Edirne'de tutuklu bulunan HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Mardin 1’inci Asliye Ceza Mahkemesi’nde hakkında açılan davada, ses ve görüntülü bilişim sistemi (SEGBİS) aracılığıyla verdiği ifadede, Türkiye’de ağır aksak işlese de güç ayrılığının esas olduğunu belirterek "Hiç bir erkin diğer erkin üzerinde kontrol vasfı oluşturma hakkı yoktur. Parlamentoda şu anda görev yapan milletvekilleriyle aramızda dokunulmazlık vasfında zerre kadar fark yoktur. Milli irade temsil yetkimiz zorla elimizden alınmıştır" dedi.
Doğan Haber Ajansı'ndan (DHA) Ferit Aslan ve Ahmet Ün'ün haberine göre, hakkında Diyarbakır’da açılan soruşturma nedeniyle bir süre önce tutuklanan HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, bulunduğu Edirne F Tipi Cezaevi’nden SEGBİS sistemiyle Mardin’de hakkında açılan tutuksuz yargılanacağı davanın duruşmasına katıldı. Demirtaş hakkında 3 Şubat 2016 tarihinde Mardin’de yaptığı bir konuşmada, 'Türklüğü, Cumhuriyet’i ve TBMM’yi alenen aşağılamak’ suçundan 1’inci Asliye Ceza Mahkemesi’nde açılan davanın ilk duruşmasına HDP Milletvekilleri Osman Baydemir ve Meral Danış Beştaş tanık olarak; avukatları ile HDP milletvekilleri Mehmet Ali Aslan ve Ali Atalan ile DTK Eş Başkanı Leyla Güven izleyici olarak katıldı.
Kimlik tespitinden sonra söz alan avukatlar yargılamanın anayasaya aykırı olduğunu ve müvekillerinin halen dokunulmazlıkları bulunduğunu belirterek, yargılamanın durdurulmasını ve dokunulmazlığın kaldırılmasıyla ilgili düzenlenmenin anayasaya aykırı olup olmadığının, Anayasa Mahkemesi’ne sorulmasını istediler.
Avukatların bu talebi reddedilirken, SEGBİS sistemiyle savunma yapan Demirtaş, 1700 kilometre uzaklıkta ve kısıtlı imkanlarla, adil bir yargılamanın olamayacağını ifade ederek, şunları söyledi:
İddianamedeki konuşma bana aittir. Birkaç yerde deşifre ve yazım hatası vardır. “Halk birlikleri” olarak yazılan yer, “halkın birlikteliği” şeklindedir. Türklüğü, Cumhuriyeti ve Meclis’i alenen aşağıladığım iddia edildi. Ancak hangi cümlelerimle bunu yaptığım belirtilmiyor. Konuşmamın hiçbir yerinde hakaret yoktur. Meclis’i eleştiren ya da aşağılayan, ima yoluyla bile, bir tek cümle bile geçmiyor. Konuşmam baştan sona, Ahmet Davutoğlu başkanlığındaki hükümete eleştiri ve çağrı mahiyetindedir. Dolayısıyla, şu aşamada aslında beraat kararı verilmesi gerekir.
Dokunulmazlığım ve diğer milletvekillerinin dokunulmazlığı, Cumhuriyet tarihinde ilk defa yapılan bir uygulamayla kaldırıldı. Ben parlamentodaki üçüncü büyük partinin Eş Genel Başkanı ve Grup Başkanı’yım. Dokunulmazlık tartışmaları günlerinde de görüşlerimizi ifade etmiştim, burada da tekrarlamak istiyorum.
Dokunulmazlıkların böyle kaldırılması hem Anayasa’ya aykırıdır hem de yargılanmamızı imkansız kılmaktadır. Dokunulmazlık 20 Mayıs'tan öncesi için kaldırılmıştır. O dakikadan sonra dokunulmazlıklar devam etmektedir. Daha önceki uygulamalarda dönem sonuna kadar kaldırılırdı. Bizim hükümete teklifimiz, dokunulmazlıkların 550 milletvekilinin tamamını kapsayacak şekilde, dönem sonuna kadar kaldırılması yönündeydi. Dokunulmazlıkların o şekilde kaldırılmasının doğru olmadığını söylemiştik. Ben de dahil, bütün milletvekillerinin mutlak dokunulmazlıkları, 20 Mayıs’tan sonra olduğu gibi devam etmektedir. Yani, dokunulmazlık geleceğe doğru değil, geçmişe doğru kaldırıldı. Yargılanmada bir çekinceye sahip değiliz. Tam tersine, adil bir yargılanmayla hakkımızdaki iddialardan kurtulmak istiyoruz. Parlamentoda şu dakikada görev yapan milletvekilleri ile benim aramda dokunulmazlık yönüyle zerre kadar fark yoktur. Mahkeme beni ancak 20 Mayıs’tan öncesi için yargılayabilir. Çünkü şu anda mutlak dokunulmazlığım devam ediyor. 20 Mayıs’tan sonra dokunulmazlık zırhı olduğu gibi korunmaktadır. Burada, yargı mercilerinin kendi hakkını korumaya çalıştığını görüyoruz. Ama aynı şekilde, devletin 3 temel erkinden biri olan yasama erkinin bir temsilcisi olarak benim de yasama hakkımı koruma hakkım vardır. Yargı erki, yargılanma gücü ve etkisini kullanma hakkını, bir yasama üyesinin yasama faaliyetlerine katılma hakkından hangi yasaya dayanarak üstün görmektedir?
Ülkemizde ağır aksak da işliyor olsa, güçlerin ayrılığı ilkesi esastır ve hiçbir erkin diğer erk üzerinde kontrol, soruşturma hakkı yoktur. Ancak şu anda bir yargı erki beni tutuklayarak yasama faaliyetinden fiilen alıkoymuştur. Ha keza mahkemeniz, 20 Mayıs’tan sonra devam eden mutlak dokunulmazlığımı göz ardı etmiştir. Benim milli iradeden gelen haklarım zorla elimden alınmıştır. Söz konusu iddianamedeki konuşmayı yaptığım dönemde, Cizre'de uzun süre devam eden askeri operasyonlar söz konusuydu. Silahlı grupların hendek ve barikat yaptığı, güvenlik güçlerinin de operasyon yaptığı dönemlerdi. Sokağa çıkma yasağının devam ettiği bu dönemde, Cizre'de bir grup sivil yurttaşla ilgili olarak; kendilerinin silahlı gruplara dahil olmadığını, hatta bazılarının, DBP'nin PM üyesi olduğunu, bir binanın bodrum katında mahsur kaldıklarını, oradan çıkmak istediklerini, ancak yoğun ateş nedeniyle bir türlü çıkamadıklarını, bizden yardım talep ettiklerini belirten telefon görüşmeleri yapıldı.
Milletvekili arkadaşlarım durumu bana aktardıklarında Başbakan, İçişleri Bakanı ve Sağlık Bakanı ile görüşmeleri için milletvekili arkadaşlarımı görevlendirdim. Başbakan ile dolaylı, diğer ikisiyle ise yüz yüze görüştüler. Onlar da, gerekenin yapılacağını söylediler. Ambulanslar, sivilleri almak üzere mahalleye doğru harekete geçti. Ancak ambulanslar sokağın girişine yaklaşınca, yeniden yoğun ateşin başladığı bilgisi bize ulaştı. Bu durum birkaç kez üst üste ve 4-5 gün tekrarladı.
Bu sürede milletvekillerimiz, oradaki sivillerden DBP PM üyesi Mehmet Yavuzel ile telefon bağlantısı yaptılar. Bu üçlü bir görüşmeydi. Bir ucunda bakanlık, bir ucunda milletvekillerimiz, bir ucunda Mehmet Yavuzel vardı. Konuşma kayıtları mahkemeye verilecektir. Siviller çıkmak istiyor ama ateş nedeniyle çıkamıyorlardı.
Ben Mardin'de iddianameye konu konuşmayı yaptığımda, o bodrumdaki kişilere 4-5 gündür ulaşamıyorduk. Dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala, milletvekili arkadaşlarıma, “Bizi dinlemeyen güvenlik birimleri var. Ben de tam olarak anlayamıyorum” demişti. Bu gelişmelerden sonra ben Mardin'e geldim ve iddianameye konu açıklamayı yaptım; “küçük bir heyetle ve ambulansla söz konusu sokağa girişime izin verilsin” dedim. Alacağım her insanın da, oradaki adli makamlara geleceğini belirttim. Bu kişiler suçluysa, haklarında adlı işlem yapılsın, değilse serbest bırakılır diye çağrılar yaptım. Dönemin Başbakanı ise, “Orada siviller var mı yok mu bilemeyiz” diye açıklama yaptı. Oysa oradaki sivilleri biz doğrudan bakanlıkla görüştürmüştük.
Dolayısıyla Benim Mardin’deki açıklamam hem hükümete yönelik eleştiridir hem de oradaki insanların canlarını kurtarmaya yöneliktir. Demokratik hukuk devletleri, iç ve uluslararası hukuka bağlı olmak zorundadır. Tam da arkanızdaki yazı bunu ifade etmektedir. Devlet adına hareket eden kamu görevlileri, zaman zaman kanun dışına çıkma hakkına sahip değildir. Sivil yurttaşların oradan sağ salim çıkarılması olanağı varken, açıklamamdan 2 gün sonra İçişleri Bakanlığı’nın, Cizre'de bir binanın bodrum katında 60 teröristin ölü ele geçirildiği açıklaması, işte tam da belirttiğim kaygıların ne kadar haklı olduğunu maalesef ki ispatlamıştır.