Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, "Erdoğan Ankara'da İsrail’i terör devleti ilan ederken, maslahatgüzarımız onu temsilen işgalcilerin kanlı iftar sofrasına oturuyor" diye tepki gösterdi. Davutoğlu, " Mescid-i Aksa feryat ederken böylesi bir davete katılan Müslüman ülke temsilcileri de tarih ve Müslüman toplumlar nezdinde hesap veremeyecekleri bir skandala imza atmışlardır" dedi.
Davutoğlu, Cumhurbaşkanı ve AKP genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'a seslenerek, "Siz iç kamuoyunu ve Mescid-i Aksa hassasiyetini yüreklerinde taşıyan geniş kitleleri tatmin etmek için Ankara’da İsrail’i terör devleti ilan ederken, İsrail’deki maslahatgüzarımızın sizi temsilen işgalcilerin kanlı iftar sofrasına şerefli al bayrağımızla katılma onursuzluğunu bize yaşatma talimatını kim vermiştir?” diye sordu.
Davutoğlu, Kudüs kentinde bulunan Isawiya kasabasında İsrail polisi Filistinlilere gaz ve ses bombasıyla saldırmasını “vahşi” olarak değerlendirirken, “İşgalci İsrail’in zalimliğini dünyanın gözleri önünde bir kez daha tescil etmiştir” değerlendirmesinde bulundu.
Davutoğlu, “Saldırıda Mescid’e iftarını açmak için gitmiş olan yüzlerce masum Filistinli yaralanmış ve İslam dünyasının en kutsal ve mahrem alanına tecavüz edilmiştir. Her Ramazan ayında İşgal rejiminin Mescid-i Aksa’ya yönelik gerçekleştirmeyi alışkanlık haline getirdiği bu provokasyonları şiddetle kınıyor; tarihte olduğu gibi bugün de İslam dünyasının kanayan yarası Filistinli kardeşlerimizle dayanışma içinde olduğumuzu belirtmek istiyorum” diye konuştu.
“Maalesef Sayın Cumhurbaşkanının ve hükümetin verdiği tepkiler de hamasi nitelikli açıklamalardan ve tutarsız tavırlardan ibaret kalmıştır” diyerek iktidarı eleştiren Davutoğlu, devamında şunları kaydetti:
“Saldırının yaşandığı anlarda yaptığımız açıklamada kınama yanında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ve diğer siyasi liderleri ortak tavır almaya davet etmiş ve dört adımlık bir eylem planını hayata geçirme çağrısında bulunmuştum:
Bu çağrımıza rağmen, Cumhurbaşkanı Erdoğan somut adımlar atmak yerine hamasi nitelikli konuşmalar yapmakla yetinmiştir.
Daha da acısı, dış politikada son dönemde artık kanıksanan ilkesi ve tutarsız tavırlardan biri daha sergilenmiş ve Türkiye’nin İsrail nezdindeki Maslahatgüzarının Mavi Marmara katliamı döneminde Genelkurmay Başkanı olan şimdiki İsrail Dışişleri Bakanı Gabi Askenazi’nin verdiği iftar yemeğine ülkemizi temsilen katılmasına onay verilmiştir. Ayrıca Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı da aynı günlerde Ankara’daki İsrail maslahatgüzarını makamında ağırlamıştır. Filistinli kardeşlerimizin Mescid-i Aksa’da dökülen kanları pahasına işgalcilere direnirken, onların onur timsali olarak gördüğü ve bağırlarına bastığı aziz albayrağımızın işgalci saldırganların sofrasının hemen yanında dalgalanması hepimiz için yüz kızartıcı bir tablo oluşturmuştur.
Mescid-i Aksa feryat ederken böylesi bir davete katılan Müslüman ülke temsilcileri de tarih ve Müslüman toplumlar nezdinde hesap veremeyecekleri bir skandala imza atmışlardır. Üçyüzü aşkın Filistinli kahraman kardeşimizin yaralandığı olaylar sürerken Mescid-i Aksa Vakfı Başkanı Ömer el-Kisvani Harem-i Şerif’in hoparlöründen “Ya Rabbi Selahaddin nerede? Selahaddin Nerede? Bize Selahaddinini gönder. Biz direnenleri zalimlerin insafına terk etme! Canımız kanımız Aksa’ya feda olsun” diye feryat ederek İslam dünyası liderlerine sesleniyordu: “Onurunuz nerede?”
Ben de şimdi Cumhurbaşkanına sesleniyorum: “Siz iç kamuoyunu ve Mescid-i Aksa hassasiyetini yüreklerinde taşıyan geniş kitleleri tatmin etmek için Ankara’da İsrail’i terör devleti ilan ederken, İsrail’deki maslahatgüzarımızın sizi temsilen işgalcilerin kanlı iftar sofrasına şerefli al bayrağımızla katılma onursuzluğunu bize yaşatma talimatını kim vermiştir?”
Bunun hesabını soracak mısınız? Hiç zannetmiyorum. Siz bu meseleyi ve caydırıcı gücü Kudüs-ü Şerif’i İsrail’in ebedi başkenti ilan eden Trump’ın “ahmak olma!” mektubuna boyun eğdiğiniz gün kaybettiniz! Siz “One Minute” deme kudretini böylesi hassas konuları damatlar üzerinden yürütülen gizli diplomasi masasına yatırdığınız gün kaybettiniz. Siz onurlu, iddialı ve ilkeli dış politika yapabilme kabiliyetini şahsi ilişkilerinizi ve ikbalinizi ülkemizin çıkarlarına ve mazlum milletlerin feryatlarına tercih ettiğiniz gün kaybettiniz!
Zihinlerinde geri dönecek gemilerini taşıyanlar ufka değil arkalarına bakarlar! Temsil ettikleri toplulukları değil, kendilerini ve yandaşlarını kollarlar! İdeallerini ve değerlerini değil, çıkarlarını ve geleceklerini düşünürler! Hasbi dualara değil, perde gerisinde süren pazarlıklara yaslanırlar!”
Kudüs’teki zulme en azından sözlü olarak tepki veren Cumhurbaşkanı ve iktidar ortağı Bahçeli Doğu Türkistan’daki zulümle ilgili ise sessizliklerini sürdürüyorlar. Sayın Bahçeli Kudüs açıklamasının arasına utangaç bir şekilde Kaşgar kelimesini koyarak bütün bir Türk dünyasının ve insanlığın feryat ettiği bir zulüm konusunda sessiz kalmasını unutturamaz" diyen Davutoğlu, devamında şunları kaydetti:
"Bu konularda iktidar sahiplerinin maskeleri düşmüştür. Sessizlik yetmiyormuş gibi Sağlık Bakanı bir adım daha öteye giderek aşı tedariki konusundaki acziyetlerinin sorumluluğunu Doğu Türkistan için sesinizi yükseltin diyen bizlere ve muhalefete atma cüreti gösterdi. Dedi ki: “’Bugün Çin'den aşı gelecekti nerede' diye soranlar, dün Çin ile aramızdaki hassas konuları kaşıyarak ilişkilerimizi bozmaya çalışıyorlardı.” Pes doğrusu. Sayın Bakan ve ona talimat veren Sayın Cumhurbaşkanı!
Gençliğimizden beri hayatın anlamı olarak taşıdığımız ancak bugün sizlerin sadece siyaset malzemesi olarak kullandığınız “dava” kavramının hassas kıldığı konuları sizlere hatırlatalım. Hassas konu Doğu Türkistanlı kardeşlerimizin kitlesel kıyıma, namus timsali bacılarımızın kitlesel tecavüze uğraması, aziz Türkçemizin ilk sözlüğü olan Divanu Lügatüt Türk’ün yazarı Kaşgarlı Mahmud’un, erdemli siyaset felsefemizin en kapsamlı klasiği olan Kutadgu Bilig’i kaleme alan Yusuf Has Hacib’in diyarındaki Müslüman Türk varlığının zorunlu kısırlaştırılmalarla yok edilmesidir. Hassas konu, başta Ankara’daki büyükelçilik olmak üzere her açıklama ile ülkemizi istiskal eden Çinli yetkililerin gönlünü kırmamak değil, Doğu Türkistan’daki Müslüman Türk kardeşlerimizin gönüllerinden ve dualarından düşmemektir.
Evet sayın bakan bu konular sizin düşündüğünüz gibi Çin için değil, bizim için, bizim maneviyatımız, dilimiz inancımız, onurumuz ve şerefimiz için hassas konular. İşte siz bu hassasiyetleri kaybettiğiniz için sadece milletimizin değil insanlığın da vicdanından koptunuz.
Sayın Bakan çıkıp “aşı diplomasisini yüze göze bulaştırdık; aşı tedarikinde Doğu Türkistan’da Müslüman Türk varlığını ve kimliğini yok etmeye çalışan bir ülkeye tek taraflı bağımlı olmak ve aşı tedarik etmek için kırk takla atmak musibet olarak bize yeter!” demiyor da günah keçileri üretmeye kalkışıyor. Oysa sorumlulukları Çin’in günahlarını örtmeyi ya da günah keçisi üretmeyi değil çözüm üretmeyi gerektiriyor! Bir Doğu Türkistan ozanı yaşanan zulme karşı milleti canan olarak tanımlar ve “Canan uykuda” diye yürekleri sızlatan bir hıçkırıkla seslenir.
Ey iktidar sahipleri! Müptela olduğunuz gaflet uykusundan uyanın."
Ankara’da lüks bürokrasi koltuklarında, İstanbul’da sırça köşklerde oturan iktidar sahipleri görme kabiliyetini yitirseler de Anadolu feryat ediyor, vatan evlatları feryat ediyor" diyerek vatandaşın ekonomik sıkıntısından bahseden Davutoğlu şunları ifade etti:
"Son dönemde artan intihar olayları, yayınlanan mesajlar hepimizin yüreğini dağlıyor. Dün Diyarbakır il başkanımız ve ilçe başkanlarımız ilde artan ve ulusal basına yansımayan intihar olaylarından bahsettiler. Silvan ilçe başkanımız sadece Silvan’da son bir yıl içinde 15 intihar vakasının yaşandığını ve bunların çoğunun iş bulamayan gençler arasında yaşandığını zikretti. Artan ve derinleşen yoksulluk gençlerde ümitsizliği yok ederken uyuşturucu kullanımı ile gerçek hayatın yükünden kopma çabasını da beraberinde getiriyor."
"Artık sağlık, hukuk, yargı, enflasyon, faiz, salgın desteği gibi konularda Afrika ülkeleri ile yarışır hale geldik. Ama bütün bunlar 'Almanya’yı kıskandıracak seviyede olduğumuz' yalanının bıkıp usanmadan tekrar edilmesini engellemedi" diyen Davutoğlu, devamında şu değerlendirmelerde bulundu:
"10 milyona dayanan işsizler ordusu evine ekmek götürmekte zorlanır, kelimenin tam anlamıyla açlık tehlikesiyle karşı karşıyayken, “ekmeğe muhtaç hale geldik” eleştirileri, yüksek perdeden sitemler, nankörlük ithamları ve otobüsten atılan çaylarla cevap buldu. Ama bu kafa, halk sağlık ve rızık mücadelesi verirken, rant peşinde koştuğunu, krizi fırsata çevirme derdinde olduğunu gizleyemedi. Her konuda şeffaflığı boğdu ama bu noktada ayan beyan ortalığa saçılan gerçekleri örtemedi. Halkı ucuz ekmeğe ulaşmaya çalıştıran muhalefetle savaş görüntülerinin kendi tabanında yol açacağı aksülameli hesap etmekten de uzak düştü.
Bu akıl tutulması, düşülen bu esaret halinin kendi ayağına sıkmak olduğunu görmeyi de engelledi. Bugün artık tarımdan sağlığa, ekonomiden yolsuzluğa, AK Parti kendi tabanından gelen eleştirileri de engelleyemez hale geldi. “128 Milyar Nerede?” sorusunu sözde hicvetmek amacıyla hazırladıkları videoyu, kendi kalelerine gol olduğu için, yine kendi elleriyle sosyal medya mecralarından kaldırdılar."
“Biz tükeniyoruz ama sorularımıza hala gereken cevapları alabilmiş değiliz: Hala neden aşı çeşitlemesine gitmediğimizin, bunda bazı yandaşların rant hesaplarının olup olmadığının cevabını alamadık” diyerek Koronavirüs aşısının getirilmesindeki aracı şirket tartışmalarını hatırlatan Davutoğlu şöyle konuştu:
“Aylar evvel Biontech’i makul fiyatlardan alabileceğimize dair imkanlara kavuşmuşken, bunu neden elimizin tersiyle ittiğimizi hala öğrenemedik. Dünya ülkelerinin yüz milyonlarca doz aldığı bir dönemde, bizim neden Biontech ile doğru düzgün bir önsözleşme bile yapamadığımızı hala öğrenemedik!
O soru bu soru bir yana, ne olduğunu hala anlayamadığımız bir sözde “tam kapanmaya” giderken bile aşılama yapamamanın vakaları düşürmede de hayal kurmak olduğunu, aşılama yapmadan salgınla mücadelenin mümkün olmadığını iyiden iyiye tecrübe ettik. Kapanmanın üstünden daha birkaç gün geçmişken, vakaların el çabukluğu marifetiyle, nasıl yarıya indirildiğini de kavramaktan aciz bir haldeyiz artık. Testleri düşürüp vaka sayılarını azaltmak, rakamlarla oynayıp sorunları çözdüğünü zannetmek değil de nedir?
"Kendileri rakamlarla oynamayı marifet sayan TÜİK gibi kurumlarda 2 yılda 4 başkan değiştirilmesi neyin tesadüfüdür?" diye soran Davutoğlu şöyle devam etti:
"Son gelen Başkanın kendisinden iki önceki başkanın TÜİK rakamlarına artan güvensizliği gidermek için itibarlı ekonomistlerden kurduğu danışma kurullarını lağvetmesindeki amaç neydi? İstatistikleri kontrol etmek için verilen bir kavga değil miydi bu? Peki ne ara aynı TÜİK’in farklı enflasyon rakamları verenlere dava açtığı bir safhaya eriştik! TÜİK’in ülkedeki rakamlar üzerinde bir tekeli bulunmadığı bilinmiyor mu?
İTO yıllardır enflasyon hesabı yapar, resmi bir engelleme girişimi de söz konusu olmazken, dünyanın değişik ülkelerinde enflasyon hesabı yapan sivil toplum kuruluşlarının varken, bizler ne ara bu çabaları kriminalize eder hale geldik? Ben nedenini söyleyeyim size; tabii ki rakamları çarpıtıp verileri örterek memleket yönetildiğinin zannedildiği Cumhurbaşkanlığı sistemi sayesinde!
Sayın Hazine ve Maliye Bakanı’ndan halka seslendiği o gün, TÜİK’in güvenilirliğini artırmak için ne yapacağına dair kelam etmesi beklenirdi ama ara ki bulasın! Herhalde sistemde kendisine çok fazla alan bırakılmamış olacak ki bu konuyu es geçti. Biz kendisini bir kez daha uyaralım ki Enflasyon Araştırma Grubu ENAG’I günah keçisi ilan etmek ve enflasyon rakamlarının aslında düşük olduğunu, sokaktaki pahalılığın ve ağırlaşan geçim şartlarının halkın algısından kaynaklandığını iddia etmek hiçbir işe yaramaz. Sorunu sürekli “iç mihraklara” yükleyerek işin içinden sıyrılamazsınız! Yokluk ve sıkıntı içindeki halkın ve kendi tabanınızın da o rakamlara itibar etmemesi, sizin ancak çaresizlik içinde bir kez daha çürük dallara sarıldığınızı açık eder ve toplumu daha da öfkelendirir."
"Öte yandan bu toplum, Sayın CB’ndan ve bakandan 128 Milyar dolar konusuyla alakalı sorulara hala cevap bekliyor. Ama hepsi birden topu taca atmayı sürdürüyor" diyen Davutoğlu, "Bakın o malum sorular hala ortada" diyerek şunları sordu:
1) Daha önce Merkez Bankası bütün döviz müdahalelerini şeffaf şekilde yaparken neden gizli şekilde yapma ihtiyacı duydu?
2) 2018 yılına kadar bütün döviz müdahaleleri Merkez Bankası tarafından yapılmışken, 2018 sonrasında bunun neden arka kapı yöntemiyle kamu bankalarına yaptırıldığına dair soru hala cevapsız.
3) 128 milyar doların çarçur edilmesinde hiç problem yok mu? Bu işi yapanlar, Merkez Bankası bu rezervleri tekrar yerine koymaya çalışsa oluşacak maliyetin farkındalar mıydı?
4) Daha temele inersek, yabancılar ve halk neden döviz aldı? Bu satışlarda satış kuruna kim, nasıl karar verdi? Satılan dövizleri alan nihai tüketici kimdi ve kime ne kadar döviz satışı yapıldı? Bu mühim sorular da hala ortada.
Sayın Bakanın da etrafındakilerin de, başta CB olmak üzere en tepedekilerin de artık şunu anlamaları şart değerli kardeşlerim. “128 Milyar Dolar” artık kaçılabilecek bir soru değil ve ülkenin sırtındaki kamburları kat be kat artıran bu mesele bütün yönleriyle aydınlatılmadıkça hükümet “128 Milyar Dolar Nerede?” sorusuna muhatap olmaktan kurtulamayacaktır. Son olarak sayın Bakan’a şunu sormak istiyoruz: Daha önce en üst perdeden defalarca 60 milyar olarak açıklanan salgın desteği rakamı ne ara 133 milyar oldu? Ki o 60 milyarın bile yüzde doksanının İşsizlik fonundan, yani halkın paralarından karşılandığını artık dünya alem biliyor. Bol keseden katkı yaptığınız o rakamın detaylarını verseniz de krediler ve sosyal yardım paraları haricinde devletin hangi kasasından bu desteği sağladığınızı millet olarak öğrensek.
İMF ülkemizi yüzde 1.1 ile halkına en düşük destek veren ülkeler sınıfında ilan ederken, biz hangi el çabukluğu marifetiyle bu seviyeye ulaşmışız herkes öğrensin.
Şu halimize bakın! Destek rakamlarını göz göre göre çarpıt; enflasyon istatistiklerini doğru düzgün vermeye çalışan kurulları siyaseten lağvet; gerçek rakamları bulmaya çalışanlara yargı sopasını göster; üstüne salgını minimuma indirmiş Avrupa karşısında ne kadar da başarılı bir yönetim sergilediğimizi halkın gözünün içine baka baka tekrarla!
İnançsızlığın, samimiyetsizliğin, illüzyon çabaların tüm çıplaklığıyla çıksın; Sonra da bu toplumdan bu sisteme güvenmesini bekle! "
Davutoğlu konuşmasının devamında gündeme ilişkin olarak şu değerlendirmelerde bulundu:
Ya şu akıllara durgunluk veren MARKET GENELGESİ’ne ne demeli? Sizlere de 80’lerin, yasaklarla işlerin yürütüldüğünün zannedildiği günlerini hatırlatmıyor mu? İnternet üzerinden dünya aleme satılan ürünlere zincir marketlerde yasak getirilmesi nasıl bir kafanın ürünüdür? Akıllarınca esnafın öfkesini milletin ihtiyaçlarına duvar örerek giderecekler! Akıllarınca yasak mağduru esnafın yanında görüntü verecekler. Soğan-patates selfisinin bir başka versiyonu da bu.
Yahu milleti saf kendinizi akıllı mı sanırsınız? Esnaf böyle mi korunur? Bırakın bu göz boyamacılığı. Esnafı mağdur eden sizlersiniz! Esnafı koruma derdi olan ona hibe verir; kirasını, faturasını öder. Kepengi milletin sağlığı için indirttiğinde, kepengi kapatan esnafın arkasında dağ gibi durur. Devlet de hükümet de ona denir işte! Millet kendisinden korksun, muhalefet ayağına pranga vurmasın diye anayasal kılıfa sokmaya çalıştığınız, kurduğunuz ucube sistemi garantiye almaya çalıştığınız despotik yapıya ancak sizler “devlet” dersiniz. Tek bildiğiniz şey ‘yasak’ !! Ona yasak, buna yasak, ona engel, buna engel. Sorsanız haksız rekabeti engelliyorlar.
Çiftçi ürününü satamıyor. Üretici meyve-sebzesini çöpe döküyor. Çiftçi ürününü zararına satma pahasına hallere götürüyor; Ama sebze halleri mahsül alımını durdurmuş; Ayların emeğini kendi elleriyle yollara döküyorlar; Ama bu iktidar kırtasiye, hediyelik eşya, oyuncak yasaklarıyla uğraşıyor. Sürekli anlık kararlar aldıklarından buradaki hatalarını da görüp Pazarları 8 ve 15 Mayıs tarihlerinde açacaklarını duyurdular. Biz ise kendilerini uyardık ve 15 Mayıs’ın bayrama tekabül ettiğini, bunun da hem vatandaşa hem pazarcılara zarar vereceğini, en uygun tarihin arefe günü olan 12 Mayıs olacağını ilan ettik.
Evet değerli kardeşlerim, Ülkemizin gerçek gündemleri her açıdan can yakmaya devam ediyor. Zaten artık yargı, sorulması gereken soruların, aranan cevapların peşinde koşmaktan uzun süredir imtina etmekte. Normal bir hukuk devletinde mafya, pelikan, milletvekili, eski bakan hakkında illegal işler, gasplar, cinayet ve uyuşturucu ifşaatları havada uçuşurken iddiaların soruşturulması cihetine gidilirken, bu kokuşmuş düzende hem medya, hem iktidar, hem de yargı sus pus halde. Normalleşme sancıları yaşayan bir ülke olsaydık, çıkar savaşlarının sağladığı bu ifşaatlar gündemin birinci maddesi olurdu. Herkesin üç maymunu oynaması nasıl bir bataklığa sürüklendiğimizin de resmini çizmekte bize. Terörün tarifini yapan bu ifşaatlar orta yere serilmişken, gücü anca garibana yeten bu sistem twit atana racon kesmekte; zayıf delillerle insanların hayatlarını karartmayı terörle mücadele sanmaya devam etmektedir.
AK Partili kardeşlerime buradan bir kez daha sormak istiyorum; Sizler bu partiye, 28 Şubat’ın sağ-sol artıklarıyla yeni bir mafya-siyasetçi-işadamı düzeni kurulsun diye mi oy vermiştiniz? Hakkında şaibeler olan vekiller taltif edilip teşkilat sorumlusu yapılsın diye mi sizler bu partiye bel bağlamış, umut devşirmiştiniz? “Onların kaderiyle bizlerinki ne ara kesişti?” diye hiç sormaz mısınız kendinize! “Onların çıkarlarıyla, onların düzeniyle, onların hukuksuzluğu, yolsuzluğuyla sizlerin kader ortaklığı ne ara oluştu?” aziz kardeşlerim.
Değerli kardeşlerim Bu kakofoni içinde küçük ortağın gündemi yine adı “sivil” ama aslı “otoriterleşmeyi sağlama almak” olan anayasa taslağı. Konuşmasını baştan sona dinlediyseniz eğer, ismini tekrarlar gibi sürekli “Devlet”ten bahsettiğine şahit oldunuz. Adı “Sivil” olan bir Anayasa’dan bahis var ama “bireyin devlete karşı korunması” felsefesini ara ki bulasın! Sorarım sizlere; Anayasayı her Allah’ın günü dilediği gibi bypass eden bir iktidar neden yeni anayasadan dem vurur? Balon balığı avlanması bile kararnamelerle belirlenirken, bunların yeni anayasa ihtiyacı acep nedendir? Belli ki küçük ortağın derdi, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi Otoriterliğini Parlamenter sistemin karşısına koymaktır! Birilerinin siyaseti ‘gladyatör arenası’na çevirdiklerinden bahsettiği bölümse tam anlamıyla evlere şenlikti. Şikayet edene bakar mısınız? Gladyatör gibi siyaset edenler kimler acaba?
Sakın Cuma namazına giden Genel Başkan Yardımcımıza saldıran gladyatör müsveddesi çeteleri savunanlar olmasın? Ülkeyi savaş meydanına, memleketi arenaya kim çevirdi acaba? Hele “Erkler arası kaos”tan şikayet etmesi, hangi kafada bir anayasa istediğini de ele vermiyor mu sizce? Öyle bir anayasa yapalım ki “Erkler arası kaos” yerine Kuvvetler Birliği olsun değil mi! Kaos olacağına birlik olsun öyle ya! Kaos anayasası olacağına yerli-milli anayasa olsun! Bütün erkler vesayetin emrinde olsun da gerisi ne olursa olsun!
Değerli kardeşlerim; Türkiye’nin asıl gündemi bir Bahçeli Anayasası değildir. Önümüze ninni mesabesinde konulan geçmişin başarı hikayeleri hiç değildir. Türkiye’nin asıl gündemi; bugün yaşadığımız ve birikerek bir çığa dönüşen, nesillerimizin de geleceğini çalmaya matuf sorunlar yumağıdır. Türkiye’nin asıl gündemi; Devletin kasasının, kamu bankaları mevduatlarının, ihtiyat akçelerinin, kötü gün paralarının özel mülkiyet muamelesine tabi tutulmasıdır.
Türkiye’nin asıl gündemi; Emniyet Genel Müdürlüğü’nün, otoriterleşmeden kaynaklı cürümleri örtmeyi, en temel hakları ayaklar altına almayı hedefleyen sansür genelgeleri yayınlamasıdır. Türkiye’nin asıl gündemi; ülkenin gıda ihtiyacını karşılayan çiftçilere, elektriğin tam da lazım olduğu bu mevsimde trafoları sökmek ve tarımsal faaliyeti sabote etmenin sorgulanamamasıdır! Türkiye’nin asıl gündemi; Halk sevdiklerini 5-10 kişilik cenazelerle toprağa verirken, ekabir takımın umarsızca lebalep kongreler ve cenazeler düzenlemesidir.İ
Türkiye’nin gerçek gündemi; İkizdereleri parsellemekten, ağacı, suyu, dereyi, yeşili, doğayı kendi mülkü gibi görmekten geri durulmamasıdır. İkizdere’ye desteğe gitmek isteyen Gelecek Partililerin valilikçe engellenmesidir. Türkiye’nin gerçek gündemi, İçişleri bakanının canlı yayında mahkeme kurup bir cemaati ve liderini kendisine savunma hakkı verilmeksizin kes-yapıştır videolar ve iftiralarla kriminalize etmesidir. Taraf olduğu bir konuda yargıyı yönlendirmesi, hukuksuzca bir toplumsal kesimin linç edilmesine medyayı alet etmesidir! Türkiye’nin gerçek gündemi; Sistem yüzünden çok hırpalandığı belli olan bakanların, görevi bıraktıktan sonra rehabilite olsunlar diye 30-40 bin liraları bulan huzur hakkıyla ödüllendirilmesidir. Sistemin çarklarının dönmesi için birbirlerinin huzurunu pekiştirmekten vatandaşın huzurunu sağlamaya ne zaman vakit bulabileceklerinin bilinmemesidir!
Türkiye’nin gerçek gündemi; Gümrük bürokrasisinden pervasızca kayırma bekleyen, bunun için sahte kartvizit sunanları o gümrüklerden sorumlu bakan yapmaktır. O bakanların kendi bakanlıklarıyla tüccar-müşteri ilişkisine geçmeleridir. O ilişkide, salgın fırsatçısı bakanların bakanlığını kazıklamasının ayan beyan ortaya çıkmasıdır. Bu “Ticari ilişki” adı altındaki suiistimallerinin yolsuzluk olarak görülmemesi, bilakis kendilerinden sitayişle bahsedilmesidir. Sahtekarlığı ve suiistimalleri ortaya çıksa bile, kendilerinin inadına taltif edildiğinde siyaset yapıldığının, devlet yönetildiğinin zannedilmesidir. Tüccarları, şirket sahiplerini bakan yapıp, inadına kediye ciğer teslim etmektir.
Türkiye’nin gerçek gündemi; Müteahhitlere borçlarını gecikmeden öderken, kendi oy tabanını bile oluşturan esnafa desteği erteleyen bir akıldır! O kıt akıl ki; oya ihtiyacı olduğu halde geniş kesimleri memnun etmeyi değil, yalanlarla ikna etmeyi daha ekonomik görmektedir !! Kaynaklar kısırlaşınca, yandaş dar kliklere pozitif ayrımcılık tercihleriyle kendi sonunu da hazırlamaktadır !! O kıt akla göre, “din, iman, vatan, millet” nutukları gerçeklerin maliyetinden daha ucuzdur !! O yüzden halka hibe vermez, kepenkleri kapatırırken; inadına birilerinin cebini doldurmaya devam etmektir !
Türkiye’nin gerçek gündemi; Bir Merkez Bankası başkanının, görevinden başka bir şeyi düşünmeyen atanmış bir bürokrat değil de, gerçekleri örtmekten sorumlu bir siyasi yetkilisi gibi davranmasıdır. Ki o gerçeklerin içinde tüyü bitmemiş yetimin hakkı olan, çarçur edilmemiş olsaydı salgında hibe desteği olabilecek yüzmilyarlar vardır. Türkiye’nin gündemi İşgalci İsrail iftar vakti Filistinli kardeşlerimize saldırırken, iktidarın Mavi Marmara katillerinin verdiği iftar davetine katılmasıdır. Türkiye’nin gerçek gündemi, muhalif partilere katılan insanları makam ve imkanlarla kandırmaya çalışmak, aksi takdirde akrabalarıyla tehdit etmektir. Terör ve darbe tehditleriyle gerçek gündemleri örtbası sürdürmek; Güvenlik ve beka korkusu yayarak, şikayet ettikleri güçlerin aynı taktikleriyle toplumun, yargının ve siyasetin örselenmesine çanak tutmaktır.
Türkiye’nin gerçek gündemi; Halkı, ucuz ekmeğe kavuşturmaya çalışan büfeleri, siyasi rant kavgasına alet etmektir. Ve bu freni patlamış kamyon gibi uçurumdan yuvarlanan kara düzen sistemde; Bir Allah’ın kulunun çıkıp da “Bu siyaset anlayışı bizi halktan uzaklaştırıyor, gittikçe batağa saplanıyor, tükendikçe halkı da tüketiyoruz” diyememesidir.
Evet değerli kardeşlerim Öylesine gözleri döndü ki bunların. Memleketin başka yerinde taş kalmamış gibi, İkizdere’nin dünya mirası kategorisine alınıp korunması gereken doğa harikalarına savaş açmayı marifet saydılar. 6 bin nüfuslu bu beldenin ormanlarının, derelerinin, yeşilliğinin başına gelecek olanlar tam da bu sistemin resmini çizmekte bizlere. Bu ülkeyi ne hale getirdiklerini anlamak istiyorsanız, İkizdere’ye bakın, halkın haykırışına kulak verin! İnsanın başını döndürecek denli muhteşem güzelliklerin içine dinamitle, dozerle girmek, onları yıkıp, parçalayıp havaya uçurmak sizlere de bir yerlerden tanıdık gelmiyor mu?
Sizlere hukukun 5 yıldan fazla bir süredir yıkılıp parçalanmasını, Ekonominin dinamitlenmesini, Ülkenin kaynaklarının toz duman edilmesini, Anayasal eşit vatandaşlığın ve sosyal barışın kökünden sarsılmasını, Siyasetin tarumar edilip doğasının tepetaklak edilmesini hatırlatmıyor mu?
Kardeşlerim! İkizdere faciası da bu büyük zincirin halkalarından biridir. İkizdere, bizlere küçük bir Türkiye fotoğrafı sunmaktadır. İkizdere; kibrin, tamahkarlığın, yandaş kayırmacılığının, rant sevdası uğruna dolambaçlı işlere tevessül etmenin, haksız kazancın ve talanın fotoğrafını ortaya koymuyor mu? İkizdere; Halkın sesine kulaklarını tıkamanın, Yaşam alanlarını pervasızca ortadan kaldırmanın, Bütün bunları yaparken en ufak bir vicdan azabı duymamanın, “Emperyalizm, büyük oyunlar” diyerek talanın komplo teorileriyle meşrulaştırılmasının, Bir gram adalet hissi taşımamanın küçük bir özetidir. İkizdere; tazmini imkansız yollara tevessül edilirken, halkın nasıl da kandırılmaya çalışıldığını gözlerimizin önüne sermiyor mu? Halkın canını, malını, yaşam alanlarını korumakla görevli kolluk kuvvetlerinin halkla karşı karşıya getirilmesi ne tür bir zihniyetin ürünüdür? Kapanmayı, salgını ve kısıtlamayı fırsata çevirmek, Bölge halkının destek alamayacağı bir zaman diliminde dozerleri bölgeye sürmek, Halka destek sunmak isteyen Gelecek Partisi gönüllülerini engellemek, Ve yangından mal kaçırırcasına, hırsla çevre katliamına girişmek, ne tür bir dünya görüşünün uzantısıdır! Bulabilir misiniz bu hukuksuzluğa çanak tutacak bir evrensel norm? Hangi din, hangi evrensel norm, ÇED raporu almamak için arazinin bölünmesine fetva verir?
Ya şu Emniyet Genel Müdürlüğünün anayasayı ve temel hakları çiğneyip delen hukuksuz genelgesine ne demeli! Bunlar içlerindeki çürük elmalardan kurtulmak yerine, onları koruma kollama derdindeler! Otoriterleşme yetmedi, muz cumhuriyeti olmaya mı soyundunuz? Sokaklar-meydanlar özel alan mıdır? Nerede görülmüştür polisin kamusal görev icra ederken bunun özel hayat diye yorumlanması? İtecek, kakacaklar, yerlerde süründürecekler, hakaret edip, kendilerini savcı-hakim yerine koyacak ve ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşacaklar özel alanlarında öyle mi? Ayrıca bu tür görüntü çekimleri kamu düzenini koruma görevini demokratik hukuk devleti kuralları içinde yerine getiren fedakar emniyet görevlilerimizi de haksız ithamlar karşısında korumayacak mı? Emniyet Genel Müdürlüğü, kendisini yasama organı yerine nasıl koyabilir değerli kardeşlerim? Öyle anlaşılmaktadır ki, ülkeyi yönetenlere Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin tanıdığı aşırı yetkiler dahi kâfi gelmemektedir. Yöneticiler, bunun da ötesinde güce sahip olmaları gerektiğine inanmaktadır. Kısacası Türkiye’yi anayasasızlaştırma, hukuksuzlaştırma yönündeki adımlar hız kesmeden devam etmektedir. Emniyet Genel Müdürlüğünün bu hukuk dışı uygulamayı emreden genelgesiyle, Türkiye’de insan hakları ihlallerinin artarak devam edeceği ve kolluğun yasadışı eylemlerinin siyasal iktidar tarafından himaye edileceği resmi olarak ilan edilmiştir. "Sokağa çıkma! Ses çıkartma! Haber yapma! Kepengi indir! Aç gez! Borçlu yaşa!"dan sonra şimdi de “Çekim yapma!” safhasına eriştik.
Bu genelge, kelimenin tam anlamıyla bir sansür genelgesidir! Ses ve görüntüleri delil sayan Yargıtay içtihatlarının ayaklar altına alınmasıdır. Bu genelge, kolluğun kanuna aykırı davranışlarını gizlemek hatta teşvik etmekten başka bir anlama gelmemektedir! BU genelge, suçu görünmez kılmaya çalışmak değil de nedir? Üstelik kanunlara saygılı güvenlik güçleri için de o görüntüler bir koruma kalkanı değil midir? İşkence ve kötü muamele suçlarının üzerini örtecek olan bu genelge derhal geri çekilmelidir! Değerli arkadaşlar!
İçişleri Bakanı çıkmış: “Cep telefonundan önce adalet sağlanmıyor muydu?” diye soruyor. O halde pek çok şüphelinin yakalanmasına vesile olan güvenlik kameralarını da kaldırın ortadan. Bilimden boşuna istifade etmeyin, DNA testlerine falan tevessül etmeyin.Nasılsa bakanımız teknoloji öncesi geleneksel yöntemleri yeterli görüyormuş! Sayın Bakan! Eğer o görüntüler olmasaydı İkizdere zulmü gerçeği nasıl ortaya konacaktı? AK Parti İlçe Başkanının “protestolar PKK’lılar tarafından organize ediliyor” şeklindeki utanmaz yaygaraları nasıl yalanlanacaktı? O görüntüler olmasaydı, biber gazlı, postallı cami baskınınız nasıl halkın ve yargının bilgisine sunulacaktı? İstiyorsunuz ki siz her türlü cürmü işleyin ama bunlar görünmez olsun. Kameraların çalışmamasını arzuluyorsanız, hukuka riayet edeceksiniz! Herkes için konulan kurallara sizler de uyacak, kendinizi halkın üstünde görmeyeceksiniz!
Lebalep kongreler yapılır, Beştepe’de iftar verilir, stadlara seyirciler alınır, tatil beldelerinden eğlence görüntüleri yayınlanırken camide itikafa girmiş vatandaşlara da insan muamelesi yapacaksınız! “8-10 insanın tedbirlere uymasını inadına sağlayacağım” demezden evvel, o tedbirleri misliyle, onlarca kez çiğnemeyecek; en önce iktidarınızı sigaya çekeceksiniz! Türkiye tarihinin kara sayfalarına camiye gazlı-postallı baskın yapan bir iktidar olarak geçmeyeceksiniz! “Komplo” diye itham edeceğinize, ortamı o sözde “komplo”lara hazır hale getirmeyeceksiniz! “Biz ne ara bu derece başkalaştık; halka yabancılaştık; Burnumuz yere düşse eğilip almaz hale gelmeyi nasıl becerdik!” diye kendinize soracaksınız.
Allah’tan insanlar cep telefonlarıyla görüntüleri çekip sosyal medyaya veriyorlar da, sayelerinde ülke Enver Hoca Arnavutluğuna dönüşmekten kurtuluyor! O görüntüler sayesinde AK Parti İlçe Başkanı’nın “İkizdere eylemlerini PKK’lılar düzenliyor” propagandasını yemiyor millet. Karadeniz Türküleriyle protest müzik yapanların mı, yoksa bölgeye göz dikenlerin mi vatan-millet düşmanı olduklarını bizzat müşahade ediyor! Hikayenin doğrusunu mağdurlardan öğreniyor.