Davutoğlu: Evin 'bakanı' Sare hanım, ben evin 'bakılanı'yım

Davutoğlu: Evin 'bakanı' Sare hanım, ben evin 'bakılanı'yım

T24 - Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu evini ve özel hayatını Sabah gazetesine açtı. Davutoğlu, "Evin 'bakanı' Sare hanım, ben evin 'bakılanı'yım" dedi.Sabah gazetesinden İbrahim Atalay'ın "Evin 'bakanı' Sare hanım, ben evin 'bakılanı'yım" başlığıyla yayımlanan (16 Ocak 2011) yazısı şöyle:Evin 'bakanı' Sare hanım, ben evin 'bakılanı'yımDışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, sadece Cumhuriyet tarihinin değil aynı zamanda günümüz dünyasının en çok ilgi çeken dışişleri bakanlarından biri. Onun döneminde Türkiye, bölgesinde ve dünyada daha etkin bir rol üstlenmeye, kendisine tarihi birikimi, coğrafi önemi ve gücüyle doğru orantılı bir yer aramaya başladı. Kalıplaşmış dış politika yaklaşımları kırıldı, çok yönlü açılımlar gerçekleştirildi. Bunda şüphesiz Davutoğlu’nun geliştirdiği dış politika yaklaşımının rolü büyük. Gerek dünyada gerekse Türkiye’de, yaptıkları ve söyledikleri büyük merak uyandırıp adım adım takip ediliyor.

Foreign Policy dergisi onu dünyanın en etkili insanlarından biri ilan ediyor. Hafta geçmiyor ki dünya basınında onun vizyonunu anlamaya çalışan bir makale yayımlanmasın. Wikileaks’in ironik bir biçimde ortaya çıkardığı gibi, Davutoğlu’nu hayranlıkla izleyenler olduğu gibi ‘tehlikeli’ bulanlar da var. Davutoğlu’yla ilgili en çok merak uyandıran konulardan biri de ailesi. Bugüne dek kameralardan ve fotoğraf makinelerinden özenle uzak kaldılar. Davutoğlu da ailesiyle ilgili ısrarlı sorulara, aile mahremiyetini zedelemeyecek cevaplar vermeye çalıştı. Ama ne yaparsa yapsın, ‘aile’ kavramının kendisi için ne kadar önemli olduğunu saklamadı.

Ahmet Bey ile Sare Hanım bundan tam 26 yıl önce evlenmiş. Evlendiklerinde Ahmet Bey yüksek lisans yapmakta, Sare Hanım tıp fakültesinde okumaktaymış. Sare Hanım kadın doğum uzmanı... Üçü kız, dört çocukları var.. Aileye katılan damatlarla birlikte çocukların sayısı altıya yükselmiş. Kendilerine: “Bu aileye damat olmak nasıl bir duygu?” diye sorduğumuz damatlar, “Biz kendimizi ailenin öz çocukları olarak görüyoruz,” diyor. Büyük kız Sefure, Ahmet Özokur ile evli ve İstanbul’da yaşıyor. Ahmet Bey’le Sare Hanım’ın tek torunu Yusuf, onların oğlu.

İkinci kız Meymune, Talha Topçu ile evli ve ABD’de yaşıyor. Evin tek oğlu Mehmet ile en küçük kızı Hacer, Ankara’da ailenin yanında. Davutoğlu ailesi bir yıl aranın ardından ilk kez bir araya gelmiş. Önce tatili geçirmek üzere birlikte bir yerlere gitmeyi düşünmüşler. Ama birbirlerini o kadar özlemişler ki herkesin ortak dileği ‘evden dışarıya adım atmadan sürekli beraber olmak’ olmuş. Biraz da Ahmet Bey’in bakan kimliğinin gidecekleri yerlerde karşılarına çıkıp, tatillerini kalabalıklaştırmasından korkmuşlar.

 - Ülkenin dışişleri bakanı sizsiniz. Evin dışişleri bakanı kim? Evin her türlü bakanı Sare Hanım’dır. Ben evin sadece bakılanıyım.

- Bakanlık aile ilişkilerinizi nasıl etkiledi? Özgürlüğümüzün sınırlanması anlamında radikal bir değişikliğe yol açtı ama ailevi ilişkilerimizde değişiklik olmadı.

- Ya siz Sare Hanım? Durumu kabulleniyorsunuz elbette ama içinizden de olsa sitem etmiyor musunuz? Evlendiğimizde Ahmet Bey yüksek lisans yapıyordu ve ben şuna inanıyordum: Ahmet Bey ne yaparsa doğru yapar. Bugün de bu düşüncem değişmedi. Ahmet Bey nasıl benim seçimlerimin getirdiği zorluklara katlandıysa ve katlanıyorsa ben de onun seçimlerinin getirdiği zorluklara katlanıyorum. Hatta kendisini teşvik ediyorum. İçinde bulunduğumuz durum, bu dönemin gereğidir, diye düşünüyorum. Öğretim üyesiyken de, başdanışmanken de, şimdi de ülkemiz için, insanlık için, bizim için ve çocuklarımız için yararlı şeyler yapıyor. Bu açıdan hiçbir fark olmadı.

- A.D: Şimdi ben aileden uzak kaldığım için bazı zorluklar oluyor ama bu ilk ayrılışımız değil. Aile hayatımızı daha çok etkileyen ilk ayrılışımız 1988’de olmuştu. İkinci çocuğumuz Meymune dünyaya geldikten üç buçuk ay sonra ben onları bırakıp doktora tezimi yazmak üzere Mısır’a ve Ürdün’e gitmiştim. - S.D: Evet. En zor dönem oydu aslında bizim için. Henüz yolun başındaydık. Ben mecburi hizmetimi yapıyordum. İki küçük kızımız vardı ve babalarına ihtiyaç duyuyorlardı. Büyük kızımız her akşam iki saat: ‘Anne! Babam neden gitti?’ diye sorardı. O zaman, şimdiki gibi telefon ve internet imkanı yoktu. Haftada ya da 15 günde bir konuşurduk. - A.D: Türkiye’deki evimizde telefon vardı ama Mısır’da benim kaldığım yerde yoktu. Ben bir eve gidip orada telefon bekler ya da arardım. Sefure, her geçen uçağı gördüğünde ‘Babam bu uçakla geliyor,’ dermiş.

- Zor olmadı mı 11 ay uzak kalmak? - A.D: Zordu elbette ama ilim adamı olmak için yapmamız gereken bir fedakarlıktı o. Alıştığınızda, yaptığınız şey bir fedakarlık olmaktan çıkıp hayat tarzınızın bir parçası haline geliyor.Çocuklarla kızmabirader... - 2002 yılında Başbakan Başdanışmanı olarak Ankara’ya geldiniz ama bakan olana kadar ailenizi Ankara’ya getirmediniz. Ailenizin rolü ne oldu bütün bu süreçte? - A.D: Benim için Ankara’da karşılaştığım her zorlukta İstanbul, evim ve ailem bir sığınak oldu. O sığınak rolünü gerek Sare Hanım gerekse ailenin diğer fertleri her zaman bana son derece büyük bir imkan olarak sundular. Çocuklarımda gördüğüm tebessüm, muhabbet, aile ortamının sıcaklığı hep en büyük destek unsuru oldu. Onun için, bakan olana kadar evi Ankara’ya taşımadım. Bunun bir sebebi de asli görevimin ve asli psikolojimin etkilenmemesiydi.

- Peki siz Ankara’da olmaktan hoşnut musunuz Sare Hanım?- S.D: Burası konforlu gibi görünüyor olabilir ama burada kendinizin yönetemediği süreçlerin içerisinde bulunmak zorundasınız. Bir de her ne kadar istemeseniz de tanınır hale geliyorsunuz. Ahmet Bey nasıl İstanbul’daki evimizi sığınak olarak görüyorsa ben de İstanbul’a gidince kendimi rahat ve özgür hissediyorum. Bildiğim ve hakim olabildiğim bir ortamda bulunduğumu düşünüyorum.

- Doktorluk mesleğinizi icra edebiliyor musunuz? - S.D: Ediyorum. Biraz zor oluyor ama haftada iki, üç günü İstanbul’da geçiriyorum.

- Eşiniz ‘tehlikeli’ bir insan mı? - S.D: (Gülümsüyor) Valla görüyorsunuz siz de! Yani Ahmet Bey’i tanıyan herkes çok sever. Kimsede durmayan çocuklar bile onda durur. Öyle pozitif bir enerjisi vardır, sağ olsun.

- Bu tanımlama şaşırttı mı sizi? - S.D: Tabii, nereden baktığınızla alakalı o zannediyorum. Çok önem verdiğiniz, değer verdiğiniz, ülkemiz için yapmak istediğiniz bazı şeyler bazılarının hoşuna gitmeyebilir. Zannediyorum onunla ilgili o. Ama Ahmet Bey öyle bir insandır ki sivrisinek falan görünce ‘Sare Hanım, gel öldür,’ der. Ötesini söylemeyeceğim.

- Yurtdışına gittiği diğer zamanlarda yanında mıydınız? Malezya’da mesela? - S.D: Evet yanındaydım. O da ayrı bir tecrübe oldu ve belki de şu an yaşadığımız bazı zorlukları kolay atlatmamızın bir sebebi de oradaki güç birikimi oldu. Yurtdışında aile ilişkilerimiz o kadar sağlam oturuyor ki çocuklarınız da biliyor aslında, siz onlar için her şeyi yaparsınız ama şu an onlarla birlikte olmak elinizde değil. Bunu ben de biliyorum. Ahmet Bey bizimle vakit geçirmekten ne kadar hoşlanır. Beraber geçirdiğiniz zamanın uzunluğu kadar, nitelikli olması da önemlidir. Şimdi bile çok geç gelir, mesela gece 23.30 da gelir, ama bütün yorgunluğuna rağmen çocuklarıyla Kızmabirader oynar. Dün gece saat 01.30’a kadar Tabu oynadık mesela.

- Çocuklarına da hocalık yapar mı? - S.D: Hem de çok. Çocuklarımızın ilk öğretmeni hep kendisi olmuştur. Biz ciddi konularda sohbet etmeyi çok severiz. Mesela dün, sabah kahvaltıdan sonra iki büyük kızımızla saatler boyunca tarih ve psikoloji hakkında konuştuk.

 Maksimum işbirliği yerine maksimum muhabbet- Beraber olduğunuzda yapmaktan keyif aldığınız şeyler neler? - S.D: Arabayla seyahate çıkmayı çok severiz. Arabayı Ahmet Bey kendisi kullanır. Çocuklarla beraber şarkılar söyleriz.

- Ahmet Bey ev işlerine de yardım eder mi? - S.D: Ahmet Bey’in evde yapmaktan hoşlandığı tek iş kitap kolisi açıp onları yerleştirmektir diyebilirim. Müthiş bir zevk alır ve yıllar sonra bile o kitabının yerini değiştirdiğimizde fark eder. ‘Benim çocukların yerlerini değiştirmişsiniz,’ der.

- Yemek filan yapmaz mı mesela? - S.D: Bir tek peynirli yumurta yapar ama onu da çok iyi yapar.

- Evde de sıfır sorun politikası uyguluyor musunuz? - A.D: (Gülüşmeler) Evde zaten problem olmadığı için ayrıca böyle bir slogana da ihtiyaç yok. 26 yıllık evliliğimizde hiçbir zaman, çok şükür, herhangi bir sıkıntı yaşamadık. Evimize yeni katılan damatlar da dahil olmak üzere, sesimizin yükseldiği, konuların tartışma havasıyla ele alındığı bir ortam hiç olmadı. Dolayısıyla ‘sıfır sorun’ diye bir ilke geliştirme ihtiyacı doğmadı. ‘Maksimum işbirliği’ yerine de ‘maksimum muhabbet’ diyoruz ve o muhabbeti doyasıya yaşıyoruz.

- Eşiniz hep sakin bir insan mıdır? Hiç öfkelenmez mi? - S.D: 26 yıllık evliliğimiz boyunca onu sadece bir kez çok öfkeli gördüm. O da İsrail’in Mavi Marmara saldırısından sonra BM’de konuşma yaparken.

 O 72 saat bir ömre bedeldi- Siz nasıl geçirdiniz o günleri? - S.D: Biz de üç gün burada o süreci yaşadık. Bir yandan tabii ciddi bir kaygı yaşıyorsunuz, gemideki yurttaşlarımız ve insanlar için. Açıkçası ben ikinci bir kaygıyı ülkem adına Başbakanımız ve Ahmet Bey ile üst düzey yöneticilerimiz adına da yaşadım. Çünkü; ciddi bir sorunla karşı karşıya geldiller. Üç gün, üç gece hiç uyumadık. Listeler bakanlığa geldi, bize geldi. Aileler de çeşitli kanallarla bize ulaştı. Özellikle yaralı ve ölü listeleri... ‘Bizim yakınımız şehitler arasında var mı, hastanelerde var mı?’ diye soranlar oldu. O listelerde de birtakım karışıklıklar vardı. Ciddi bir heyecan ve üzüntü yaşadık. Bir de Ahmet Bey, Brezilya’dan New York’a ve Washington’a kadar sürekli toplantıda ya da uçaktaydı. Bu yüzden kendisine ulaşmakta zorlandık. - A.D: Gerçekten de o 72 saat bir ömre bedeldir. Gemide yaşayanlar haklı olarak kendi yaşadıklarını biliyor. Dışarıda olan ve bu sorumluluğu omzunda hisseden insanlarsa hem o gemidekileri hem de ülke geleceği açısından atılması gereken adımları düşünüyor. Bir yandan da hakları korumayı... Herkes değişik düzeylerde yoğun bir sorumluluk üstlendi.

Ankara’ya alışma sürecimde en büyük desteği sayın Başbakanımızdan gördüm

- Sekiz yıldır Ankara’dasınız. Buraya geldiğinizde ‘Ben neden buradayım, bu çekişmenin içinde ne işim var?’ sorusunu sorduğunuz oldu mu? - O soruyu halen her gün soruyorum. Ben üniversite dördüncü sınıftayken yazacağım doktora tezini, doktora bittikten sonra yazacağım eserleri planlamaya çalışan biriydim. Temel meydan okuyuşlar, zihni meydan okuyuşlar... Buraya geldiğimde bir anda bütün o dünyadan koptum; öğrencilerden, kitaplardan... Hiç uyumadan üç gün çalışıp yazdığım dönemler olurdu. Şimdi o lüksüm yok.

- Uyum sorunu yaşadınız mı? Ya da Ankara size uyum sağlamakta zorlandı mı? Yerleşik bürokrasi: ‘Nereden çıktı şimdi bu adam?’ dedi mi? - Yakından tanıyanlar bilirler. Ne başlangıçta ne de bugün kendimle ilgili bir talebim olmadı. Buraya geldiğimde açıkçası üç ilişkinin beni zorlayacağını düşündüm. Birincisi siyasetle ve siyasi liderlerle ilişkiler, ikincisi yerleşik bürokrasiyle ilişkiler ve üçüncüsü medyayla, entelektüel dünyayla, yani kamuoyuyla ilişkiler. İlim adamı olarak daha önce bu ilişkilerin hiçbiriyle ilgili bir yüzleşme yaşamamışsınız ve böyle bir kaygınız da olmamış. Tam bir hürriyet içinde yazıyorsunuz. Ankara’daki siyasetin, bürokrasinin, kamuoyunun benim kitabım hakkında neler düşüneceğini gözetmiyorsunuz. Sonra bir anda bu realite içinde buldum kendimi ve benim için olduğu kadar Ankara için de yeni ilişkilerdi bunlar.

- Nasıl kurdunuz bu ilişkileri? - Bu süreçte en büyük desteği sayın Başbakanımızdan ve o zaman dışişleri bakanı olan sayın Cumhurbaşkanımızdan gördüm. Altı yıl boyunca başdanışman olarak Başbakanımızla birlikte çalıştık. Temeli çok öncesinde atılmış, unvanlardan bağımsız, güvene dayalı, çok insani bir ilişki kurduk. İnsanı hesapçılıktan kurtaran temel unsur ilişkilerinizdeki insani boyuttur. O insani boyut ne kadar sağlamsa karşı karşıya kalınabilecek zorluklar o kadar kolay aşılıyor. Bu süreçte onların büyük desteğini gördüm. Bürokrasi söz konusu olduğunda benim için çok tanımlanmış bir alan değildi orası. Ancak çok sağlam dostlukları da o süreç içinde kurduk, geliştirdik. ‘Hoca’ kimliğimin büyük yararını gördüm. İnsani ilişkilerimiz geliştikçe insanlar beni herhangi bir bürokratik hiyerarşinin parçası olarak görmemeye, bir tehdit, bir alternatif gibi algılamamaya başladı.

- Kamuoyuyla ilişkiler peki? - Kamuoyu algısı bakımından benim hayatım 2002’de başlamadı. Daha öncesinde kamuoyunda zaten yerleşmiş bir Ahmet Davutoğlu kimliği vardı. Benim en büyük kaygım o kimliğin bu pratik içinde aşınmasıydı. O zamana kadar oluşmuş ilim adamı kimliğimle daha sonra oluşan siyasi kimliğim arasında kamuoyu algısı bakımından bir çelişki doğmaması için çalıştım. Dikkat ederseniz üç alanda da farklı farklı boyutlar ortaya çıktı ve yüzleşmeler yaşandı?

Hocalık, şahsiyetimi tamamlayan bir şey - Sizi önce akademisyen kimliğinizle tanıdık. 2001 yılında yayımladığınız Stratejik Derinlik kitabı yankı uyandırdı ve Harp Akademileri de dahil olmak üzere pek çok üniversitede ders kitabı haline geldi. 2002’den itibaren sizi sahada görmeye başladık. Önce başdanışman, sonra da bakan oldunuz. Kendi teorilerinizi hayata geçirme fırsatı buldunuz. Nasıl bir duygu bu? - Bu, tarihte pek az insana nasip olmuş büyük bir nimet. Büyük bir teveccüh aynı zamanda. Birtakım tezlerinizi zihinsel olarak ortaya koyuyorsunuz ve sonra kader size onları pratiğe geçirme imkanı sunuyor. Türkiye gibi ve bugünkü uluslararası konjonktür gibi, çok kısa sürede çok yoğun değişimlerin yaşandığı bir dönemde bunu fiilen yaşamak ayrıcalıklı bir durum. Kitabımda anlattığım o tarih nehrinin içinde akarken, o nehri bir taraftan da anlamaya çalışmak gibi. Bunun verdiği olağanüstü bir sorumluluk ve haz var.

- Üniversiteyi bu kadar çok sevmenizin nedeni nedir? Her şeye rağmen üniversiteyi özlediğiniz oluyor mu? - Tabii ki özlediğim oluyor. Bazı meslekler vardır ki hayat tarzıdır. Sizin kişiliğinizle, şahsiyetinizin gelişmesiyle veya şahsiyetinizin temel unsurlarıyla bir bütünlük arz eder. Sanki o meslekten veya o misyondan uzaklaştığınızda şahsiyetinizden de bir şeyler eksilmiş olduğunu hissedersiniz. Benim için öğretim üyeliği, hocalık böyle bir şey. Şahsiyetimin en ayrılmaz parçası. Çünkü bütün lise yıllarınızdan itibaren zihninizde şekillendirdiğiniz ve kendinize biçtiğiniz bir rol var.

- Nedir bu rol? - Lise yıllarımdan itibaren beraber olduğumuz arkadaşlarla kendimize biçtiğimiz misyon: Yeni bir Türk münevveri, yeni bir ilim adamı tipi, prototipi ortaya koymaktı. Bizden önceki nesillerdeki kültürel parçalanmışlığı, entelektüel parçalanmışlığı giderecek; kimlik krizleri içerisinde bocalamayan, bütünlüklü bir aydın formasyonu... Bu bizim açımızdan hocalık yoluyla olabilecek bir şeydi. Öyle bir yeni aydın prototipi yetiştirelim ya da kendimiz öyle bir aydın prototipi olalım ki tarih içindeki konumunu doğru tanımlamış olsun, medeniyet aidiyeti anlamında bir kriz yaşamıyor olsun. Doğru bir gelecek perspektifi olsun. Yerel düşünceyle evrensel düşünce arasında doğru irtibatlar kurabilsin. Hem evrensel platformlarda konuşabilsin hem milli bir kültürün, medeniyet idrakinin temsilcisi olabilsin. Bütün bunlar bizim için üniversite hayatında şekillenecek şeylerdi.

Yeni bir dünya düzeni arayışı var Türkiye bu arayışta aktif rol almalı

- Baba Bush zamanında ‘Yeni Dünya Düzeni’ diye bir paradigmadan söz edilirdi. Sonra ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ filan... Türkiye’de bazı çevreler sizi Amerikan yandaşlığıyla itham ederken Amerika’da Türkiye’nin ABD’nin Ortadoğu’daki yeni rakibi olduğuna dair çok sayıda makale yayımlandı. Nedir doğrusu? - ‘Yeni Dünya Düzeni’ kavramı üretildiği zaman bir zafer sarhoşluğu vardı. 1989’da Berlin Duvarı çökmüş, 1991’de Sovyetler Birliği dağılmıştı. O teori, ortaya çıkan boşluğa zafer sarhoşluğunun da eklenmesiyle Amerika’nın yöneteceği ve liberal mekanizma anlayışıyla, mekanistik anlayışla, düzenlenmiş tek kutuplu bir dünya nosyonu etrafında oluşmuştu. Ama geçen 20 yıl, hiçbir düzenin böyle tek bir aktör tarafından ve bir şekilde bir uluslararası mutabakat aramaksızın gerçekleştirilemeyeceğini ortaya koydu.

Düzen dediğimiz şeyin de, kaosun da ne kadar karmaşık olduğunu ve ne kadar farklı parametreleri içinde barındırdığını gösterdi. Şu anda da bir dünya düzeni arayışı var. Ben bu dünya düzeni arayışının gerekli olduğuna inanıyorum ve Türkiye’nin de bu arayışın içinde aktif rol alması gerektiğini düşünüyorum. Ama bu, 1991’deki Yeni Dünya Düzeni ya da Francis Fukuyama’nın kafasındaki dünya düzeni değil. Aksine, insanlığın değişik renklerinin sürece katıldıkları ve sürecin aktif yönlendiricisi oldukları bir dünya düzeni. Artık daha katılımcı bir perspektifte ele alınması gereken bir kavram var ortada.

- Medeniyet kavramına özel bir önem veriyorsunuz ama medeniyeti geçtiğimiz yüzyılın başlarında olduğu gibi objektif ya da Huntington’ın tanımladığı gibi ayrıştırıcı bir biçimde tanımlamıyorsunuz anladığım kadarıyla. - Bizim toplumumuz gibi insanlık tarihinde çok değişik serüvenleri yaşamış ve çok değişik coğrafyalarda bu serüvenleri tarihi akış içerisine yansıtmış bir toplum için medeniyet idraki, yeni ortaya çıkmış toplumların aydınlarınkinden çok farklı temellere dayanır. O bakımdan bizim o tarihi serüvenimizin doğru tanımlanması, doğru okunması gerekir. Benim medeniyetler tarihine yaptığım atıf, bizim bugünkü kimliğimizin de ancak ve ancak o uzun dönemli medeniyetlerin etkileşim süreci içinde anlamlı kılınabileceği kanaatinden kaynaklanıyor. Bizim bugünkü siyasal sorunlara ve bugünkü kimlik sorunlarımıza bakışımız da ancak ve ancak içselleştirici bir medeniyet idraki ile sağlam zemine oturabilir.

Twitter kullanımını destekliyorum 2010 yılında Ahmet Davutoğlu adını kullanan fakat aslında ona ait olmayan bazı Twitter hesapları vardı. Yeni yılda bu sahte adresler kapatıldı ve Davutoğlu @Ahmet_Davutoglu uzantılı hesabıyla yeni yılda Twitter’a döndü. 3 Ocak 2010’da yapılan 3. Büyükelçiler Konferansı’yla bu hesap aktif şekilde kullanılmaya başladı. Toplantının içeriğini ve Davutoğlu’nun dış politikaya bakışını aksettiren tweetlerden bazıları şunlar: - Küresel finansal kriz hâlâ küresel siyasi bir krize dönüşme potansiyeli taşıyor. - Türk diplomatı bir itfaiye eridir. Nerede kriz varsa onu söndürmeye çalışır. - Ama artık biz sadece itfaiye eri istemiyoruz. Yangının çıkmasını engelleyecek planları da yapmak zorundayız.

- Bakanlığınızın bazı mensupları Twitter’da çok faaller. Yoğun olarak mesaj yazıyor ve takip ediliyorlar. Bu konudaki görüşünüz nedir? - Ben bu konularda özgürlük yanlısıyım. Bakan olduğumda müsteşar yardımcımızın yazdığı bir makalenin yayımı için benim iznimi istemişlerdi. O zaman, bu makaleler için bundan sonra izin almaya gerek yok demiştim. Eğer bir kişiye büyükelçi unvanı verilmiş ve o temsil niteliğine haiz olarak görülmüşse ayrıca izne gerek duymam. Twitter’ı da kamu diplomasisinin bir parçası olarak telakki ederim. Klasik diplomasi usulleri değişti.

Büyükelçilerimizin bu imkanları fikir özgürlüğü içinde en etkin bir şekilde kullanmasını da teşvik ederim. Ama tabii hepimizin dikkat etmesi, özen göstermesi gereken temel prensipleri ihlal etmemesi gerekir. Dış politikamız ve diplomasinin mahremiyeti açısından bir hata söz konusu olursa onun niçin olduğunu sorarım. Bu tür durumlar hariç, farklı imkanların kullanılarak kamu diplomasisinin en etkin şekilde yapılmasının faydalı olduğunu düşünüyorum.

- Diplomasi mahremiyeti deyince ‘Wikileaks’ geldi aklımıza. - Wikileaks, teknolojinin nasıl istismar edilebileceğinin en çarpıcı göstergesi oldu. Bundan sonra eminim herkes daha dikkatli olacak.

 Yazmayı özlüyorum- Dış politika yapmaya başlayınca yazmayı bıraktınız mı? - Başdanışman olmadan önce Stratejik Derinlik’i yeni gelişmeler ışığında geliştirmeyi düşünmüştüm. Başdanışman olduktan sonra bunu yapamadım. Sadece entelektüel kaygılar değildi beni sınırlayan, aynı zamanda ahlaki kaygılardı. Başbakan Başdanışmanı olarak yazdığınız ve yapacağınız her iş sizin bulunduğunuz konumu oraya yansıtmak şeklinde olur.

Bu yüzden, son sekiz sene içinde neredeyse hiçbir şey yazmamaya özen gösterdim. Sadece yazmadım, yazamadım değil, yazmamaya da özen gösterdim. Bu doğru veya yanlış, tartışılır. Şimdi eksikliğini hissediyorum, yazamamış ve bu kitabı da tekrar gözden geçirmemiş olmanın. Ama nihayet kitaplar yazılıncaya ve basılıncaya kadar sizin malınızdır. Basıldıktan sonra kamunun malı haline dönüşür.

- Kitaplarınızı çok önceden planladığınızı söylemiştiniz. Başdanışman ve bakan olmasaydınız hangi konularda kitap yazmayı planlıyordunuz? - Birinci kitabımız Stratejik Derinlik, malum. İşin en görünen yanını ele alıyor. İkinci kitap, Tarihi Derinlik olacaktı. Orada toplumumuzun medeniyetler tarihi içinde nasıl bir harmanlanma sonucunda ortaya çıktığını araştıracaktım. Üçüncüsü de Felsefi Derinlik olacaktı. Felsefi Derinlik’te ise insanoğlunun ontolojik arayışıyla siyasal düzen arayışı arasındaki irtibatları inceleyip, bizim bu konudaki farklı bakışımızı ortaya koymaya çalışacaktım.

Söyleşi notlarıAilenin bütün fertleri Ahmet Davutoğlu'nun üstlendiği sorumluluğun bilincinde. İçten içe babalarını daha çok görmek isteseler de durumu kabullenmişler. "Babanızın bakan olması dolayısıyla duyduğunuz bir üzüntü var mı?" sorumuzu büyük kızları Sefure: "Tek üzüntümüz daha sık görememek. Kendisini çok özlüyoruz. Hafta sonları geliyoruz ve ancak öyle görüşebiliyoruz maalesef," diye yanıtlıyor. "Babanızın bakanlık görevini bırakmasını ve eski hayatınıza geri dönmesini ister misiniz?" sorumuzu ailenin küçük kızı Hacer önce "Evet isterim," diye yanıtlıyor ama daha sonra düzeltiyor: "Ben istiyorum ayrılmasını ama kalması da Türkiye için daha iyi. O yüzden ısrar etmiyorum."

Mehmet ailenin tek oğlu. Kendisine: "Babanızın durumunu görüyorsunuz. Bu şartlarda, ileride siz de dışişleri bakanı olmak ister misiniz?" diye soruyorum. Hiç tereddüt etmeden "Evet," diyor. Ailenin tek torunu Yusuf, dedesinin kucağından inmiyor ve büyüdüğünde 'trafik polisi' olmak istiyor. Çünkü trafik polisleri arabaların ve sokağın düzenini sağlıyor. Ailenin bütün fertlerinde güvenlik kaygılarından ve bürokratik formalitelerden kurtulup, sivilleşmeye duyulan bir özlem var. Hatta bu yüzden Mehmet, "İstanbul'daki arabamızı getirelim de siyah bir arabaya değil gri bir arabaya binelim," teklifinde bulunmuş. Hacer Davutoğlu, babasıyla rahat rahat sinemaya gitmeyi özlemiş. "Eskiden çok rahattık, şimdi de gidiyoruz ama bir sürü insan bir anda babamın etrafını çeviriveriyor," diyor.