Hürriyet yazarı Mehmet Yakup Yılmaz, 16 Nisan'da halk oylamasına sunulacak anayasa değişikliği teklifiyle ilgili olarak “Darbeler dönemini kapatıyoruz” diyen Başbakan Binali Yıldırım'a tepki gösterdi. "Referanduma sunulan Anayasa değişikliği ile darbelerin önlenebileceği tam anlamıyla bir kandırmacadan ibaret" ifadesini kullanan Yılmaz, "Darbelere karşı geliştirilecek en önemli çare, bir ülkenin yönetimini tek bir kişinin eline bırakmak değildir" diye yazdı.
Mehmet Yakup Yılmaz'ın "'İstikrar', öngörülebilir olmaktır" başlığıyla yayımlanan (12 Nisan 2017) yazısı şöyle:
Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, “Türkiye’deki belirsizlikler ortadan kalkınca normalleşme süreciyle birlikte bu etkiler de değişecek. Referandumun siyasi belirsizliği ortadan kaldırmasıyla Türkiye’nin uzun vadeli görünümü muazzam şekilde pozitife dönüşecek” de dedi.
Türkiye’de aslına bakarsanız 2002 seçimlerinden beri bir “siyasi belirsizlik” yok. 15 yıldır aynı parti seçimi uzak ara kazanıyor, muhalefet partilerinin de görünür gelecekte kendilerini yenileyip iktidara talip olmaya çalışacaklarının bir işareti yok. Türkiye, Cumhuriyet tarihi boyunca çok az rastlanan bir siyasi istikrar içindeydi, gerçek bu. Nitekim AKP iktidarının ilk yıllarında AB ile ilişkileri geliştirme çabası, daha çok demokrasi ümidinin varlığı her alanda kendini olumlu olarak hissettiriyordu. Bozulma, gücü tek elde toplama hevesi ve AKP’ye hâkim olan ideolojik saplantılardan kaynaklandı. Referandumda Anayasa değişikliği kabul edilirse bunun daha da keskinleşeceğini şimdiden söyleyebiliriz. Siyasi istikrar, gücün bir tek elde toplanması demek değildir. Siyasi istikrar öngörülebilir bir yönetim anlayışı ve öngörülebilir bir hukuk düzeniyle sağlanabilir ki gücü eline geçirmek isteyen kişinin de en büyük özelliği “öngörülebilir” olmaması. Bir bakıyorsunuz “savcı” olmuş, ardından bir bakıyorsunuz “kandırıldığını” söylüyor. Bir gün “Sorun var dersen sorun olur” diyor, ertesi gün “Kürt sorunundan” söz ediyor, aradan zaman geçiyor bakıyorsunuz yine “Sorun morun yok” demiş. Bir gün AB’ye üyelik için yanıp tutuşuyor, öbür gün bundan vazgeçiyor, masadan kalkabileceğini söylüyor. Her şeyin tek hâkimi olursa, istikrar sağlanamaz.
Başbakan Binali Yıldırım, Anayasa değişikliği referandumda kabul edilirse 27 Mayıs ile başlayan dönemin sona ereceğini söyledi. “Darbeler dönemini kapatıyoruz” dedi. Referanduma sunulan Anayasa değişikliği ile darbelerin önlenebileceği tam anlamıyla bir kandırmacadan ibaret. Darbelere karşı geliştirilecek en önemli çare, bir ülkenin yönetimini tek bir kişinin eline bırakmak değildir. Tam tersine, iktidar gücünün merkezileşmesini önlemek, sivil toplumu güçlendirmek, demokratik hakların ve faaliyetlerin önünü açmak gerekir. Nitekim dünyanın başka yerlerindeki darbelerin ezici çoğunluğu gücün merkezileştiği ve tek adamın elinde toplandığı ülkelerde gerçekleşti. Latin Amerika’ya, Arap coğrafyasına, Afrika’ya bakmak yeterli. Parlamenter sistemlerde iktidar gücü belli bir odağın elinde toplanmadığı için krizler, bir rejim krizine dönüşmez, “uzlaşma” kültürü sorunların aşılmasını sağlar. Geçmişte Türkiye’de darbeler yaşanmış olmasına yol açan nedenlerin başında da parlamenter sistemin varlığı değil, bunun olmaması geliyordu. Sadece bu değil: Demokratik hakların kullanımı konusunda kısıtlar vardı, sivil toplumun rejime sahip çıkabilmesinin önünde engeller vardı. Bu engeller halen de kaldırılmış değil ve siyaset yapma alışkanlığımız hâlâ uzlaşmaya değil, “bastırmaya, dayatmaya” yönelik. Parlamenter sistemin Türkiye’de iyi işlememesinin nedeni de budur. Meşruiyetini parti içi demokrasiden almayan bir parti disiplini anlayışı, yargının bir türlü gerçek bir bağımsızlığa kavuşamamış olması, demokratik hakların kullanımındaki kısıtlamalar, seçim sisteminin gerçek bir temsile olanak vermemesi gibi nedenler sistemin iyi işlemesini engelledi. Yapılması gereken, yüz yıldan daha uzun bir geçmişi olan parlamenter sistemi değiştirmek değil, düzelterek rayına oturtmak olmalıydı. Türkiye’de gelecekte de darbeler yaşamak istemiyorsak yapılması gereken belli: Daha çok demokrasi, daha çok uzlaşma ve daha geniş kitlelerin yönetime katılmasını sağlamak. Gerisi boş laftan ibarettir.
Dün gazetemizde bir ilan yayınlandı. AKP’nin hazırlattığı, iki tam sayfayı kaplayan ilanda, AKP iktidarının gerçekleştirdiği yatırımlar, projeler anlatılıyordu.
“Referandum” kampanyası ile bunun ne ilgisi var diye soracak olursanız, aslında yok tabii. Bu bir seçim kampanyası ilanı olabilirdi ama bir seçime değil, referanduma gidiyoruz. Ama referandumla getirmek istedikleri tek adam yönetimini parlatmaya yönelik söyleyebilecekleri çok şey yok, onun için bu ilanı vermiş olmalılar. İlana baktığımızda gerçekten önemli işlerin yapıldığını görüyoruz, hakkını teslim etmek gerek. Ama bir şey var ki, bir çuval inciri berbat etmek için yapılmış gibi: Şarj ünitesine bağlanmış bir otomobili gösteren vinyetin yanında şöyle yazılı: “Yerli Elektrikli Otomobil. Kendi markamızı üretiyor, dünyaya ihraç ediyoruz.” Bunu görünce kendime kızdım. “Böyle bir şey gerçekleşiyor ve sen bu ilana kadar bunun farkına bile varmıyorsun. Bu nasıl gazetecilik?” Hatırladığım geçtiğimiz yıl bu vakitlerde Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Fikri Işık, yerli elektrikli otomobil teknolojisinin TÜBİTAK tarafından geliştirileceğini söylemişti, ama araya darbe girdi, Fetullahçılar TÜBİTAK’tan temizlendi filan ama bir yerli elektrikli otomobilimiz hâlâ yok. İki proje de Atatürk ve Hacettepe üniversitelerinde geliştirilmişti diye hatırlıyorum ama üretim yapılmadı. Her fırsatta muhalefeti “yalancılıkla” suçlayan AKP yöneticileri, o müthiş projelerin olduğu ilanda bu palavraya nasıl yer verebildiler, merak ediyorum. Yoksa bir “sızma” mı var?