Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fikret Bila, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun gazetelerin genel yayın yönetmenleri ile yaptığı toplantının ayrıntılarını yazdı. Bila yazısında, “Başbakan Davutoğlu, siyasette ve toplumdaki kutuplaşmayı değerlendirirken, ‘Ben yumuşamadan yanayım’ derken Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’nin söylem ve tutumlarını eleştirdi. ‘Ben Kılıçdaroğlu’nu tebrik ettim ama o beni tebrik etmedi. Meclis Genel Kurulu’nda Bahçeli’nin elini sıktım ama o benim gerçek Başbakan olmadığımı söyledi’ dedi ve ‘Bahçeli’nin şahsi nezaketini siyasi nezakete yansıtmasını bekliyorum’ diye ekledi” ifadelerini kullandı.
Fikret Bila’nın Milliyet’te “Hedef evrensel demokrasi” başlığıyla yayımlanan (15 Eylül 2014) yazısı şöyle:
Başbakan Ahmet Davutoğlu, Dolmabahçe’deki ofisinde gazetelerin genel yayın yönetmenleriyle bir araya geldi. Davutoğlu; Başbakan yardımcısı Yalçın Akdoğan, Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı ve Genel Başkan Yardımcısı Beşir Atalay’ın da hazır bulunduğu toplantıda gündemdeki konulara ilişkin soruları yanıtladı.
Ahmet Davutoğlu, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ve MHP lideri Devlet Bahçeli’ye seslenerek “Muhatabınız artık benim, Cumhurbaşkanı değil. O siyaset ve partiler üstü bir konumda” dedi.
Başbakan Davutoğlu, siyasette ve toplumdaki kutuplaşmayı değerlendirirken, “Ben yumuşamadan yanayım” derken Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’nin söylem ve tutumlarını eleştirdi. “Ben Kılıçdaroğlu’nu tebrik ettim ama o beni tebrik etmedi. Meclis Genel Kurulu’nda Bahçeli’nin elini sıktım ama o benim gerçek Başbakan olmadığımı söyledi” dedi ve “Bahçeli’nin şahsi nezaketini siyasi nezakete yansıtmasını bekliyorum” diye ekledi.
Davutoğlu, Türkiye’nin en büyük sorunlarından birinin çözüm süreci olduğunu da vurguladı. Bu sürecin provokasyonlara kurban edilmemesi gerektiğini söyledi.
Başbakan Davutoğlu’nun gündemdeki konulara ilişkin görüşleri şöyle:
“CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu ve MHP genel başkanı Bahçeli’nin muhattabı artık benim, Cumhurbaşkanı değil. Cumhurbaşkanı artık siyaset üstüdür. Partiler üstüdür. Muhalefetin siyasi muhatabı Başbakan’dır.”
“Son bir aydır; Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra kutuplaştıran tavırlar kimlerden geldi? Sayın Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçildikten sonraki söylemine baktığınızda kutuplaştıran türden bir tartışmanın parçası olacak bir söylemi olmadığını görürsünüz. Cumhurbaşkanı törenine kim gelmedi? Sayın Kılıçdaroğlu gelmedi. Meclis Genel Kurulu’ndaki tören öncesinde elindeki tüzüğü kim Meclis Başkanı’na fırlattı? O an ben çok üzüldüm. Hatta bir ara gidip yerdeki tüzüğü almayı, Meclis Başkanı’na götürmeyi bile düşündüm. Cumhurbaşkanı sayın Erdoğan, “Herkesle konuşmaya hazırım” dedi. Yaklaşımı bu oldu. Cumhurbaşkanı Kıbrıs’a gitti. Her partiden milletvekili çağırdı ama CHP’liler gelmedi. Cumhurbaşkanı ve makamının tartışma konusu yapılmaması lazım. Ben yumuşamadan yanayım. Bizden kitap fırlatan çıkmaz.”
“Cumhurbaşkanı herkesle konuşmaya hazırım dedi ama ana muhalefet lideri Kılıçdaroğlu savaş dışında konuşmam dedi. Ana muhalefet liderinin Cumhurbaşkanı ile konuşması için savaş mı lazım?”
“Ben genel kurulda Sayın Devlet Bahçeli’nin yanına gittim ve törene katıldığı için elini sıktım ama o sonra benim gerçek başbakan olmadığımı ima eden konuşmalar yaptı. Ben Sayın Bahçeli’nin şahsi nezaketini biliyorum. Gerginliği okuduğu metinlerden çıkıyor. O metinleri yazanlar nasıl yazmışlarsa öyle okuyor. Bahçeli’nin şahsi nezaketi siyasi nezakete de yansımalı. Bizlere saygı göstermeyenler bizden saygı bekleyemezler.”
“Ak Parti’ye genel başkan seçildim, Kılıçdaroğlu beni aramadı. Başbakan oldum yine aramadı, tebrik etmedi. O CHP’ye yeniden genel başkan seçildi, ben aradım, tebrik ettim.”
“Önümüzdeki güçlü engelin ikisini aştık. Şimdi önümüzde 2015 seçimleri var. Genel Başkan adayı olarak adımın anılmasıyla birlikte arkadaşlarımla çalışmaya başladık. 10 gün içinde bitirdik. 1 Eylül’de programımızı sunduk. Çalışmalar sırasında iki eğilim vardı:
Birincisi 61. hükümetin devamıyız, sekiz aylık bir program yapalım. İkincisi ise daha uzun vadeli, 2014-2015’i içeren bir program yapalım. Benim düşüncem 2023’ü hedefleyen bir hükümet programıydı. Hükümet 2023’e kadar devam edecekmiş gibi program yapmaktı. Tabii icra çalışmaları sekiz aylık gibi olabilirdi. Kimse sekiz ay sonra bir türbülans beklemesin. İlk hedefimiz 2015’e kadar yürüyen projeleri devam ettirmek. Sekiz aylık bir seçim hükümeti değiliz. Yeni Türkiye tabirinin içini dolduracak çalışmalar yapacağız.”
“IŞİD’in kaçırdığı ABD’li gazeteciler kaç aydır oradaydı ama ABD basınına yansımadı, aileleri konuşmadı. Onlardan konuşmamaları istendi, en küçük bir açıklama hayatlarına mal olabilirdi. Kerry bana ABD’li gazetecilerin kaçırıldığını söyleyeli bir yıldan fazla oluyor. Ama ABD basınında çıt çıkmadı. Bizdeyse neredeyse rehinelerin nerede olduğunu gösteren haberler yapılıyor. Bu etik açıdan doğru değil.”
“Küçümsemek için söylemedim, sakın yanlış anlaşılmasın. Adnan Menderes’in yolla anılması kötü bir şey değil, devrim mahiyetindeydi. Ya da Demirel’in barajlarla anılması veya Özal’ın liberal ekonomiyle. Cumhurbaşkanımız (Erdoğan) milli iradenin egemen kılınmasıyla anılacak. Bizim eğer 2023 vizyonu da içinde olarak anılmamız soruluyorsa; evrensel ölçekte demokrasi ve dış politika anlamında da Türkiye’yi küresel bir güç haline dönüştürmek. Hedefimiz bu.”
“Türkiye 14-15 yıl önceki dönemde değil. 3. köprü inşaatını gezdim, gurur duydum. Oradaki yetkililer bana, üçüncü köprü için ‘Bu 21. yüzyılın eseri. Bundaki özellikler 2. ve 1. köprüde yok’ dediler. Büyük yatırımları söz verildiği tarihte, hatta daha öncesinde bitirmeyi hedefliyorlar. Türkiye dünyanın su altından geçen en derin tünelini yapıyor. En geniş köprüsünü, en büyük havalimanını yapıyor. Bu yatırımlar 14-15 yıl önce yapılacak denseydi, bu adam hayal görüyor derlerdi. Şimdi gerçekleştiğini görüyoruz ve heyecanını duyuyoruz.”
“Türkiye, Ak Parti iktidarında çok büyük sıçrama gerçekleştirdi. AK Parti iktidarının ilk 5-6 yılı reformcuydu, sonra durdu eleştirisi yapıldı. Ama bu doğru değil. Bunun söyleyenlere ‘Gelin bir karne çıkaralım’ diyorum. Örneğin gerçek demokratikleşme son 3-4 yılda yapıldı. Asker sivil ilişkilerine bakalım. 2007’de e-muhtıra vardı. Son Cumhurbaşkanlığı seçimiyse demokratik bir ortamda gerçekleşti. Gayrimüslimlere mülkiyet hakları daha geçen sene verildi. Başörtüsü yasağı daha yeni kalktı. Türkiye’de reformlar durmadı, durmayacak. Hala kat edilecek mesafe var. İkinci atılım dönemine giriyoruz. 90’lı yıllarda dünyada ekonomi ve demokrasi genişliyordu, bizdeyse daralıyor. 2000’li yıllarda ise özellikle 11 Eylül olayından sonra dünyada ekonomi ve demokrasi daraldı. Bizdeyse genişledi. Bu genişleme devam ederken Gezi Olayları sürecinde Türkiye’nin dış algısı negatif yansıtılmaya çalışıldı. Türkiye’yi IŞİD ile özdeşleştiren izlenim yaratılması için çaba gösterildi. Arkasından 17-25 Aralık operasyonları geldi. Gezi’de oluşturulan algı, pekiştirilmeye çalışıldı. Öyle bir atmosfer oluştu ki, her an Türkiye’de bir kaos olacakmış, bir hükümet sorunu yaşanacakmış gibi hava verildi. ‘Dönemin Başbakanı’ gibi ifadeler kullanıldı. Önümüzde 3 kritik seçim vardı. Bunu engelli bir yarışa çevirdiler. 30 Mart seçimlerinde Ak Parti, yüzde 30’da kalacak dediler. Öyle olsaydı nasıl bir Türkiye olurdu? Erken seçime gidilirdi, ne çıkardı? Türkiye kazanımlarını nasıl korurdu? Dinlemelerle yaratılan ortamı, dış işlerinin dinlenmesi olayını, MİT olaylarını hatırlayın.
Sonra Cumhurbaşkanı seçimleri geldi. Çatı aday çıkardılar. Çatı aday, ne yapabiliriz de Erdoğan’ı durdurabiliriz diye çıkarıldı. Türkiye’yi bir geçiş dönemine, bir türbülansa sokmak istediler.
Cumhurbaşkanlığı seçimini kazandıktan sonra bu sefer Ak Parti içinde ne olacak, sorusunu ortaya attılar. Cumhurbaşkanı Gül ne yapacak, sorusunu gündeme getirdiler. Ama onların beklediği hiçbir şey olmadı. Benim ismim üzerinde uzlaşıldı. Türkiye Cumhurbaşkanı ve Başbakan değişimini yaptı. AK Parti Genel Başkanı’nı seçti, MYK’sında değişiklikler yaptı. Oysa ANAP iktidarı döneminde genel başkan değişiminde Türkiye’nin kazanımları geri gitmişti. Ardından gelen Demirel dönemi Türkiye’yi 28 Şubat’a kadar götürdü. Bizim ise AK Parti olarak kriz yönetimi kapasitemiz var. Bu sayede hükümet ve parti değişikliği sorunsuz gerçekleşti.” “İster Bizans’tan itibaren, ister Türk tarihinden itibaren deyin Türkiye Cumhurbaşkanı değişimini suhuletle yaptı. İki arkadaş arasında devir teslim gerçekleşti. Bu konu kriz olmaktan çıktı. Şenliğe dönüştü. Sonra da hükümet görevi bana verildi. Hiçbir sıkıntı yaşanmadı. Bu AK Parti’nin kurumlaştığını gösteriyor.”
“Ben görevi aldıktan sonra saat 3-4’e kadar Başbakanlık’ta, sonra partide çalıştım. İki yeni mekanizma kurduk:
1- Çözüm süreci
2- Ulusal güvenlik
15 günde bir takip edilen süreçlere döndük.
Suriye’de uçak düşürülmesi olayında olduğu gibi hemen karar verilecek konuların iyi izlenmesi için böyle bir mekanizma oluşturduk. Daha düzenli toplantılar haline getirdik. Toplantı günü olarak çarşamba gününü belirledik. Bizde perşembe devlet günüdür. Cumhurbaşkanı ile paylaşımlar yapılır, arzlar yapılır. Ortak aklın konsovide yapılması sağlanır.”
Davutoğlu Türkiye’nin son 50 yılda yaşadığı en önemli sorunlardan birinin Kürt sorunu olduğunu belirterek çözüm süreciyle ilgili şu değerlendirmeyi yaptı:
“Son 30 yıldır yoğunlaşan ama demokrasiye geçtiğimizden bu yana hatta kökenlerine gidersek 100 yıldır devam eden en önemli sorunlardan biri budur. Vatandaşlık ile tarihdaşlık bağını kurup aidiyeti güçlendirmek gerekir. Biz küçülmüş bir imparatorluğun üzerine kurulduk. Bir harman oluştu. İstanbul’un 100 seneki önceki toplumsal yapısı çok farklıydı. Bugün çok farklı. Süreç içinde aidiyet duygusu zayıflayan gayrimüslümler koptu. Eşitlikçi vatandaşlığı yerleştirerek tarihten gelen dokuyu güçlendirmek lazım.”
“Tarihten Müslüman bir toplum geliyor ama siz başörtüsünü yasaklarsanız; Diyarbakır Cezaevi’nde insanlara sırf etnik kimlikleri nedeniyle dışkı yedirirseniz kopuş başlar aidiyet zayıflar, terör çıkar. Kopuşlara tarihi parantez diye bakacağız ve aidiyeti tekrar tahkim edeceğiz. Önemli olan insanların bu devletin parçası olmaktan mutluluk, bu toplumun parçası olmaktan gurur duyuyorum diyebilmeleridir. Biz şunu söyledik; sizi düşman görmüyoruz, iç tehdit üzerine bir politika kurmuyoruz. Ben 2007’de akademik hayatıma dönecektim. Dağlıca baskını olunca siyasette kaldım. Çünkü Türk - Kürt savaşı çıkacak endişesi vardı. Kuzey Irak’la gerginlik vardı. Parti kapatma davasına gidecek bir tirbülans vardı. 2008 Şubat’ında sınır ötesi harekât yapıldığında ben Bağdat’taydım ve Barzani ile görüşüyordum. Sonra nereye gelindi? Oslo süreci başladı. Hakan Fidan vardı. Ama o süreç sabote edildi. Sonra Beşir Atalay çabaları vardı. Habur olayları oldu, provokasyon oldu.”
“7 Şubat’ta MİT müsteşarımızla ilgili olayın arkasında da yine çözüm süreci var. Bu süreci istemeyenler var. Buna rağmen aldığımız mesafe olağanüstü. Bugün Irak ve Suriye’de etnik çatışmalar yaşanıyor. Şu anda Orta Doğu ülkelerinde tek bir başarı hikâyesi vardır. O da Türkiye’nin yürüttüğü çözüm sürecidir. Düşünün ki Türkiye’de Kürt hareketinin önemli ismi (Selahattin Demirtaş) Cumhurbaşkanı adayı oldu. Seçilirse bütün Türkiye’nin Cumhurbaşkanı olmaya adaydı. Ve Selahattin Demirtaş, Türkiye’nin her yerinden oy aldı. Oysa Celal Talabani, Irak’ta Basra’dan Musul’dan hiç oy almadı. Diyarbakır’da bir konuşma yapmıştım. Çok hızlı akan bir derede karşıya doğru yüzmeye çalışıyorsunuz, sizi sürüklüyor. Yarıya geldiğinizi düşündüğünüzde karşıya geçmek için kulaç atarsınız. Çözüm sürecinde yüzmeye başladık. Derenin debisi giderek arttı. Ama yarıyı geçtik, geriye dönüş yok.”
“Şimdi adım atma vakti. Bu adımların biri silahsızlandırma, diğeri toplumsal entegrasyon sağlama, diğeri şiddeti engelleyecek önlemler alma.
Kamu düzeniyle çözüm süreci alternatif değildir. Çözüm süreci var diye kamu düzeni bozulamaz. Çözüm süreci olacak ama sen çocukları bilinmez bir geleceğe doğru kaçıracaksın, bu olmaz.”
“Bu süreçle ilgili olarak” Asker sivil arasında bir bilgi farkı yoktur. Genel Kurmay Başkanı’yla üç kez görüştüm. Akışla ilgili bilgi konusu olsun, diğer konular olsun, kamuoyuna aynı mesaj verilmeli. 2007’den bu yana büyük zorluklarla yürüttüğümüz çözüm sürecini herhangi bir provokasyona kurban vermemeliyiz.
(Öcalan’ın durumu ve özerklik çerçevesine ilişkin soruya yanıt olarak) Detaylara girmeyelim. Ama dikkat edilirse söylem bile değişti. Rahmetli Özal, konuşulabilir dediğinde neler söylendi ama ülke bölünmedi. Atılacak adımlar konusu çok komplike değil.”
Başbakan Davutoğlu, Türkiye’nin atması gereken en önemli adımların başında yeni bir anayasa geldiğini, iktidarları döneminde askeri vesayetin belirlediği alanda siyaset yapma alışkanlığını değiştirdiklerini ve bu bağlamda “prangayı kırdıklarını” vurgulayarak şu değerlendirmeyi yaptı:
“Türkiye iyi bir anayasayı 2011’den sonra yapabilmiş olsaydı, birçok sorunu yaşamazdık. Anayasa toplumsal bir mutabakattır. 2015’ten önce yapabilsek tabii çok iyi olur. Bu olmazsa sonra da yapılabilir. Şu anda anayasa komisyonunun üzerinde anlaştığı 60’tan fazla madde var. Muhalefet gelsin, bunları çıkaralım. Biz buna hazırız. 1 Ekim’de meclis açılacak. Kurban Bayramı’ndan sonra geçirelim derlerse bunları meclisten geçiririz. Herkes elini taşın altına koysun. Anayasa değişikliği takip edilmiş olur. Şu andaki anayasanın en büyük eksikliği halkına güvenmemesidir. Anayasayı yapanlar halkına güvenmediği için her şeyi yazılı hale getirmişler. Oysa toplumun geldiği aşama anayasayı aştı. Dar geliyor. 12 Eylül’ün yaptığı hatayı biz yapmamalıyız. Hiç kimseye yenilmişlik duygusu hissettirmeyecek bir anayasa yapmamız lazım. Bunun iki temel özelliği siyasal özgürlük ve temel insan hakları olmalıdır. Anayasa devlet nasıl korunur diye başlamamalı. Devlet milletini nasıl korumalı diye başlamalı. Daha önce de söylediğim gibi ‘Amir olan millettir, memur olan devlettir’. AK Parti’nin yaptığı en büyük devrim, ‘Millet tercih yapabilir ama yanlış yapabilir, genellikle de yanlış yapar’ zihniyetini yıkmış olmaktır. Eski zihniyette Başbakanlara ve siyasilere söylenen şuydu. Siz yol yapabilirsiniz, tarımla uğraşabilirsiniz, kalkınmayla uğraşabilirsiniz ama güvenlikle, istihbaratla, hariciyeyle, eğitimle, uluslararası makroekonomiyle uğraşamazsınız. Size çizdiğimiz bu alanda oynayabilirsiniz. Bu kanaati yıktık, değiştirdik. Biz bu prangayı kırdık. Sayın Erdoğan’a sandık her şey değil derken kastettikleri bu eski zihniyetin çizdiği çerçeveydi yoksa katılımcı demokrasi değildi. Artık kararları Başbakan veriyor. Hesap da Başbakanlara soruluyor.”
“Hesap sorulanla yetki sahibinin aynı olması gerekiyor. Eskiden olduğu gibi elini omuzlarına götürüp apolet işareti yapan Başbakan yok. (Eski başbakan Mesut Yılmaz’ı kastediyor.) Bu vesayet kalktı. Başbakan’a sen git Anadolu’yu dolaş, ter dök gel ama ben bir yapı içinde örgütleneyim benim dediklerimi yap, denemez. Bu da vesayettir.
Anayasa Cumhurbaşkanı’na fren yetkisi veriyor. Bu freni Evren, Özal’a yaptı. Demirel, Erbakan’a yaptı. Şimdi bu da kırıldı. Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan ile bizim aramızda böyle bir problem olmaz. 2007’ye kadar biz gerçek iktidarı hissedemedik. Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, kendi müsteşarını tayin ettiremedi. Böyle bir sistem vardı.”