Darbe araştırma komisyonlarının 'vazgeçilmez' ismi; Hüseyin Gülerce

Darbe araştırma komisyonlarının 'vazgeçilmez' ismi; Hüseyin Gülerce

Gülen cemaatinin lideri ve 15 Temmuz darbe girşiminin 1 numaralı sanığı firari Fethullah Gülen'in uzun yıllar en yakındaki kişilerden biri olan Hüseyin Gülerce, TBMM'nin 'Darbe Araştırma Komisyonu'nun da 'vazgeçilmez' isimlerinden biri oldu.

2 Mayıs 2012'de dönemin AKP İstanbul Milletvekili Nimet Baş'ın başkanlığında 'Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu'na ifade veren Gülerce, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra kurulan '15 Temmuz Darbe Girişimi'nin Araştırma Komisyonu' tarafından da görüşlerine başvurlan isim oldu.

Gülerce o dönem komisyona Gülen ile tanışmasını , “1979 yılından itibaren ismini bana telaffuz etmeye başladılar. 1980 yılı Haziranında Fetullah Gülen İzmir’den İstanbul’a geçerken Akyaka Vakfının Yalova’da, Hayriye Hanım Camisi’nin altında bir yeri vardı, oraya geldi. Bana 'Çok önemli birisi geliyor, gel.' dediler, ismini söylemediler. O da hiç konuşmadı, gitti. Arkasından dediler ki, 'İşte bu sana anlattığımız Fetullah Gülen.' Hiç konuşmadan, tanışmadan 1980 yılında Fetullah Gülen’i gördüm. İlk görüşmem böyle. 1989 yılında da Zaman gazetesinde yazmaya başladım” sözleriyle anlatmıştı.

O dönem CHP Gaziantep Milletvekili Mehmet Şeker’in Fethullah Gülen’in sorularıyla sıkıştırılan Gülerce, sorulara yanıt verirken Tuncay Güler hakkında da çarpıcı bilgiler vermişti.

Hüseyin Gülerce’nin 15 Ekim 2012 tarihinde ‘Darbeleri Araştırma Komisyonu’nda tutanaklara geçen konuşmasından bazı bölümler şöyle:

 

“Mesela İbrahim Kaypakkaya, Salman Kaya yüksek öğretmen okulundaydı”

Hüseyin Gülerce – Evet, davetiniz için çok teşekkür ederim. Ben 1950 Edirne-Keşan doğumluyum. İlkokulu Enez’de bitirdim, ortaokulu Keşan’da bitirdim. Keşan’da lise olmadığı için parasız yatılı sınavlarına girdim. Bu arada Kuleli Askerî Lisesinin yazılı sınavını 3’üncülükle kazanmama rağmen, boyum kısa olduğu için beden eğitimi sınavından kaldım. Dolayısıyla Edirne Erkek İlk Öğretmen Okuluna parasız yatılı olarak gittim o sınavdan neticeyle başarısız olunca. Bunu bir espri olarak söylüyorum çünkü yaşıtlarım şu anda, işte, Sayın Genelkurmay Başkanı da 50 doğumlu. Parantezi kapatayım.

Edirne Öğretmen Okulunda okurken o yıllarda Yüksek Öğretmen Okulu diye bir uygulama vardı. 2’nci sınıftan 3’üncü sınıfa geçenlerin içinden ilk 3 öğrenciyi veya kalabalıklığına göre 5 öğrenciyi seçip İstanbul, Ankara ve İzmir’deki yüksek öğretmen okullarına gönderiyorlardı. Ben de Edirne Öğretmen Okulundan 1967’de İstanbul Yüksek Öğretmen Okuluna geldim. İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu şu anda anlatacaklarımla ilgili çok önemli bir zemin teşkil ediyor.

Onun için buradan başladım.Biz Edirne’den geldik, sinemacıydık, topçuyduk, işte on yaşında dönmemek üzere Galatasaray’dan yemin etmiştik. Böyle, Trakya’nın hâli de malum bu kültürel yaşam konusunda, Anadolu’nun pek çok yerinden farklı. Bir ekibimiz oldu böyle sinemacı, topçu, maça giden. Sonra 1968’de Çapa’da olaylar başladı. Meğerse Çapa Yüksek Öğretmen Okulu -ki orası aslında bir yurt sayılır, öğretmenlikle ilgili her sene bir ders alıyorsunuz ama fakülteyi İstanbul Üniversitesi Fen ya da Edebiyat Fakültesinde okuyorsunuz- DEV-GENÇ’in ve Mücadele Birliğinin kalesiymiş. Bizim nasıl bir yere geldiğimizden haberimiz yok. Mesela İbrahim Kaypakkaya, Salman Kaya yüksek öğretmen okulundaydı.

  “Biz Mücadeleciler olarak Çapa’yı işgal ettik, altı ay solcu arkadaşları sokmadık”

68’de fikrî münakaşalar başladı. Orayı uzatmayacağım. Bir akşam, ben, sağdan soldan haberim yokken, bir arkadaş “Allah yoktur.” deyince ona müdahale ettim. “Öyle şey mi olur? Allah vardır.” deyince o da bana -öyle tepeden bakan- “Sen bu işlere karışma Hüseyin, kenara çekil.” dedi. O bende bir merak uyandırdı. Bu arada, benimle Mücadeleci arkadaşlar ilgilenmeye başladılar. Çapa’da o zaman eski Aile Araştırma Kurumu Başkanı Necmettin Türmay vardı. O, Çapa’nın ağabeyiydi, bizde ağabeylik-kardeşlik vardı yani. Fikrî münakaşalar taşlı sopalı kavgalara dönüştü, daha sonra silahlı çatışmaya dönüştü. Çapa’da ölen solcu bir arkadaş oldu. Meğerse Mücadele Birliğinin kalesi de Çapa Yüksek Öğretmen Okuluymuş yani 700-800 öğrencinin 350-400’ü mücadeleciydi ki Türkiye’de o sene toplasanız bütün mücadelecileri,  bunun 2 katı veya 3 katıdır. Ülkücü arkadaşlarımız vardı, DEV-GENÇ vardı, sosyal demokrat arkadaşlar vardı yani ben Türkiye'nin gençlik fotoğrafını Çapa’da gördüm. Ama asıl şunu söylemek istiyorum: Biz çatışırken, birbirimizi taşlı, sopalı, zincirli, sonra silahlı vurup öldürürken devlet yoktu. Mesela biz Mücadeleciler olarak Çapa’yı işgal ettik, altı ay solcu arkadaşları sokmadık. Onlar da misilleme olarak Fen Fakültesi ve Edebiyat Fakültesini işgal ettiler.

“ Biz solda sağda vuruşanlar değildik, vuruşturanlardık” Rahmetli Metin Toker bizim 71 muhtırasından sonra hikâyemizi yazarken “Solda ve Sağda Vuruşanlar” diye bir kitap yazdı. Şimdi, geldiğimiz gün itibarıyla biz solda sağda vuruşanlar değildik.

Biz solda sağda vuruşanlar değildik, vuruşturanlardık. Ve ben geçen bir televizyon programıma davet ettim Salman Kaya’yı, hem helalleştim onunla hem de gençliğin Türkiye’de birileri tarafından -ki o birilerini genel değerlendirmede izah etmek istiyorum- nasıl kullanıldığını gördük.

Sonra “Yeniden Millî Mücadele” diye 1970’in 3 Şubatında Mücadeleciler haftalık bir dergi çıkardılar. Ben Ahmet Taşgetiren Bey’le o derginin ilk sayısından itibaren yazarı oldum yani benim gazeteciliğim 70’de başlıyor. 77’ye kadar yaptım Yeniden Millî Mücadelede. 77’de Bayrak gazetesi çıktı, onun başyazarıydım. Mücadele Birliği dağıldı -oraları uzun hikâye- dağıtanlar da devlet içindeki gene o derin yapıydı. Nasıl dağıtıldığını da gözlerimizle gördük yani lideri vasıtasıyla o teşkilatı…

 

“Mao’nun  kitaplarını önüme koyuyorlar yani gıcık vermek istiyorlar”

Şimdi, 77’de Yalova Lisesine gittim ben fizik öğretmeni olarak. Bu sefer de 80 öncesine denk geldi. Okul idaresi sol görüşlüydü ve solcu öğrencilerle iş birliği yapıyorlardı. Mesela okulun teksir makinesinde bildiri basılıyor, öğrenciler dışarıda dağıtıyorlar bunu, kapının önünde. Biz mücadeleciliği bıraktık, artık öğretmenlik yapalım, işte bütün çocukları kucaklayalım, derken bu sefer idareden cesaret alan öğrenciler… Mesela, ben derse giriyorum 6 Edebiyata, 3 tane en önde oturan öğrenci Mao’nun kitaplarını önüme koyuyorlar yani gıcık vermek istiyorlar. O sırada, bu defa, Adalet Partisi Hükûmeti kuruldu 80’de. Biz, tabii, sağ görüşlü öğretmenler bu atmosferde bir araya geliyorduk. Dediler ki: “Artık Yalova Lisesini solun elinden almak lazım.” ve beni teklif ettiler. Yalova’nın Adalet Partisi İlçe Başkanı da çok yakındı Millî Eğitim Bakanına. Ben üç senelik öğretmenken Yalova Lisesine müdür oldum. Ağustosta müdür oldum, 12 Eylül oldu, 13 Eylülde de görevden aldılar. Bir de 12 Eylülü öğretmenken, idareciyken yaşadım. Orada uzun hikâyeler var tabii. Gittim, İstanbul 1. Ordu’da ifade verdim. 12 Eylülden sonra asker içerisinde ikiliği gördüm.

Hüseyin Gülerce  -Açılmadı. Sağ görüşlü, öyle demeyeyim de, milliyetçi silahlı kuvvetler mensupları, benim görevden alınmama bir arkadaş gidip de “Böyle bir insanı -siz darbe yaptınız- nasıl görevden alıyorsunuz?” diye söyleyince, onların da canı sıkılmış. Nasıl oluyor bizim dönemimizde, biz bunu sol için yapmadık diye, bu sefer de eski sol kadroyu, Yalova Lisesinden müdür ve idarecileriyle birlikte 10 kişiyi tayin ettiler. Yani askerin içerisinde de albaylar ve alt seviyede farklı bir görüş, en üstte bir farklı görüş olduğunu o zaman gördük. Daha sonra da ben… Uzun tuttum herhâlde.

Hüseyin Gülerce– Sarı basın kartım vardı, evet, 70’te. BAŞKAN – 80 de dâhil olmak üzere o döneme ilişkin medyanın rolünü de analiz ederek aynı zamanda ilerlersek belki hani daha…

Hüseyin Gülerce – Peki o zaman, medyayı hızlı geçeyim. 89’da Yalova Lisesinde öğretmenlikten sonra, 83’te Anavatan Partisinden ben milletvekili adayı oldum. Hatta Çankırı için, Halil Şıvgın Bey benim eski arkadaşım, ısrar etti: “İstanbul’da Özal seni seçilecek yere koyamaz.” Yalova o zaman İstanbul’a bağlıydı. Ben kabul etmedim, nasip tabii. Çankırı’da 3-0 oldu Anavatan Partisi 83 seçimlerinde.

“1989’dan beri Zaman  yazarıyım”  

Hüseyin Gülerce – Daha sonra dershanecilik yaptık Yalova’da on sene. İşte, dershanecilik yaparken Zaman gazetesindeki arkadaşlar benim eski bir gazeteci olduğumu düşününce, 89 Kasımında ilk yazım oldu. Duvarlar yıkılırkendi, Almanya’da, iki Almanya’yı ayıran duvarların yıkılmasıyla ilgili ilk yazıyla Zaman gazetesi yazarı oldum. 89’dan beri Zaman yazarıyım. 93’te Samanyolu televizyonunda “Toplumun Nabzı” diye bir program yaptım bir sene kadar. 95 Ocağından itibaren de -ki tam 28 Şubat sürecinin başlangıcına denk geliyor- Zaman gazetesi Genel Müdürü oldum. O zamanki uygulama, Zaman gazetesinde, yayın da Genel Müdüre bağlıydı yani ben yayın toplantılarına da başkanlık ediyordum.

Başkan – Biz de tam bu nedenlerle, o dönemdeki görevleriniz sebebiyle davet ettik sizi.

Hüseyin Gülerce – Son beş senelik görevim sırasında, son bir yıl yani 98-99’da da o zaman statü değişti, Genel Müdür idari kısma ayrıldı, ben de Genel Yayın Yönetmeni oldum, bir yıl da yayın yönetmenliği yaptım. --- Mehmet Şeker (Gaziantep) –Fethullah Gülen Hocaya çok yakın bir insansınız. O zaman, Sayın Fethullah Gülen Hoca da bir televizyon programında -yanılmıyorsam Yalçın Doğan’la yaptığı bir programda- şöyle bir şey söylemişti… Bugün Türkiye’yi idare edenlerin gerekli performansı gösteremediğini ve ülkenin ustura sırtında olduğunu savunan Gülen, “’Bu işi beceremedik, yüzümüze gözümüze bulaştırdık.’ demeliler, ‘Ben bu emaneti götüremiyorum, emaneti al.’ diyerek millet adına bu fedakârlığı yapmalılar” diye konuştu. Bu, gazetelerde de çıktı, ben televizyon programını izlemedim, bilmiyorum. Hatta Sayın Gülen, askerlerin bazı sivil kesimlerden daha demokrat olduğunu vurgulayarak “Askerlerin elindeki güç başkalarının elinde olsaydı bir gece ansızın geliverirlerdi.” diyor. Bugün de bunlara katılıyor musunuz? Gerçekten, askerlerin elindeki gücü ya da gücü kim elinde bulunduruyorsa -işte 28 Şubatta “bazı bankalar, bazı ekonomistler, bazı sanayiciler” dediniz, geçmiş dönemde kim olurs- bugün için de geçerli mi bu? Yani bugün de, gerçekten, yargıyı, askeri, gazetecileri, kimi dersek -yani basını- elinde gücü bulunduran kişiler kullanıyorlar mı? Elinde gücü bulunduran kişiler bunları yönlendiriyorlar mı?

Hüseyin Gülerce– Şimdi, sırayla gidelim: Kullananlar kimler? “12 Eylülü biz daha önce yapacaktık ama ‘şartlar oluşsun’ diye bekledik.” diyen bir generali hatırlıyorsunuz değil mi? Yani bizi kullananlar, Türkiye’de demokrasiye müdahale için bir bahane ortamı hazırlamak isteyenler, bir kaos ortamı hazırlamak isteyenler, bu çok açık. Ama şimdi geriye dönüp baktığımızda, ben birebir organik bağlantıları -mesela, mücadele birliği içerisinde- kimler vardı, onları biliyorum artık. O dönemde, mesela, mücadele birliği diyelim 1.000 kişilik bir üniversite talebesi -genellikle biz üniversite öğrencileriydik- ise en tepede 3 ya da 5 kişi organik bağlantı kuruyor derin yapıyla. Aşağıdakiler,  bizler, vatan, millet, Sakarya diyoruz.

Yani, o gün benim lider dediğim kişi ben tanıncaysa kadar bir kardeşim benim önce ayrıldı, Ankaralı mücadeleciydi Melih Bey’le devre arkadaşı ayrıldığında ben dedim ki: Sen ayrıl, ben işte ağabey için gerekirse ölürüm. Fakat iki gün sonra tekrar 5-6 arkadaş Ankara’dan olan biteni anlattıkları zaman ben de o gün ayrıldım. İki gün sonra ayrıldım. Şimdi, daha sonra bağlantılara baktığınız zaman ben özür dilerim yazılarımdan kullandığım için ifadeyi kullanacağım. “Derin yapılar” bunu da bana Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğine dosya hazırladığını söyleyen bir tarih doktoru söyledi. O arkadaşla 6-7 ay bir samimiyetimiz oldu İstanbul’da, bir gün ben ona bir şey konuşurken dedim ki: “Sizin bu derin yapınız da yalnız çok önemli bir zaaf var. Siz böyle devlet adına iş yaptığınızı söylüyorsunuz ama nerede karakter zaafı insanlar varsa onlarla çalışıyorsunuz.” Yani böyle devleti temsil eden, madem derinsiniz –bunu Tuncay Güney’de söyledim, işte Cevik Bir’in adamı olduğunu söylemişti. Gazeteye gelmiş beni çağırdılar onu da anlatırım- karakteri -kibarca söylüyorum- sağlam olmayan insanlarla iş tutuyorsunuz. O zaman bana dedi ki tarih doktoru şahıs:

BAŞKAN – Pardon, isim zikretmedeniz de sakınca yoksa isim zikredebilir misiniz?

HÜSEYİN GÜLERCE – Edemem, bu özel bir görüşme. Ama o görevi yaptığı doğruydu. Yani, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğine dosya hazırladığını sivil bir ekip vardı biliyorsunuz o ekipten olduğunu söyledi. Tahkik ettik, tahkik ettiklerimize söyledi. Ama ben devlet katında tahkik edemem. Şimdi dedi ki: “Bak Hüseyin Bey” dedi. “Derin devlet defolu adamla çalışır.” dedi. “Çalışmak zorunda olduğu adamda defo yoksa defo açar öyle çalışır.” dedi. Şimdi, ben pek çok olaya bunu bir şablon olarak oturtmaya çalıştığım zaman pek de yanlış bir laf olmadığını görüyorum. Yani hiç ummadığınız insanlar kendilerinde beklenmeyen, yıllardan beri oturmuş bir kişilikleri varken, bunun tamamen dışına çıkan bir şaşırtıcı tavır sergilediklerinde işte bu kimler kullanıyor? Meselesi ortaya giriyor. Bu sadece içerden olmaz, dışarıdan da olur. Şimdi, bu Amerika’yla ilgili etkinliği devam ediyor mu?

Ben bir şey bildiğimden söylemiyorum. Fakat filmlerden de görüyorsunuz, akşam bir film seyrettim uydudakilere parmak işaret yapıyor adam ve uydudan da görüyorlar. Böyle bir dünyada Amerika, bana göre Türkiye’nin nabzını hepimizden daha iyi tutuyor, bu benim şahsi kanaatim. Amerika Türkiye’nin nabzını her sahada… Çünkü o Thing-Tank kuruluşları vasıtasıyla mesela işte Amerika’da bir Thing-Tank kuruluşunda “yüzde 50 darbe olur” diye konuşulduğu yazılıyor 2-3 de general var orada. Bu nabzı nasıl tutuyor sadece uydudan tutmuyor. Yani oturup kalktıkları insanlar var. Ben kimseyi zan altında bırakmak istemem buna hakkımda yok, bırakmak yanlışta olur. Ama bütün bizi etkilemeye çalışıyorsa, kim bize yaptırmaya çalışıyorsa bunu bozacak tek bir oyun vardır. Grekoromende salta atarsınız, adam çok güçlü ise ters teper bu kendi oyununuzla yenilirsiniz. Başkalarının oyununu yenmek için bizim tek bir oyunumuz var, gücümüz var. O bizim klasik bir laf ama “Birbirimizi dinlememiz, anlamamız ve uzlaşmamızdır.” Bizim içeride birlik olmamızdır.

Gelip o zaman bir şey yapamazlar. Ama biz birbirimizi tarihten gelen bir takım yaralar açmışsak, birileri kaşır onu yani, siz onu önleyemezsiniz. Dolayısıyla, faturayı Amerika’ya da kesmenin şeyi yok. İşte anlatılan Mehmet Ali Birant da anlattı: “Bizim çocuklar yaptı.” diyor darbeyi, yani çok rencide edici bir laf değil mi bu?   15 Temmuz Darbe Girişimi Araştırma Komisyonu'ndaki tutanaklara yansıyan bazı bölümler şöyle: 

Hüseyin Gülerce– Yarı bilgilendirme yarı sorgulama oldu ama Sayın Milletvekiline saygımdan dolayı hepsine cevap vereceğim. Ben Zamanın kuruluşundan beri bulunmadım, Zaman gazetesi 1986’da bu cemaate geçmiş. Ben Zaman gazetesinin 1989 sonunda, haftada bir yazarı oldum. Onu da kendileri teklif ettiler, Yeniden Millî Mücadele’nin eski yazarı olduğumu öğrenince Yalova’da böyle bir arkadaş var diye. Benim Zaman gazetesinde yaşıtlarımla ilk temas kurduğum yıl 1995’in başıdır yani 45 yaşında. Şimdi, mesela “Hiç sorumluluk duymuyor musunuz?” sorusuna, aynı soruyu herkese sormak lazım. Rahmetli Alparslan Türkeş, Fatih Üniversitesinin açılışına geldi ve Fetullah Gülen’le fotoğrafı çıktı. Rahmetli Özal, Cumhurbaşkanı olarak devlet başkanlarına mektup yazdı. Rahmetli Demirel mektup yazdı. Meclis başkanları, yargıçlar, yani Türkiye’de bu işi topluma mal ettirme konusunda, burada bazı arkadaşlar var, onları sarfınazar ederim, onları…

MUSTAFA AKAYDIN (Antalya) – Tayyip Bey de yaptı bu destekleri herhâlde.

HÜSEYİN GÜLERCE – Ben mücadele birliğinden 1977 yılında Bayrak gazetesi başyazarıyken ayrıldım eylülde, ekim ayında Yalova Lisesinde fizik öğretmenliğine başladım. 12 Eylül öncesiydi, ortam hem öğretmenler hem öğrenciler arasında gergindi. Yeniden bir sağ- sol kutuplaşmasının içine düştüm. Sağcı öğretmenler birbirini tanımaya, buluşmaya, evde bir araya gelmeye başladılar. Sonradan, bir sene sonra öğrendim ki bunların iki tanesi Fetullah Gülen’i beş on seneden beri, öğrenciliklerinden beri tanıyormuşlar. 1979 yılından itibaren ismini bana telaffuz etmeye başladılar. 1980 yılı haziranında Fetullah Gülen İzmir’den İstanbul’a geçerken Akyaka Vakfının Yalova’da, Hayriye Hanım Camisi’nin altında bir yeri vardı, oraya geldi. Bana “Çok önemli birisi geliyor, gel.” dediler, ismini söylemediler. O da hiç konuşmadı, gitti. Arkasından dediler ki: “İşte bu sana anlattığımız Fetullah Gülen.” Hiç konuşmadan, tanışmadan 1980 yılında Fetullah Gülen’i gördüm. İlk görüşmem böyle. 1989 yılında da Zaman gazetesinde yazmaya başladım, 1989 ekiminde.

EMİNE NUR GÜNAY (Eskişehir) – Teşekkür ederim. Peki, ben şunu öğrenmek istiyorum: Bu yapının çok önem verdiği sektörler var, eğitim sektörü de onlardan bir tanesi. Bursa Millî Eğitim Müdür Yardımcılığı görevindenken veya Anavatan Partisi milletvekili adayıyken bu yapı size bazı görevler verdi mi, yani “Şunu yapın, bunu yapın” gibi, kendi adına?

HÜSEYİN GÜLERCE – Evet, benim 1983 yılında Anavatan Partisi milletvekili adayı olmam -“Cemil Ağabey” diyeyim- Anavatan Partisinin kurucuları arasındaydı Cemil Çiçek Bey, onun haberi üzerine oldu. Halil Şıvgın Bey de bizim eski arkadaşımızdı. Israr etti. Ben Çankırı’dan evliydim. İstanbul’a bağlı Yalova. “Oradan listeye konman zor, gel seni Çankırı’dan milletvekili yapalım, 3 milletvekilliği var.” dedi. Yalova sevgisinden dolayı Çankırı’yı kabul etmediğim için milletvekili olamadım, 5’nci sıraya kondum İstanbul’da. O sırada hiçbir görüşmemiz olmadı. 1985 yılında Bursa Millî Eğitim Müdür Yardımcısı olunca bu arkadaşların şimdi Amerika’da olan ve o zamanlar Bursa’nın imamı olan Profesör İsa Saraç… O zaman profesör değildi, Bursa’nın imamıymış. Yalova’daki arkadaşlar dediler ki -biz de artık Fetullah Gülen’den konuşuyoruz ediyoruz"

 

“Burada böyle bir arkadaş var, seninle tanışmak istiyor.”

 

Tanıştı ama yaşıtım olduğu için ve benim milletvekili adaylığımdan gelen bir statüm olduğu için zaten bana böyle bir görev falan söylemeleri mümkün değil. Ancak çok ilginç bir şey oldu, siyasete karşı olduğu söylendi Fetullah Gülen’in, aradan bir iki sene geçtikten sonra bu İsa Bey bana “Ya biliyor musun, senin siyaseti bırakmana -Ben tekrar dershanecilik Fethullahçı Terör Örgütünün (FETÖ/PDY) 15 Temmuz 2016 Tarihli Darbe Girişimi ile Bu Terör Örgütünün Faaliyetlerinin Tüm Yönleriyle Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırma Komisyonu yaptım. 2 kardeş Yalova’da dershane açtık 1986’da- Fetullah -o zaman ‘hoca efendi’ diyor- çok üzüldü.” dedi. Mesela bunu bile bana iletememiş, yani “Devam etseydi.” gibi, öyle bir hukuk yok bizim Fetullah Gülen’le aramızda. Ama ben ona bir anlam veremedim çünkü şöyle bir şey oldu: Bir gün Altunizade’de -hangi seçimler öncesindeydi bilmiyorum, 2011’den önceki seçim 2007 miydi- orada otururken sofrada Alaattin Kaya da vardı. Adayların belirlenme süreciydi. Benim biliyor tabii Anavatan’la ilgili o ilişkilerimi, AK PARTİ’ye yakınlığımı. “Hüseyin Bey, size adaylık teklif ediliyor mu?” dedi. Tabii, şimdi yalan söylemek doğru değil, Yalova’da gelenler oldu, Ankara’dan söyleyenler oldu. “Ediliyor.” dedim. “Ne cevap verdiniz?” dedi. “Siyaseti düşünmediğimi söyledim.” dedim. “İyi demişsiniz, bir daha gelirlerse ‘Ben olacağımı oldum.’ dersiniz.” dedi. Bu konuşmanın arkasından Alaattin Kaya enteresan bir şey söyledi: “Ben hoca efendinin birisinin önünü kestiğine ilk defa şahit oluyorum.” Bana bu şekilde davranıyor, imkân olabilirdi. Fakat geçen Adalet Bakanımız açıkladı, biliyorsunuz, AK PARTİ’ye 2011 seçimlerinde 50 kişilik bir liste getiriyorlar. Yani ilginç tavırları var. Adamına göre muamele ediyor diyorum ya. Beni mesela istemedi.

Belki şöyle düşünseydi: Arkadaşları var AK PARTİ içerisinde. İyi niyetli olsaydı. Aramızda ihtilaflar çıkıyor, böyle, her iki tarafın da kabul edebileceği bir arkadaş olsaydı yani şeffaf olunsaydı Avrupa’daki gibi… Avrupa’da bir cemaatin üyesi hatta tarikatın üyesi açık açık siyaset yapıyor, bakan da oluyor. Ya, ben şunu gördüm: Fetullah Gülen’de iyi niyet yok, sur yolu yok. Hep bir hesap, plan, senaryo ve bunların hepsi kendi mehdiliğiyle ilgili.