AKP Genel Başkanı ve Başbakan adayı Ahmet Davutoğlu’nu Filistinli düşünür Edward Said’e benzeten Star gazetesi yazarı Ali Miroğlu’na tepki gösteren Agos yazarı Mehmet Kentel, “Hümanist, postyapısalcı, seküler, anti-emperyalist, teorisyen, İngiliz edebiyatı eleştirmeni ya da direnişçi, Said’in birbiriyle zaman zaman çelişen ve bu çelişkileriyle zenginleşen sıfatlarından hangisini alırsanız alın; neo-Osmanlıcı, Pan-İslamist, pragmatist, realpolitikci ve muktedir gibi, yine zaman zaman çelişen sıfatlara haiz Davutoğlu’na varamazsınız” dedi.
Mehmet Kentel, “Eğer derdimiz müstakbel başbakanımızı ünlü bir akademisyene benzetmekse. Edward Said’in azılı hısımı, oryantalist Bernard Lewis, Ahmet Davutoğlu’na benzetmeye çok daha uygun, hem de bir ‘Türk dostu’ (‘Türkiye üzerine oynanan oyunların’ farkında yani!). Türkiye modernleşmesi konusunda resmi tarihin benimsediği birçok anlatıya şekil veren, Ermeni Soykırımı’nın uluslararası reddiyecileri arasında ismi en ön sırada zikredilen, Ortadoğu ve Müslümanlar hakkında yazdıkları, Amerikan neoconları ve İsrail şahinleri arasında pek popüler olan, dahası kendisi de Amerikan hükümetlerine bilfiil danışmanlık yapmış, Türkiye’nin yanı sıra bir de ‘İsrail dostu’ olarak bilinen Lewis, ürettiği akademik bilgiyi iktidarın hizmetine sunmak konusunda Davutoğlu’na oldukça benziyor” diye konuştu.
Mehmet Kentel’in Agos’un bu haftaki sayısında yer alan, “Davutoğlu Türkiye’nin Said’i değil, Bernard Lewis’i olur” başlıklı yazısı şöyle:
Türkiye Cumhuriyeti’nin müstakbel başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun siyasi, entelektüel ve insani özelliklerine övgü turları, organik aydın cenahında tam hız devam ediyor. Yeni başbakanın gözündeki yerlerini sağlamlaştırmanın ötesinde, eski başbakanın/yeni cumhurbaşkanının insan tartma becerilerine de aşkın bir muktedirlik yüklemeye yarayan bu güzellemelere son olarak Orhan Miroğlu iştirak etti. Yazar 25 Ağustos’ta yayınlanan yazısında hızını alamayarak Ahmet Davutoğlu’nu, meşhur Filistinli düşünür, merhum Edward Said’e benzetti. Malum, Said’in entelektüel dünyamıza bıraktığı en büyük iz, oryantalizm/şarkiyatçılık eleştirisidir. Miroğlu da, yazısının orta yerinde birden bire Davutoğlu’nun oryantalizme karşı savaşan bir kahraman olduğunu muştulayıp, “Bizim Edward Said’imizdir Davutoğlu” diye buyuruyor. Üstelik yazardan öğrendiğimize göre, Davutoğlu ‘Said’den bile daha Said’ bir kimse, zira merhumdan farklı olarak “inançlarını... siyaset alanına taşımayı denemiş, ‘elini taşın altına’ koymuş…”
Bu yazıda, o sıkıcı görevi üstleniyor ve malumu ilâm ediyorum: Hümanist, postyapısalcı, seküler, anti-emperyalist, teorisyen, İngiliz edebiyatı eleştirmeni ya da direnişçi, Said’in birbiriyle zaman zaman çelişen ve bu çelişkileriyle zenginleşen sıfatlarından hangisini alırsanız alın; neo-Osmanlıcı, Pan-İslamist, pragmatist, realpolitikci ve muktedir gibi, yine zaman zaman çelişen sıfatlara haiz Davutoğlu’na varamazsınız. Eğer varabildiğinizi iddia ediyorsanız, bu Said’e ya da Davutoğlu’na dair değil, kendi zihninize ve içinde yazmakta olduğunuz entelektüel ortama dair ipuçları verir.
Nitekim yüzeysel oryantalizm eleştirisi, ta 80’lerin başında Suriyeli düşünür Sadik Jalal al-‘Azm’ın uyardığı üzere, Ortadoğu toplumlarındaki otoriter, yabancı düşmanı, garbiyatçı, ‘tersten oryantalist’ söylemlere ‘derinlikli-ymiş gibi’ bir meşruiyet kazandırmaya devam ediyor. Türkiye’deki iktidar bloğu ve onun organik cemaatinin özellikle Gezi’den beri topyekûn sarıldığı komplo teorileri, Said ve ardıllarının eleştirilerindeki tüm incelikleri kaçırarak, oryantalizm kavramını, ‘havaalanı inşaatına komplo kuran yabancı gizli servis’ sakilliğinde kullanıyor, panzehir olarak ‘Türkiye’ye kurulan tuzakların farkında olmak’ öneriliyor.
Miroğlu’nun Davutoğlu’nu Said üzerinden güzellediği yazısı da, Batı ve Doğu’yu birbirinden ayrı ve bütünlüklü, ‘karşılaşmalar yaşayan’ iki ayrı dünya olarak göstererek, en hasından oryantalist bir çerçeve içinden konuşuyor; tıpkı oryantalizm kavramını yamandıkları iktidarın sofrasına meze eden diğer tüm Ortadoğu entelektüelleri gibi.
Böyle olunca, neo-emperyal hayallerini asla saklamayan, ‘büyük devlet geleneğinin restorasyonu’nu en büyük amacı olarak takdim eden Ahmet Davutoğlu, hayatını emperyalizmi eleştirerek geçirmiş Edward Said’le bir tutulabiliyor. Dahası var, 28 Şubat sürecinin doruğunda Harp Akademilerinde ders veren Davutoğlu, siyasete atıldı, ‘elini taşın altına koydu’ diye, akademik kariyerinin doruğundayken eline gerçek bir taş alıp İsrail tanklarına fırlatan, Filistin özgürlük mücadelesinde 20 sene boyunca aktif biçimde rol oynamış, Yasser Arafat’a danışmanlık yapmış Said’e yeğ tutuluyor. AKP iktidarının, soykırımcı Ömer El Beşir’le önce kardeşi sonra kanlısı Beşar Esad’la, Irak İşgali öncesi kan parası pazarlığı yaptığı George W. Bush’la, Avrupa’da neoliberal, göçmen karşıtı ve bittabi oryantalist ne kadar sağcı iktidar varsa hepsiyle bir dönem dost olmak suretiyle ilmek ilmek dokuduğu diplomasinin mimarı olan Davutoğlu; Oslo sürecinde yürütülen pazarlıkları kabul edilemez bulduğu için 90’ların başından itibaren Arafat’ın danışmanlığını bırakan ama Filistin davasını asla bırakmayan Said’den daha başarılı bulunuyor.
Bu –büyüğümdür, bağışlasın – utanmaz yakıştırmadan çok daha iyisini önerebilirim aslında Miroğlu’na, eğer derdimiz müstakbel başbakanımızı ünlü bir akademisyene benzetmekse. Edward Said’in azılı hısımı, oryantalist Bernard Lewis, Ahmet Davutoğlu’na benzetmeye çok daha uygun, hem de bir ‘Türk dostu’ (‘Türkiye üzerine oynanan oyunların’ farkında yani!). Türkiye modernleşmesi konusunda resmi tarihin benimsediği birçok anlatıya şekil veren, Ermeni Soykırımı’nın uluslararası reddiyecileri arasında ismi en ön sırada zikredilen, Ortadoğu ve Müslümanlar hakkında yazdıkları, Amerikan neoconları ve İsrail şahinleri arasında pek popüler olan, dahası kendisi de Amerikan hükümetlerine bilfiil danışmanlık yapmış, Türkiye’nin yanı sıra bir de ‘İsrail dostu’ olarak bilinen Lewis, ürettiği akademik bilgiyi iktidarın hizmetine sunmak konusunda Davutoğlu’na oldukça benziyor.
Said, Bernard Lewis’in eleştirilerine cevaben The New York Review of Books’ta 1982’de yazdığı yazıyı , “[dönemin Batı Şeria Valisi] Menahem Milson’la Lewis’in Filistin sorununun geçmişi ve arzu edilen geleceği hakkındaki görüşlerindeki benzerlik ürpertici. Milson’ın bu fikirleri hayata geçirebilmek için elbette Batı Şeria’sı, Gazze’si, Lübnan’ı ve General Şaron’un tanklarıyla jetleri var. Lewis’in hareket alanı ise bunların akademideki karşılığı...” diye bitirir. Filistin’in geçmişi ve geleceği hakkındaki fikirleri bir olmayabilir, ancak tankların-jetlerin realpolitik’iyle kadim devlet geleneklerinin restorasyonunu önce akademide, sonra da siyaset sahnesinde temsil eden Davutoğlu için de bu tanım hiç de isabetsiz gözükmüyor.
Son olarak, yine Said’den alıntılayarak bitirelim. ‘Kültür ve Emperyalizm’ (1993) kitabının girişinde, “Otoriteye dair gizemli ya da doğal hiçbir şey yoktur” diye yazar Said ve devam eder, otoritenin nasıl oluşturulduğunu, nasıl yayıldığını, nasıl araçsallaştırıldığını, ikna edici olduğunu, doğru olarak ilan ettiği fikirlere nasıl da yapışık olduğunu anlatmaya. Davutoğlu’nun, Erdoğan’ın ya da AKP’nin otoritesinde de, Miroğlu ve onun gibi “Neden Davutoğlu?” başlıklı yazı yazan onlarcasının iddia ettiğinin aksine, “doğal” ya da “gizemli”, aşkın hiçbir şey yok. Aynı Said’in söylediği gibi, üstelik, bu otorite Miroğlu gibilerinin “doğru” diye muştuladıklarından bağımsız düşünülemez. O yüzden, diyorum, sıkıcı da olsa malumun ilâm edelim: Bol referanslı, akademik payeli Türkiye Cumhuriyeti müstakbel başbakanı, mazlumların, direnişçilerin ve muhalif entelektüellerin ‘hemderdi’ Edward Said’e değil, devletlerin, muktedirlerin dil ortağı Bernard Lewis’e benziyor. Sevenlerinin de bununla barışık olarak sevmelerinde ve Said gibi isimleri rahat bırakmalarında fayda var.