Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olduktan sonra Başbakanlık ve AKP Genel Başkanlığı’na taşıdığı ilk isim olan ve yeni parti kuracağı konuşulan Ahmet Davutoğlu, Erdoğan, hükûmet ve AKP'ye dönük olarak eleştiri ve tavsiyelerde bulundu. Davutoğlu, AKP'nin bir kişinin partisi olmadığını söyleyerek, "Kimse bizi kitlelerin ruhundan ahlakından soyutlayamaz ve ayıramaz" ifadesini kullandı.
Elazığ Gönül Dostları Buluşması'nda konuşan Davutoğlu, 31 Mart'tan 23 Haziran'a giden süreçte AKP'nin beka eksenli söylem değişikliğini değerlendirdi. Davutoğlu, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminin kaybedilmesinin nedenini, "Ak parti 800 bin oyla tekrar kaybetmişse, bunun sorumlusu eylemde söylemde ahlakta siyasi hayatta ciddi savrulmalara sebep olanlardır" olarak açıkladı.
Parti içindeki nice kişinin yaptığı konuşma sonrasında kendisine, "Bizim hislerimize tercüman oldunuz" dediğini ancak sonra kamera önünde var olan durumu meşrulaştırmaya çalıştıklarını ifade eden Davutoğlu, "İnsanları bu durumlara sokmamalıyız. Herkes düşüncelerini açık bir şekilde dile getirmeli" sözleriyle AKP'yi eleştirdi. Davutoğlu, "Bugün susma vakti değildir. Bugün halkın önünde konuşma vaktidir" dedi.
Davutoğlu'nun konuşmasından satır başları şöyle:
“Gönül dostlarına, birbirini gönülden seven, birbirini gönülden selamlayan, şanın, şöhretin, malın, mülkün değil de gönlü esas alan, gönülden selamlaşanlara büyük ihtiyaç var. Elazığ ziyaretimizin iki vesilesi var.”
“Türkiye’deki iç siyasetinde çok kritik eşiklerden geçtiğimiz bir dönemde bulunuyoruz. Çok daha fazla konuşmamız, birleşmemiz, halleşmemiz lazım. Bir muhasebe etmeliyiz. Krizler muhasebeyi bitirir. Muhasebeler, yüzleşmeler krizlerin nihai ilacıdır. Korkmadan, çekinmeden kimin ne diyeceğini düşünmeksizin birbirimizle konuşmak durumundayız. Bu çerçevede son dönemde Anadolu’nun değişik yerlerinde vatandaşlarımızla bir araya geliyorum. Bu bir muhasebe. Ama tek taraflı bir konuşma değil. Bu sizlerle, dostlarımızla halleşerek onlardan da Anadolu’nun, izzetin aziz vatandaşlarımızın kanaatlerini öğrenerek, mümkün olduğu kadar gelecek vizyonumuzu Anadolu’nun bağrından çıkan işaretlerle desteklemek, beslemek. Siyasi, sosyal hareketler sadece Ankara’nın ya da İstanbul’un kapalı kapılarında ortaya konamaz, onlarla şekillenmez, onlarla gelecek gelemez. Son dönemde karşı karşıya kaldığımız yeni meydan okumaların ilki olarak; hem Ankara’da İstanbul’da değişik vilayetlerimizde konunun uzmanı akademisyenlerle, siyasette beraber olduğumuz arkadaşlarımızla, sivil toplum kuruluşlarının temsilcileriyle yoğum bir çalışma içinde olduğumuz; hem de Anadolu’yu adım adım karış karış dolaşarak Anadolu’nun nabzını tutmaya çalışıyoruz.
Buna neden ihtiyaç hissediyoruz? Her şeyden önce bunu anlamamız lazım değerli arkadaşlar. Son üç yıl içinde gerek Türkiye’deki siyasi hareketler anlamında değişiklikler ve savrulmalar yaşadık. Rabbimiz bir sorunu çözme kuvveti vermiştir. Şimdi bizim yapmamız gereken biraz önce de söylediğimiz gibi cesaretle, ferasetle önümüzdeki meseleleri tartışmaktır. Ciddi savrulmalar dedim, evet, maalesef son üç yıl içinde hem siyasetin temeline oturan değerler anlamında, hem iç siyaset, siyasetin arkasındaki değerler anlamında, hem Ak Parti’nin kuruluş ilkeleri bağlamında bu kadroları iktidar yapan o ilkeler ve temelindeki savrulmalar anlamında çok ciddi değişimler ve bir anlamda odak kaymalarıyla karşı karşıyayız.
Onun için sizlerle istişare yapacağız. Sizleri dinlemek istiyorum. Ekonomimizde, hukuk yapımızda, siyasi devlet yapımızdaki her şeyi masaya yatırmak durumunda olduğumuz bir dönemden geçiriyoruz. Bir hükümet yönetim sistemi değişikliği yaşadık, son üç yıl içinde iki seçim, bir referandum yaşadık, tabii bir de genel seçim yaşadık. Bu seçimlerde kullanılan dil, üslup, söylem ve Türkiye’nin geleceği ile ilgili ortaya konamayan vizyonsuzluk hepimizi tedirgin etti. Konya’daki konuşmamda ya yeni hal ya da izmihlal demiştim. Sizinle bu yeni hali konuşmaya geldim. Anadolu’nun, Trakya’nın her köşesine giderek bu yeni halin ne olması gerektiği konusunda istişarelerde bulunacağız.
Özellikle İstanbul’da yenilenen belediye seçimlerinin bizlere gösterdiği şeyler nedir, bunları tartışmak zorundayız. İki şeyi paylaşmaya çalışacağım. Birincisi, Ak parti içindeki yaşanan değişim süreci ve Ak Parti’nin siyasi gövdesindeki siyasi savrulmalar. İkincisi de devlet yapımızdaki, özellikle Anayasal sistem bağlamında geleceğimizi şekillendirecek hususlar. Önümüzde bu iki sorunla karşı karşıyayken Ak Parti’nin tüm kimlikleri temsil eden özelliği ile geleceğe bir ulusal kimlikle aktarılıp aktarılamayacağı sorusu da devletimizin parlamenter sistemden, cumhurbaşkanlığına geçişinde yaşadığımız sorunlarla karşı karşıya gelmek durumundayız.
İstanbul’da yenilenen seçimler bize ne gösterdi? Önce oradan başlayalım. Bir kere hepimizin gurur duyması gereken, hepimizin bir anlamda sevinmesi gereken bir tablo var. O da, son dönemde Türkiye’de seçimlerle ilgili olarak duyulan kaygıların, güvensizliklerin ortadan kalktığı, Türkiye’de demokratik kültürün olduğu ve değişmeyeceğini gösteren bir seçim süreci yaşadık 23 Haziran’da. Neticede, ne olursa olsun değerli arkadaşlar, kim kazanırsa kazansın, en önemli şey milli iradenin tecelli etmesidir. Ve onun önünde kimsenin engel koyamamasıdır. 1946’dan bu yana Türkiye’nin en büyük gücü, darbeler sonrasında tekrar demokratik düzene geçişte de darbeleri engellemede en büyük gücü seçim sandığının objektifliği olmuştur. Bu anlamda 23 Haziran’da seçimlerin yenilenmesi sonrasında cumhurbaşkanımızın siyasi parti liderlerine verdiği mesajlar son derece doğru ve güzeldir. Beklediğimiz budur. Seçim neticesi ne olursa olsun saygı duymalıyız. İkincisi açık söyleyeyim çok derin bir hüzün duyuyorum, seçimlerin neticesi sonrasında AK Parti’nin iki yıl genel başkanlığı, başbakanlık yapmış bir neferi olarak AK Partiye destek vermiş, bizi her şartta desteklemiş geniş kitleleri yüreğimde hissediyorum. Biliyorum ki İstanbul’daki her bir AK Partili seçmen derin üzülmüş. Ben o kitlelerle beraber hareket ettim. Ak Parti’nin 6 genel seçiminden ikisine genel başkan olarak katıldım. Yorulmadım, o kitlelerden yabancılaştığımı hiç hissetmedim. Ve o kitlelerin nefesini gönlümdeki aşkı korudum. Kimse bizi o kitlelerin ruhundan vicdanından ahlakından soyutlayamaz ya da ayıramaz. Söylediğim gibi Bergama’da yağmurlar altında bekleyen o hanımefendinin, Diyarbakır’da beni selamlarla karşılayan kardeşlerimin, Trabzon’da, Rize’de, Konya’da, İzmir’de her yerde bizimle omuz omuza yürüyen ve 7 Haziran ile 1 Kasım arasındaki o çetin günlerde, bir taraftan terörle mücadele ederken, diğer taraftan etrafımızda dönen siyasi oyunlara direnmeye çalışırken, beni hiç. Yalnız bırakmayan Ak Parti’nin tabanından, kitlelerinden bu milletin bağrından çıkan insanlardan kopmamız mümkün değil bizim.
Eğer bugün manifesto metnimiz birtakım 31 Mart seçim sonrasında hususlar varsa ve yeni bir hal diye yüreğimizden gelen bir sesle haykırıyorsak, gerçekten bu ülkeyi hissettiğimiz içindir. Mayıs 2016’da başbakanlıktan ayrıldığımda Ak Parti kitlelerinin bana destek veren yüzde 49,5’un başı dikti. Geleceğe umutla bakıyorlardı. Beklentileri vardı, ümitleri vardı. Üç ay içinde seçim vaatlerini yerine getiren bir hükûmetleri vardı. Şimdi o kitlelerin hüzne gark olması, İstanbul seçimleriyle birlikte derin bir ümitsizliğe kapılmasının hesabını birileri vermek zorundadır. Bunun hesabını veremeyip, dönüp bizim son derece haklı zeminde yaptığımız eleştirileri bir bölünme çabası olarak göstermek isteyenler bilsinler ki, biz bu kitleler bölünmesin, milletin umudu dumura uğramasın diye başbakanlık makamını terk ettik. Devlet makamlarını bir takım trol çetelerinin tuzaklarına mahkûm edenler karşısında üç yıl sustuk. Eğer Ak Parti’yi iktidar yapan milletin değerleri bu siyasi hayata egemen olsaydı, kıyamete kadar da susardık. Hiçbir makam, hiçbir mevki beklentimiz yok. Ama eğer İstanbul seçimlerine olduğu gibi 13 bin oyla kaybettiğiniz bir seçimin yenilenmesinde 800 bin oyla tekrar kaybediyorsak, kaybetmişsek ve o kitleler için hüzün içinde evlerine dönmüşlerse bunun sorumlusu ben ve arkadaşlarım değil, o günden bu güne söylemde, eylemde, ahlakta, siyasi hayatta ciddi savrulmalara sebep olanlardır. Çok açık söylüyorum ben milletimin önünde hiç üstü örtülü konuşmadım, hiçbir düşüncemi saklamadım. Ne yapacaksam açık söyledim ve şeffaflığı benimsedim. Şimdi örnekler veriyor, geçmişte olanlar gibi bu partiden ayrılanlar vesaire denilerek geçmişten örnekler veriliyor. Bölünmeyelim evet. Ama bölünmemenin sırrı insanların inanmadıkları şekilde yan yana durmaları değil ortak gayeler etrafında omuz omuza verebilmeleridir.
Çok geniş kapsamlı bir arkadaş grubunun ortak hissiyatıyla kaleme alınmış, sonradan manifesto olarak adlandırılan metni kenara çekildiklerinde kapalı kapılar ardında son derece haklı söylediğimiz 'sayın Başbakanım bizim hislerimize tercüman oldunuz’ diyen nice insanların kamera önünde var olan durumu meşrulaştırmaya çalıştıklarını da gördüm. İnsanları bu durumlara sokmamalıyız. Herkes düşüncelerini açık bir şekilde dile getirmeli. Bakınız, partiler ve siyasi hareketler tavanda bölünmez. Tavanda bölünmüşse çok daha ciddi bir sıkıntı değildir. Nitekim, bizim hareketimizde de 2004’te de 2007’de de iki kez bölünme oldu. Doğru tesir etmedi ama eğer tabanda bir kayma varsa işte tehlikeli olan budur. Tavanda hepimiz aynı resimleri versek de eğer tabanda yüzde 15’lik bir kitle başka yere doğru seyretmeye başlamış ve fren bir parçalanmaya doğru gitmişse kimse bunu engelleyemez.
Şimdi İstanbul Büyükşehir seçimi ve 31 Mart seçimine bakalım. 1 Kasım 2015’te biz Türkiye’de yüzde 49,5 oy aldık, İstanbul’da yüzde 48,7 oy oranı alındı. Son tekrar edilen seçimde Cumhur İttifakı olarak yüzde 44,9 alındı ve 1 Kasım’da MHP oylarının yüzde 8,9 olduğu düşünülürse, takriben yüzde 8 ila 10 arasında MHP oyunun olduğu düşünülürse, Ak Parti’nin oyları takriben yüzde 34 bandına gerilemiş görünüyor. Şimdi sorulması gereken soru bu; niçin eleştirilerin bu; niçin eleştirilerin sorusu değildir. Sorulması gereken soru; ne yaptık, ne yanlışlar yaptık ki yüzde 35 bandına kadar geriledik ve fiilen yüzde 14 ölçeğinde bir kopuş yaşadık? Yukarıda biz her gün resimler versek de siyasi hareketler bir kez bu bölünme psikolojisine girdiği zaman, fren bir kez kitleleri bir hareketten soğuttuğu zaman durdurmak mümkün değildir. Nitekim ne 1995 yılında Fazilet partisi yüzde 15,4 oy alınca çok ciddi öz eleştiriler yaşanmıştır. Eğer o öz eleştiri, ve eğer o dinamikler yaşanmasaydı taban içinden gelen bir hareket iktidar olamayabilirdi.
Bugün susma vakti değildir. Bugün gerçekleri örterek kapalı kapılar ardından konuştuğumuz gerçekleri kapılar önünde susma vakti değildir. Bugün halkın önünde konuşma vaktidir. Ve şu soruyu sorma vaktidir; ne yaptık? Ne yaptık ki bugün bu noktadayız? Yoksa şu veya bu kişinin eğer taban konsolidasyonu varsa, şu veya bu kişinin bir partiden ayrılmasıyla o parti bölünmez. Ama taban konsolidasyonu yoksa, tabanca yüzde 10’luk kitleler yavaş yavaş kopmaya başlamışlarsa tepede ne tedbirler alırsanız alın, insanları neyle tehdit ederseniz edin, ne kadar üzerine giderseniz gidin o çözülüşü durdurmazsınız.
Bilmek zorunda olduğumuz husus şudur; Ak Parti bir kişinin ben de dahil bir fanini bir ailenin bir grubun bir kesimin bir bölgenin bir etnik mezhebin partisi değildir. Böyle çıkmamıştır. Böyle değildir. Birkaç neslin, 150 yıllık bir birikimin içinden hepimizin babalarının, dedelerinin çektiği çilelerin içinden, terlerin içinden, feryatların içinden doğmuş bir partidir. Biz o partiyi mensubuz. Biz o partiyi mensubu olurken de biz AK Parti’nin liderliğini yaparken de hayallerimizde, rüyalarımızda dedelerimizin o nesillerin çilesini gördük, hayallerimizde de gelecek nesillerin vizyonunu şekillendirmeye çalıştık. Bugün ise AK Parti’den illegal görünümlü ve doğrudan partinin yerleşik kurumları dışında bir takım trol örgütlenmelerin etkisi altına girmişse işte o zaman soru sorması gereken biz, soruları cevaplandırması gerekenler de bu duygularla bu gruplara partiyi teslim edenlerdir. Gelin muhasebe yapalım. Bizim niyetimiz ne bölmek, ne hüzün vermek, ne de herhangi bir şekilde mevki makam peşinde koşmak. Bizim meselemiz parti içinden bağımsız olarak bir milletin asırlarca süren o damarı diri tutmak ve o damar üzerinden o çağdaş, demokratik bir ülke inşa etmek.
Ne yaptık sorusunu tartıştığımız değerli gönül dostlarım yüzünüzdeki kaygıyı hissederek onlara tercüman olmak niyetiyle konuşuyorum. Bu düşüncelerim şahsi düşünceler değildir. Daha önce gittiğim vilayetlerde hissettiğim düşüncelerdir. İnsanların gözyaşları dökerek ‘nereye gidiyoruz?’ sorusuna muhatap olduğum için soruyorum. Toplumun içine girdiğimizde biz size bunun için mi emanet etik diye hesap soranlar olduğu için yüreğimden gelenleri haykırıyorum ve belki abartılı gelebilir size ama yalvarıyorum, gelin konuşalım. Gelin meselenin özüne dönük olarak. Bu çağrım zaten konuşmakta olduğun kardeşlerime değil. Türkiye’deki bu ülkenin geleceğiyle ilgili kaygı duyan herkese. Konferans vermemizin bile engellendiği, üç yıldır basında medyada adımızın anılmasının yasaklandığı bir dönemden gelerek söylüyorum. Gençleri gördüğümde yurt dışına gitme hayalleri kurduğunu işittiğimde bu devletin mensubu olarak, bir öğretmen olarak yüreğim sızlıyor. O zaman hepimiz hesap defterini öbür tarafta açılmadan burada sormak zorundayız. Peki biz bunu niye kaybetti sorusuna temel bazı cevaplar verebilir miyiz? Ben dört alanda vurguda bulunmaya çalışacağım.
Birincisi, halkın beklentisi, arayışı bizde göremediği için oy veren başka yere tevhi edişinin birinci sebebi vicdan odaklı temiz bir siyaset anlayışından kopmadır. Ekonomik açığı kapatabilirsiniz, iyi politikalarla. Ona da geleceğim. Ama vicdan açığı varsa bunu kapatmak mümkün değildir. Eğer 12 bin oyla kaybedilmiş bir seçimden 2.5 ay sonra büyük ölçüde ekonomik, siyasi tablo değişmemişse, 13 bin oydan 800 bin oya giden bir kayıp yaşanmışsa bunun sebebi milletin vicdanından kopuştur, hukukun vicdanından kopuştur. O zaman biz yanlış olacağını vurguladığımızda bize eleştirenler şimdi düşünmek zorundadır. Bir gün bir oy dahi olsa seçim geçerli dedikten sonra tutum değiştirmek, bir seçimde beka kaygısından bahsedip neredeyse bu şekilde düşünmeyen herkesi terörist ilan ettikten sonra diğer seçimde beka kaygısının en büyük tehdit edici odağı olan İmralı ile temasa geçmeye çalışmak veya bunu meşru göstermek milletin vicdanından kopuştur. Bu koğuşu çözmedikçe, herhangi bir toparlanma olamaz. Eğer israftan bahsettikten sonra, ki büyün felsefemiz budur, hala üst düzey atamalarda yakın kayırmalar söz konusu oluyorsa bu vicdandan koğuştur. Üst düzey kurumlara o konuda tecrübesi olmayan insanların atanmasını sağlıyorsak bu vicdandan koğuştur. Bugün AK Parti’nin Ak kelimesi ile ifade edilen temiz siyaseti yeniden keşfetme vaktidir. Temiz ve hesap verilebilir bir siyaset inşa etmedikçe hiçbir şekilde siyasi hareketler doğru direksiyona oturmaz. Vicdan odaklı, yeni bir siyaset anlayışına ihtiyaç var.
İkincisi, adalete ihtiyaç var. Adalet son dönemde öylesine örselendi, öylesine çifte standartlı bir tablo sergiler hale geldi ki insanların adalete, hukuk sistemine güveni sarsılıyor. İnsanlar eğer hukuk sistemine güveni kaybetmişlerse adalet terazisinin doğru ölçüp, ölçemeyeceği düşüncesine kapılmışlarsa oradan çıkış çok zordur. Adalet terazisi ölçer, adalet terazisi ölçülmez.
Yürekte vicdan, akılda adalet anlayışı olması lazım yoksa terazi, doğru ölçmez. Şimdi bize şu veya bu gerekçenin ötesinde adalet duygumuzu sarsacak her türlü eyleme karşı ortak tavır alma vaktinin geldiğini düşünüyorum. Kim bu ülkede adalet duygusunu zayıflatırsa, kim sabah salıverilen birinin akşam yeniden tutuklandığı, gece yarısı tekrar salıverildiği gibi uygulamalar görürse, kim FETÖ suçlamalarıyla sıradan bir memurun dayısının oğlunun, amcasının oğlunun tutuklandığı bir ülkede, FETÖ darbesinin baş sorumlusu olanların kardeşlerinin, akrabalarının en yüksek makamları işgal ettiği görünürse orada adalete güven kalmaz. Şu veya bu veya bu siyasi partinin mensubu olabiliriz, eğer bir anket yapıldığında şu partiye güvenim kalmadı denilirse telaşlanmamak lazım, bu parti yanlışını düzeltirse o parti güven kazanabilir. Veya şu sivil toplum kuruluşuna güvenim azaldı denilirse de düzeltilebilir. Tek şey vardır ki düzeltilmesi mümkün olmayan, adalete güvenim kalmadı dediğinizde insanları o ülkeye bağlı kılamazsınız.
Üçüncüsü ekonomi. Evet birileri görmemeye çalışsa da biz halkın içinden halkla birlikte Anadolu’yu geze geze görüyoruz ki ülkemiz çok yoğun bir ekonomik krizin içinde ciddi bir mücadele veriyor. Esnaf dostlarımın hepsi kan ağlıyor. Ekonomik zorluklarla karşılaşırız, 2008’de, 2009’da olduğu gibi o zaman yönetimde bulunan kadrolar olarak hepimiz her birimiz sorumluluk üstlenip yoğun çaba sarf etmiştik. Ben Dışişleri Bakanıydım vize muafiyetlerini sağlamaya çalışıyordum ki ihracat yolumuz açılsın. Herkes kendi çağında mücadele veriyordu. Bir seferberlik vardı. Hepimiz biliyorduk ki ekonomi bir ekip işidir. Ekonomi bir liyakat işidir. Küresel krizin olduğu dönemde Türkiye ekonomisini teğet geçmesi sağlandı. Ama o zaman teğet geçti çünkü bu ekonomik krizin varlığından haberdar olarak onu çözmeye kararlı bir ekip vardı. Ehli kadrolar vardı. Ekonomi yönetiminin başında dünyayı anlayan insanlar vardı, stratejik vizyon vardı. Halka bir söz vermiştik, asgari ücrete yüzde 30 zam yapacağız diye. Bazıları geldiler dediler ki o zaman bana ‘Yüzde 30 zam enflasyonu azdırır Sayın Başbakanım. Bunu yapmayalım hatta erteleyelim’ dediler. Bu vaatleri hemen yerine getirmeyin diyenler oldu. O zaman onlara demiştim ki, Eğer bir başbakan veya siyasi hareket verdiği sözü unutursa güvenilirliği kalmaz, sonra konuşmaya hakkı da olmaz. Ne oldu; yüzde 30 zam yaptık 2016’da. O zaman TÜFE yüzde 6,5 civarındaydı, onun 7 misli zam yapıldı. Bugünkü oranlara bakında yüzde 125 olması lazım. Fakat bekleneni aksine enflasyon düştü. Mayıs ayında üretici enflasyonu yıllık 3,2 idi, tüketici enflasyonu yüzde 6 idi. Niye düştü biliyor musunuz, çünkü halkta şu inanç oldu; bu hükümet verdiği sözü yapıyor. Yatırımlarını yoğunlaştırabilirim dedi. Güven uyandıran bir ekonomi anlayışı vardı.
Ekonomi çözmek isterseniz önce güven vereceksiniz. Bugün koyduğunuz kuralların yarın değişmeyeceğini göstereceksiniz, şeffaf olacaksınız, kamu ihalelerini şeffaf bir şekilde yapacaksınız, israfa yol açmayacaksınız. En önemlisi ekonomi yönetimini üstlenen kişilerin herkesle istişare yapan, herkesle konuşan, kesinlikle bu meseleyi ekiple dünyaya bir entegrasyon meselesi olarak gören bir anlayışla davranması gerekir. Her şeyi kendisinin bildiğini düşünen, yukarıdan bakan, ekipleşmeyi sadece kendisine yakın olan insanların bir yerlere gelmesi olarak gören bir ekonomik yönetim anlayışıyla bu ekonomik krizin içinden çıkamayız. Şimdi süratle yapılması gereken o güveni sağlamaktır.
Şimdi bunları söylediğimizde, kanaatlerimizi beyan ettiğimizde, bizi sanki hükümeti ve AK Parti’yi zayıflatmak niyetinde olan insanlar olarak görmeye çalışanlara, bunu bir şekilde trol çeteleri üzerinden yaygınlaştırmaya çalışanlara sesleniyorum; siz bu davanın içinde yokken, siz bu hareketin içinde yokken, biz davayı en iyi yere getirmeye gayret ediyorduk. Siz bugün bu hareketin ve geçmiş nesillerin kaymağını yerken bizim bu fakir halkın çile çektiği bir dönemde susmamızı bekleyemezsiniz. Susmayız.
Dördüncü; siyasal sistemi, yönetim sistemi. 12 Eylül rejiminin getirdiği parlamenter bir sistem vardı. Bütün sorumlulukları halkın seçtiği başbakan üzerine yükleyen bütün yetkileri de cumhurbaşkanının eline veren bir sistem. Hep önümüzdeki dönemde hep general bir cumhurbaşkanı olacak ki, dolayısıyla yetkiyi ona verecek ki başbakanı denetlesin. Ama o anayasayı yapanlar 30 yıl sonra Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olacağını ya da Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olacağını ön göremedikleri için ilk sivil cumhurbaşkanı niteliğiyle Turgut Özal’ın cumhurbaşkanı olacağını göremedi. Anayasal sistemler kişilere ve kurumlara göre inşa edilmez. Devlet mimarisi kişilere kurumlara, partilere, siyasi görüşlere göre inşa edilmez.
Ama maalesef bütün uyarılarımıza rağmen çarpık parlamenter bir sistemden çarpık bir cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adı altında sisteme geçildi. Sayın Cumhurbaşkanımıza Aralık 2016’da ilk olarak bu anayasa reformu Meclis’e sunulduğunda gittim, üç saate yakın bu sistemin doğurabileceği sıkıntıları arz ettim. Ve eline yazılı bir metin verdim. Bunu yapmayalım. Bunu sistem üzerinde bu devletin mimarisini inşa edemeyiz. Yasacaksa ya hür parlamenter sistemi olmalı, 12 Eylül parlamenter sistemi değil. Kardeşi kardeşe düşüren, en yakın dava arkadaşlarını birbirine düşüren 12 Eylül Anayasası değil, Demirel’de Özal’ı cumhurbaşkanı ile Başbakan olarak karşı karşıya getiren, Ecevit’le Sezer’i, karşı karşıya getiren, sonunda da bütün bir şeyi birlikte çektiğimiz sayın cumhurbaşkanımızla bizi bir yetki tartışmasını tahrik eden bazı çıkar çetelerinin üzerinden karşı karşıya getiren Anayasa yanlıştır. O Anayasa ya kukla bir başbakanı ön görüyordu ya da cumhurbaşkanına çatışmayı ön görüyordu. Son derece yanlıştı, değişmesi gerekiyordu.
Sayın cumhurbaşkanı ve halk tarafından seçilen hesap verecek yegane merci olan başbakan ya da hür başkanlık sistemi prensibiyle desteklenmiş ve Meclis’in denetim gücü tahkim edilmiş, başkanlık sisteminin doğasına uygun olan siyasi partilerin seçim kanunuyla tahkime dilmiş bir başkanlık sistemi. Her ikisi de olabilir. Her ikisi de kendi içinde tutarlı olabilir. Ama bugünkü şartlar bunu gerektiriyor diyerek ya da şu kişi şu görüş şu kurul bunu gerektiriyor diyerek yaptığınız her hareket düzenlemesi sıkıntıya yol açıyor.
Niye kendi içinizde konuşmuyorsunuz, bize gelsin anlatsınlar; şundan emin olunuz gönül dostları neredeyse konuşmamıza tahammül edilmediği dönemlerde dahi Sayın Cumhurbaşkanımıza giderek düşüncelerimizi beş kez detaylı olarak kendisine arz ettim. 31 Mart seçimleri sonrasında açıklamış olduğum açıklama sonradan manifesto dendiği için, manifesto değil doğru anlaşılsın diye, zikredilen her husus gerek cumhurbaşkanımıza, gerekse bizzat görüştüğüm partide yetkili tüm arkadaşlarımıza aktarılmıştır. Çünkü bizim hesabımız bir şekilde kendimizi ortaya koymak değil doğru olanı söylemek. Ama şimdi bütün makamlardan uzak bir insan, sade bir vatandaş olarak size söz veriyorum neyi yanlış görüyorsam söyleyeceğim.
Daha net ifadelerle söylüyorum cumhurbaşkanlığı makamıyla genel başkanlık makamının birleştirilmesi hem cumhurbaşkanlığı makamının kuşatıcı kimliğine hem de genel başkanlığın ve AK Parti’nin kurumsallaşmasına zarar vermiştir. Tecrübeden sonra göz önüne alınarak mutlaka partinin kurumsallaşması kalıcı bir kurumsallaşma için gerekli olan adımlar atılmalı. Bu adımlar atıldığında biz sadece takdirle karşılarız. Devlet yapısıyla aile ilişkileri kesinlikle ayrılmalıdır.
Devlet hiyerarşisi içinde birinci derece yakın akrabalıklar olmamalıdır. Bakın burada gönül dostları olarak beraberiz, daha iyi anlaşılması için bir misal vereyim. Hepimiz birbirimizi çok seviyoruz, bu da bir bina. Burada eşlerimiz var bazılarımızın, çocuklarımız burada olsa ve bu binada bir deprem olsa biz önce ne yaparız, birbirimizin mi yardımına koşarız, çocuğumuzun mu? Allah’ın insanlara verdiği bir fıtrat vardır. Kıyamet kopsa herkes kendi çocuğuna doğru koşar. Bu devlet binasında bir sarsıntı, bir kriz olduğunda çocuğunuzu düşünmemeniz için onları binanın içine almayacaksınız. Sadece devleti düşüneceksiniz. Bu onların vatandaşlık haklarının yok sayılması anlamına gelmez. Ama devlet hiyerarşisinde bu olduktan sonra bir süre sonra başka kaygılar devreye girmeye başlar. Evet tekrar vurguluyorum, şeffaflık yasası derhal çıkarılmalı. 7 Haziran’la 1 Haziran arasındaki oy değişimi, 31 Mart ile 23 Haziran arasındaki seçim yenilenmesine örnek olarak gösterildi. Hani seçim yenilenirse halkın tercihleri olumlu yönde değişir diye. 17 Haziran’dan sonra oyumuz arttı ama biz halkın önüne çıktık ve açık bir şekilde dedik ki verdiğiniz mesajı aldık ve gerekeni yapacağız. Ne yaptık? Ak Parti içinde siyasi ve etik ahlak kurulu, ki Ask parti içindeki bir takım olumsuz gelişmeleri, kibri, gösterişi, makamı mevkiyi şöhret ve çıkar için kullananları, devlet için alınan hediyeler, şeffaflık gibi bütün konularda taahhütlerde bulunduk. Ve 1 Kasım programının içine bunlar yerleştirildi. Halk dedi ki bunlar halkı kendilerini yenilemeye, yeni bir hal ile hallenmeye hazırlar dedi ve oyunu değiştirdi. Ama 31 Mart’tan 23 Haziran’a kadar giden süreçte eğer üslup daha da sertleşmişse, değişime dair izler gözlemlenmemişse benzer sonucu bekleyemeyiz.
İşte G-20 zirvesinde tartışılan konuları takip ediyorsunuz. Bu değişime uyum sağlayan ülkeler önümüzdeki dönemde önemli mesafeler kat edecekler. Bakın arkasından sürüklenenler değil, kendi milli kimliğiyle, evrensel hukuk değerlerini hayata geçirenler, kendi kimliğinden gocunmadan insanlığın bütün kimliklerine açık olanlar, bekledikleri saygıyı başkalarına gösterenler ve dünyaya bir mesajı olanlar önümüzdeki dönemde önemli milletler olarak tarih sahnesinde yükselişe geçecekler. Kendisinden korkanlar, kendi içinde her gün beka kaygısıyla şüpheler üzerine revizyon geliştirenler tarih sahnesinde etkisini kaybedecekler.
Yeni hal derken kastettiğim radikal değişmek. Bazılarının beklediği gibi bazı makamlarda görev değişikliği çözüm değ*ildir. Bir hal değişimi lazım. Bir ahlak ihyası lazım. Bir tutum ihyası lazım. Eğer çok ağır bir hastalık geçiriyorsa birisi o hasta diye ona aspirin verirseniz ona ilaç vermiş olmazsınız. Şimdi bizim beklediğimiz bütün yetkili arkadaşlarımızdan, hükümetten, değerli siyasilerden beklediğimiz böylesi bir dönemde omuz omuza vererek yeni bir halin hazırlıklarını yapmak ve geçici çözümler, adımlara sığınmaktansa çok radikal, çok radikal reformlarla bu ülkenin devlet mimarisini yeniden inşa etmek."