Başbakan Ahmet Davutoğlu, Alevilere yönelik açılım kapsamında sarfettiği "Ali'siz bir Alevilik" sözlerine ilişkin olarak, "12 Eylül ve 28 Şubat’ta Sünnilik'ten arınmış bir Sünnilik üretmeye çalışıldıysa, bugün de Marksist örgütler, aynı seküler mantıkla Alevilik'ten arınmış bir Alevilik, seküler bir Alevilik çıkarmaya çalışıyorlar" dedi. Cemevlerinde yer alan “Hak Ali, Hak Muhammed Ali sofrasına buyrun” ifadelerini referans gösteren Davutoğlu, "Alevilik budur. Bunu ben değil, onlar söylüyor" diye konuştu.
Davutoğlu'nun Patnos, Erzincan ve Dersim illerine yaptığı ziyaretinde kendisine eşlik eden gazeteciler arasında bulunan Yeni Şafak Gazetesi yazarı Ali Bayramoğlu'nun "Kutsal mekanlar HES olmayacak" başlığıyla yayımlanan (25 Kasım 2014) yazısındaki bazı bölümler şöyle:
Nedenini Başbakan'a sorduğumuz zaman aldığımız yanıt, “Dersim’de böyle bir açıklama yapacağıma dair hiç ipucu vermedim, böyle bir beklenti yanlış. Bu tür hamleler tek atımlık işler değil, bir paket içinde değerlendirilmesi gereken meselelerdir, üzerine çalışıyoruz ve zamanı gelince açıklayacağız. Dersim isminin de bu paketin içinde yer alması düşünülüyor” şeklindeydi.
Davutoğlu’nun konuşmalarında Tunceli yerine Dersim’i kullanması, bu söylediklerinin başka bir işareti olarak görülebilir mi?
Teslim etmek gerekir ki, AK Parti kongresi için geldiği kentte ilk uğrak yerinin cemevi olması, bu ziyaret esnasında gerek dernek başkanının, gerek Alevi bir gençlik örgütü temsilcisinin taleplerini alıcı biçimde dinlemesi, Alevi gelenekleriyle yapılan ikramı onların adabı ve diliyle kabul etmesi, simgesel olmakla birlikte sık rastlanan görüntülerden değildi. Özellikle AK Parti’nin bu meseledeki yaklaşımı ve dönüşümüyle ilgili önemli ipuçları veriyordu.
Siyasi iktidarın Alevilerle konuştuğuna ve böyle yol almaya çalıştığına hiç şüphe yok.
Nitekim Başbakan'ın dönüş yolunda verdiği bir “söz” cemevindeki gencin HES’lere karşı dile getirdiği talebin karşılığıydı. Ve kararı Başbakan şu sözlerle o anda vermişti: “İnanç merkezlerinin olduğu yerlerde herhangi bir zarar verecek hiçbir baraj faaliyeti yapılmayacaktır…” Benzer bir tutumu rektörün talebi üzerine Tunceli Üniversite’si adının Munzur Üniversitesi’ne çevrileceğini söyleyerek üniversitede yaptığı konuşmada sergilemişti.
Ancak altı en çok çizilmesi gereken husus, her konuşmasında tekrar ettiği, özellikle uçak sohbetinde taahhüt olarak dile getirdiği şu husustu: “Talimat verdim, herhangi bir Alevi sadece kimliği dolayısıyla negatif bir ayrımcılığa tabi tutulursa takibini ben yapacağım. Başbakanlık Müsteşarı'na da söyledim, bir Alevi, Alevi olması nedeniyle bir yere atanmadıysa bizzat siz takip edeceksiniz diye. Dese ki ben şuraya adaydım, şu veya bu sebeple ehliyetim olduğu halde mülakatta elendim, bunu bizzat ben takip edeceğim…”
Bu ülkede Alevilik söz konusu olduğunda asıl mesele sanırız budur ve umarız bu niyet beyanı zamanla gerçeğe dönüşür. Somut beklentilerle ilgili durum, adımlar, beyanlar bunlardı. Biliriz ki, dil ve söylem de, barındırdıklarıyla en az somut hamleler kadar önemlidir.
Davutoğlu Dersim’de gerek üniversitede, gerek kongrede aynı fikri çerçeveden hareket etti. İki hususa dayanıyordu bu çerçeve: Kemalist-baskıcı modelin Aleviler dahil tüm toplumsal gruplar üzerine baskı yaptığını vurguluyor, bu dönemin sona erdiğini ilan ediyor, geçmişe yönelik kendi sözleriyle “milletten devlet” adına özür diliyordu.
İkinci olarak yeni Türkiye’nin dini, etnik tüm farklılıkları doğal haklarıyla kabul ettiğini, siyasi iktidar olarak bunun önünü açmaya çalıştıklarını, ancak farklılıkların ayrıştırıcı kimlik hakkı olarak değil, birleştici insan, gelenek, tarih hakkı olarak talep edilmesi ve verilmesi gerektiğini ima ediyordu. Ve bunu, ülkeye “aidiyeti kuvvetlendirme” politikası olarak tanımlıyordu. Ancak sözün kendisi kadar ifadesi de önemlidir.
Davutoğlu’nu dinlerken yadırgadığım iki noktayı kendisine sordum.
İlk olarak kısaca ifade ettiğim şuydu: Türkiye’de iki ayrı hegemonya sistemi var. İlk Kemalist-modernist sistem. Herkese baskı uyguladı. İkincisi ise hakim millet hegemonyası, Sünni gelenek merkezli bir mekanizma. Bu ikisinin çatışıyor olmaları, ayrı ayrı uyguladıkları baskıları ortadan kaldırmaz. Kaldı ki, Alevilerin zulüm algısı ikisine de yöneliktir. İkincisine yönelik endişe özellikle büyüktür. Siz acıları eşitlerken bunu görmezden gelmiyor musunuz? Faturayı sadece devlete çıkarmak yeterli mi olacak?
Yanıtı şöyle oldu: “Ben acılardan, acılarımızdan bahsederken şunu söylemeye çalıştım, Alevilerin Sünnilerle bir problemi olmamıştır. Osmanlı’da da olmadı, bana bir tane Sünni-Alevi çatışması gösterin. Yoktur. Kimle oldu? Bir, ‘Açılın Kapılar Şah’a gidelim’ cümlesi arkasında başka bir devletle işbirliği olduğu düşüncesiyle Osmanlı Devleti’nin Anadolu Alevilerine bir baskısı oldu. İki, 2. Mahmut çağdaşlık adına orduyu tanzim ederken Bektaşi Ocağı’nı kapattı. Sadece merkezileştirmedi, topa tuttu Bektaşi Ocaklarını ve yıktı. Bunu Sünniler mi talep etti, hayır. Üçüncüsü tek parti dönemi. Tekkeleri, dergahları biz mi kapattık? Devletle Aleviler arasında yanlış devlet uygulamaları oldu. Aynı devlet Sünnilere de baskı yaptı. Benim dedemi de oğluna Kur’an-ı Kerim okutturuyor diye götürdü. Benim dediğim şey şu, probleminiz bizimle değil, probleminiz yanlış devlet uygulamalarıyla. Gelin beraber bu devleti- onun için toplumsal sözleşme dedim arkasından- bu devleti bir daha tanımlayalım, anayasayı bir daha yazalım, bu bir. Yoksa benim acım senin acınla yarışıyor değil. Berkin Elvan’dan bahsettim, Yasin Börü’den, Burakcan Karamanoğlu’ndan bahsettim. Birisi Alevi, birisi Kürt birisi de Türk ve Sünni. Esas itibariyla yapmaya çalıştığımız şey şu: Bir zihniyet dönüşümü lazım, yasal veya siyasi etki yapacak bir hamlelik işten daha çok o zihniyeti dönüştürmek gerekli…”
İkinci sorum (ya da yadırgadığım nokta), Davutoğlu’nun Alevileri “Ali'siz bir Aleviliğe karşı uyarması”yla ilgiliydi. Sünni gelenek içinde bir “kesim” yıllarca bu ülkede Alevi meşrebe bir tür sapkınlık olarak baktı, onları imana davet etmek, terbiye etmek işine soyundu. Bugün çok farklı bir noktadayız. Alevi açılımı, cemevi tartışmasının AK Parti döneminde ve onun eliyle yaşanması bunun göstergesi. Bununla birlikte, “Ali'siz Alevilik” uyarısı bir dini telkin değil mi? Ya da eski bir telkin geleneğinin devamı…
Ve işte Davutoğlu’nun yanıtı: “Öyle bir şey yapılıyor ki, nasıl ki, 12 Eylül ve 28 Şubat’ta devlet bir Sünnilik çıkarmaya çalıştı, Sünnilik'ten arınmış bir Sünnilik üretmeye çalışıldıysa, ezan Türkçe olacak din dersi şöyle olacak denilerek, Sünnilikten arınmış bir Sünnilik oluşturulma politikası yürütüldüyse, bugün de Marksist örgütler, aynı seküler mantıkla Alevilik'ten arınmış bir Alevilik, seküler bir Alevilik çıkarmaya çalışıyorlar. Aleviliğin en basit umdelerini, esaslarını ortaya koyduğunuzda, cemevinde gördünüz “Hak Ali, Hak Muhammed Ali sofrasına buyrun” diyor, Alevilik budur. Bunu ben değil, onlar söylüyor.
Ben Aleviliği dini kontekst için anlatıyor değilim. Nasıl Kemalizm Sünniliğin içini boşaltıp bir din yaratmaya çalıştıysa bugün de bazıları Aleviliğin içini boşaltıp bir din yaratmaya çalışıyor. Ben buna sessiz mi kalacağım, Aleviliği bilen birisi olarak. Herkes bizim tanımladığımız Aleviliğe gelsin demiyorum ki, tanımlamıyorum. Ben bunu Başbakan olarak söylemiyorum inandığım tarihi gerçek anlamında da söylüyorum.”
Davutoğlu’nun açıklamaları, sorunu sadece devlet-toplum arası çatışmaya indirgemesi, toplumsa gruplar arası dengesizlikleri es geçmesi beni çok ikna etmedi.
Ancak kabul etmek gerekir ki, Alevliğin farkına varmak, Alevilerin sesini duymak, haklarını teslim etmek, üzerilerindeki baskıyı kaldırmak istikametinde yol alıyoruz. Bu çok değerli. Ancak engeller, sadece, siyasi ve kurumsal değil. Aynı zamanda bir zihniyet meselesi de var. Asıl son pist bu meselenin pistidir. Burada başarı önce devlet zihniyetinden ve millet-i hakime dilinden uzaklaşmayı gerektirir. Zaman alacak. Ama yol almak ve zamanı hızlandırmak da mümkün.