Eşi Nazire Hanım’ın getirdiği palto cezaevinden uygun bulunmayarak geri çevrilmişti. Bizim klimayla bile serinleyemediğimiz aşırı sıcaklarda o kutu gibi yerde hallerini hayal bile edemiyorum. Nazire Hanım Medyascope’ta katıldığı programda cezaevi koşullarını kastederek “Ortaçağda mı yaşıyoruz?” diye sorarken haksız değildi.

Cumhuriyet tutukluları 9 aydır cezaevinde ama henüz hâkim karşısına çıkmadılar. 11 yazar ve yönetici cezaevindeki ilk 5 ay içerisinde neyle suçlandıklarını bile bilmiyorlardı. Özgürlüklerinden alıkonmalarının üzerinden 156 gün geçtikten sonra iddianame hazırlandı. İlk duruşmanın tarihi ise 4 ay sonrasına atıldı.

24 Temmuz’daki duruşma dileyelim de ilk olduğu gibi son da olsun.

Bu ülkede hâlâ adalet olduğu kanıtlanmak isteniyorsa, kamuoyunun vicdanını paramparça eden bu davada, toplumu aydınlatmak dışında görevi olmayan gazeteciler toplu halde tahliye edilmeli.

*Bu yazı ilk kez Hürriyet'te yayımlanmıştır.