Demirtaş: Başkomutanlık yapmam, değişmesi için fikrimi beyan ederim

Demirtaş: Başkomutanlık yapmam, değişmesi için fikrimi beyan ederim

Cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş, “Hemen değişmesi, yeni anayasanın yürürlüğe girmesi için, başkomutanlığın da cumhurbaşkanından alınması için fikrimi beyan ederim. Başkomutanlık falan da yapmam, hiçbir cumhurbaşkanı yapmadı bu güne kadar. Başkomutan edasıyla ortalıkta gezinmem” dedi.

Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi BirGün’den Ömür Şahin Keyif’e konuşan Demirtaş, kazanması halinde Anayasa gereği kendisine verilecek Başkomutanlık unvanının değişmesi için “Fikir beyan ederim” dedi. BirGün’de yayımlanan röportaj şöyle:

 

'Başkomutanlık yapmayacağım'

 

Selahattin Demirtaş, Köşk yolunda, seçim öncesi yoğun temaslarına devam ediyor. HDP Eş Genel Başkanı, buluştuğu farklı kesimlere cumhurbaşkanlığı halinde sergileyeceği tutumu anlatıyor, seçmeni dinliyor, ‘Değişimin adayıyım’ diyor. Her fırsatta rakiplerinin ‘iki aday fakat tek çizgi’ olduğunu savunan Demirtaş’a katıldığı toplantılarda, bölge siyasetinden gelmiş olduğu vurgusu yapılarak, “Türkiye’yi kucaklayıp kucaklayamayacağı” gibi ‘garip’ sorular da soruluyor. Onu çizgisi dışında, iki adaydan ayıran önemli noktalardan biri belki de bu. Demirtaş’la bunu sorarak başladığımız söyleşimizde, Gezi Direnişi’ni, Hrant Dink cinayetini, AKP-Cemaat kavgasını konuştuk. Tutum Belgesi’ni açıkladığı basın toplantısında sorduğumuz soru karşısındaki sorusuna da açıklık getirmeye çalıştık.

 

Başbakan Erdoğan’ın HDP için “Meclis’te bile yer almamalı” sözleri, AKP’nin barış sürecine bakışına yönelik, nasıl bir veri önümüze koyuyor?

Başbakan’ın söylemi 2007’de Parlamento’ya girdiğimizden bugüne asla değişmedi, barış görüşmeleri Başbakan’ın HDP’yi övmesiyle veya saygın bir dille anmasıyla sonuçlanacak bir süreç değil. Biz Başbakan’ı çok rahatsız eden bir partiyiz ve bu barış sürecinin başlamasının da nedenidir. Mücadelemiz onu rahatsız etti. Barış masasına oturtmak, Başbakan’ı öfkelendiren bir şeydir. Ve bizden, rahatsızlığını ifade eden bir üslupla söz etmesi normaldir, çünkü barış süreci Başbakan’ın canı gönülden, inanarak yürüttüğü bir süreç değil. Sanki barış görüşmeleri olduğu için Kürt siyasetçilerin AKP’ye muhalefet etmemesi lazım, AKP’nin de Kürt siyasetçilere iyi davranması lazım, barış görüşmelerinin amacı bu değil ki... Amacı Kürtler başta olmak üzere bütün ezilen kesimlere özgürlük sağlayacak bir yeni anayasaya, kalıcı silahsızlanma ve barışa gitmektir.

 

Bir söyleşinizde ‘Doğu batıyı daha iyi okuyor çünkü batı doğuyu bilmiyor’ demiştiniz. Toplantılarda size, Kürt kimliğinize işaret edilerek “Nasıl Türkiye’nin Cumhurbaşkanı olacaksınız” gibi sorular yöneltiliyor. Bu algıyı değiştirmek neden size düşüyor?

Haksızlığa uğrayan yürütüyor direnişi. ‘Zaten işçi haksızlığa uğramış, üzerine bir de grev sorumluluğu getiriyoruz’ dememek lazım. Dediğiniz doğrudur, toplumsal mücadele için belki haksızlık yaratıyor, ezilen bir de kendini anlatmak zorunda kalıyor ama bu işin doğası da böyledir. Türk’ü veya Kürt’ü anlamayanı ikna etmeden onu da mücadelenin bir parçası haline getirmeden, birlikte yaşam çözümü gerçekleşmiyor. Ya kanlı bir savaşla ayrılmak zorunda kalacaksınız, bu bizim istediğimiz bir yöntem değil, ya da birbirinizi tanıyıp dokunup ikna etmek zorundasınız.

 

“Tabanınızın politik bir yönlendirme yapılmadığında AKP’ye oy vereceğine” dair söylemlerin kendisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Biz tabanımıza “Gidin AKP’ye oy verin” desek de vermeyecekler. Bırakın yönlendirme yapmamayı... Bizim tabanımız AKP’nin dümen suyuna gitseydi, zaten bu kadar bedel ödemeyi göze alıp yanımızda durmaz; AKP gibi rant, çıkar vaat eden bir partinin yanında dururdu. Şimdi paylarına düşense cezaevidir, gazdır, coptur.

 

MHP’li Sinan Oğan “Bu seçim, Demirtaş’ın kişiliğiyle HDP’yi Türkiyelileştirdi. Bu Türkiye için kazanımdır” dedi. Medya bunu “Demirtaş’a övgü” diye verdi, bu bir övgü mü?

Kendisi övme niyetiyle mi yapmış bilemiyorum. Biz HDP’yi Türkiyelileştirmiyoruz, Türkiye’yi HDP’lileştiriyoruz. Çok renkli, sesli, kimlikli, kültürlü Türkiye gerçeğini hatırlatıyoruz. Mevcut haliyle resmi ideolojiye yaklaşmıyoruz.

 

Anaakım içinde yer aldığınız bu süreç, sizi bazı konularda eğip büküyor mu?

Hayır. Beni çok zorlayan eğilip büküldüğüm bir şey yok. Ben bir insan hakları avukatıyım, oradan başladım mücadeleye, dolayısıyla herkesin hakkını savunmak benim için zor değil. Fakat siyaset yine de insan hakları alanından daha sınırlı; bazı dengeleri, konjonktürel gelişmeleri, reel durumları gözetmeniz gereken bir mecra; siyaset daha hesap kitap işi. Ama Cumhurbaşkanlığı seçimi bu hesap kitapları da bir kenara bırakmak için büyük bir fırsat.

 

Kampanyanızda ciddi değişim önerileri var. Cumhurbaşkanlığı makamı buna elverişli mi?

Her şeyi değiştirmek için değil, ama bütün değişimi görünür kılmak, tartışmaya açmak, imkânları, olanakları onun için kullanmak için elverişli. Devletin bir numaralı koltuğu, yeni anayasa tartışmasını yürütmek için çok iyi bir mevzi. İnsan hakları ihlallerini, kadın özgürlüğünü gençliğin gelecek kaygısını, Kürtlerin anadil hakkını, Ermeni Soykırımı meselesini, Alevilerin inanç meslesini, ekoloji sorunlarını görünür kılmak ve devletin bu konudaki politikalarını ya da hükümetin hatalı politikalarını teşhir etmek, halktan yana tavır koymak için uygun bir makamdır. Bütün bunları değiştirme yetkisi cumhurbaşkanında olsa, Tayyip Erdoğan öyle istiyor, ilkelerimize ters olurdu.

 

Cumhurbaşkanı seçilirseniz, Başkomutan olacaksınız. Ordunun her türlü hamlesinden sorumlu olacaksınız. Hazır mısınız?

Anayasa gereği öyle bir konum olacak. Ama sembolik. Hemen değişmesi, yeni anayasanın yürürlüğe girmesi için, başkomutanlığın da cumhurbaşkanından alınması için fikrimi beyan ederim. Başkomutanlık falan da yapmam, hiçbir cumhurbaşkanı yapmadı bu güne kadar. Başkomutan edasıyla ortalıkta gezinmem...

 

HSYK’nin Başbakan’a göbekten bağlı yapısının değişikliği için Meclis’e nasıl telkinleriniz olur?

Cumhurbaşkanı Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun hükümetten, Adalet Bakanı’ndan ve Cumhurbaşkanlığı’ndan bağımsız olması için görüş belirtmeli. HSYK, Hâkimler ve Savcılar olarak iki kurul şeklinde çalışmalı. Adalet Bakanı ya da Müsteşarı kesinlikle doğal üye olmamalı, seçim yöntemi de hükümetin yaptığı gibi şaibeye yol açacak yöntem olmaktan çıkmalı. İsteyen aday olmalı ve bütün yargı mensupları tarafından seçilmeli. Cumhurbaşkanının, başka kurumların atama yetkisi olmamalı. Bütçesi özerk olmalı ve Adalet Bakanlığı’nın vesayeti tümden kaldırılmalı, karar ve açıklamaları Adalet Bakanlığı’nın onayına bağlı olmamalı...

 

Başbakan Hrant Dink davasıyla ilgili ağız değiştirerek, ‘kişiseldir’ dedi. HDP içinde ise “Dink’in katili Ergenekon çetesi” diyen çevreler var. Bu Erdoğan’ın sorumluluğunu azaltmıyor mu?

Hayır, Ergenekon, Ergenekon olarak çalıştığı dönemlerde Başbakan’dan ayrı ya da ona karşı bir çalışma yürütmüyordu. Yine Başbakan’ın bilgisi dahilinde ve Başbakan’ın çıkarına dokunmadığı için birlikte çalışıyorlardı. Sonra Ergenekon tasfiye edildi yerine paralel yapı geldi, onlar da bir müddet Başbakan’la çalıştılar. Sonra yine bir çıkar çatışması oldu, bu kez onlar tasfiye ediliyor. Dink cinayeti işlendiği zaman Başbakan’la derin paralel yapı arasında ilişki vardı zaten. Bu çelişkiler bu derece ortaya çıkmamış veya ayrılık daha gerçekleşmemişti. Başbakan doğrudan siyasi olarak sorumludur bu cinayetten.

 

TÜSİAD’la ilişkileriniz konusunda eleştirildiniz. İşçi sınıfı size neden oy versin?

TÜSİAD’la yan yana gelip ‘Hadi gelin yatırım yapalım’ ya da ‘Fabrika kuralım, emek sömürüsü yapalım’ demedik. TÜSİAD büyük bir sermaye grubu örgütü olarak Kürt sorunu dahil olmak üzere; yeni anayasa mevzularında görüş belirtiyor. Burjuvaziyi temsil eden kesimlerin çözüm sürecine ve demokratikleşmeye katkısı olacaksa bunu radikal bir tutumla reddedemeyiz. İlişkimiz emek sömürüsünün katmerleşmesi ve sürdürülebilir hale gelmesi üzerinden kurulmadı hiçbir zaman. Biz de siyaset yapıyoruz, siyasetçiyiz... Ezilenlerin çıkarına her türlü ilkesel ilişkiyi değerlendiriyoruz.

 

Gösterdiğim refleks istismar edildi

 

Basın toplantısında, size sorduğum soruyla kastım özetle şuydu, “İkinci turda oy vermemenin Erdoğan’a yarayacağı söyleniyor, bu konuda ne düşünüyorsunuz? İkisi arasında neden bir fark olmadığını düşünüyorsunuz?” Bu soru sizi neden rahatsız etti?

Yeni Yaşam Bildirgemiz’in açıklandığı toplantıda uzun uzun ilkelerimizi ve kıymetini anlattım. İki adayın da tek çizgi olarak bu ilkelerin yanından ya da yakınından geçemeyeceğini belirttim. Bu ilkeleri her iki turda da seçimden sonra da savunmaya devam edeceğiz. İlkelerimizi kenara bırakıp herhangi bir adayı desteklemek, ilkeleri dejenere eder, küçük bir çıkar ilişkisine ya da küçük bir bir parti karşıtlığına, Erdoğan karşıtlığına bu ilkeleri kurban etmek anlamına gelir. Cumhurbaşkanlığı’nın birinci turuyla, ikinci turu arasında 15 günlük bir zaman var. Bu sürede bu ilkeleri tümüyle hayata geçiremeyeceğiz herhalde ama toplumda yarattığımız umudun, geleceğe dair heyecanın o 15 gün içinde korunması gerekir. İlkeleri savunmak uğruna risk göze aldık. Biz ilkelerimizi bıraksaydık, biz de iki adaydan birini destekler ve cumhurbaşkanı koltuğuna ortak olurduk, ama biz ilkesizliği savunmadığımız için koltuğu kaybetmeyi göze aldık. Bu çok önemli bir farktır. Dolayısıyla “İkinci turda herhangi bir adayı desteklememek Tayyip Erdoğan’ı desteklemektir” şeklinde bir sonuç bizim bulunduğumuz pozisyonun iyi anlaşılmadığı sonucu çıkarır. Bu soruyu BirGün’ün sorması da şaşırtır beni. Oradaki sorumun, vurgumun nedeni budur. Çünkü BirGün gazetesi ilkeleri uğruna birçok şeyden vazgeçen insanların çalıştığı ve okuduğu bir gazetedir. Dolayısıyla ilkelerden vazgeçmeden, koltuk ya da mevki kaybetmeyi BirGün iyi bilir.

 

Ben de bilirim. Ancak ben geniş kesimlerin merak ettiği düşüncesiyle sordum, sizin oy vermemenizin Erdoğan’a yarayacağı düşüncesini benimsediğim için değil...

Şüphesiz ki... Ben ani bir refleksle gerçekten emin olmak istedim. Bu BirGün’ü küçümseme ya da haksızlık yapma değil tam tersine BirGün bunu en iyi anlayabilecek kesimlerdendir. O anda, o şekilde bir tepki verdim. Kesinlikle hakaret ya da küçümseme gibi algılanmasın, tam tersine BirGün’e atfettiğim kıymetin göstergesidir, savunduğum ilkeleri sahiplenen bir çevredir BirGün.

 

Ancak tavrınız yanlış anlaşıldı galiba, çünkü karalama kampanyasına dönüştü?

Evet, istismar edildi. Ben de arama ihtiyacı hissettim Yazı İşleri Müdürünüzü. Size de selamlarımı gönderdim, umarım ulaşmıştır. Dolayısıyla ilkeler üzerinde bir duruş sergileyen bir gazeteyi ya da muhabirini küçük düşürmek herhalde bizim gibi insanların asla işi olamaz. BirGün’ün de benimle ilgili bir derdi olmadığını çok iyi biliyorum. Benim de BirGün’le ilgili bırakın derdim sorunum olmasını, tam tersine çok yakın hissettiğimi bilmelerini isterim.

 

O polislere emri Başbakan verdi

 

Cemaat-AKP çıkar çatışmalarının ürünü olan adliye manzaralarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Siz Cumhurbaşkanı olsaydınız, ne yapardınız?

17 Aralık operasyonu başladığında cumhurbaşkanı olsaydım, iki şey yapmak isterdim. Birincisi, hükümetin yargıya olan müdahalesini engelleyecek tedbirler almak, ikincisi yargının soruşturma yürütürken siyasi davranmaması için tedbir almak. Devlet Denetleme Kurulu’nu acilen devreye sokardım ve hükümetin yargıya müdahalesini engellemek için sürekli bir heyeti soruşturmanın yakından izlenmesi için görevlendirirdim. DDK’nin bir heyetini de Yüksek Yargı ile yerel soruşturmayı yürüten makamlar arasında gözleme, izleme faaliyetini yapması için görevlendirirdim ki yargı da dosyaları siyasi amaç için kullanmasın, öbürü de yargıyı siyaset üzerinden baskı altına almasın.

 

Bu her iki tarafın birbirini suçladığı dava size göre neyin göstergesi?

Bu durum her iki tarafın da suçlu olduğunu gösterir. Ergenekon davalarında ve soruşturmalarında tutuklanan sanıkların bir kısmı köy yakmalar ve faili meçhullerden sorumlu kişilerdi ve onlara hiçbir şekilde bu sorular sorulmadı. Sadece “Başbakan’a ve AKP’ye yönelik darbe yaptınız mı?” sorusu soruldu. Burada da Cemaat, paralel devlet üyesi olduğu söylenen polislere ‘KCK ya da Ergenekon operasyonunda sahte delil ürettiniz mi, kaç kişiye işkence ettiniz, kaç kişiyi haksız tutuklattınız’ diye sorulmuyor. Bütün operasyonların odağında “AKP’ye karşı geldiniz mi?” sorusu var. Tutuklan polislerin ve emniyet müdürlerinin bazılarıyla ilgili ciddi iddialar var. ‘Ben bizatihi ondan işkence gördüm’, ‘Sorguma girdi işkenceye tanıklık etti’, ‘Dosyamda sahte delil üretti’ diyen kişiler var. Hepsi bu yargılamaya müdahil olmalı. KCK ve Ergenekon operasyonlarında şu anda tutuklanan polislere karşı herkes suç duyurusunda bulunmalı ve müdahil olmalı ama sadece polisleri suçlayarak değil. Aynı dilekçede hem Başbakan hem de bu polisler zanlı olarak gösterilmeli, çünkü o dönem bu polisler Başbakan’dan emir alıyorlardı. Unutmamak lazım.

 

Ahlaki çöküntüyü normalleştirme çabası

 

Yerel seçimde HDP’nin, daha çok muhalefeti eleştiren bir tutum sergilediği konuşuldu. Cumhurbaşkanlığı kampanyanızda AKP’yi daha çok eleştiriyorsunuz. Olumlu dönüşü oluyor mu size?

Yerel seçimler boyunca tam 22 gün 100 civarında miting yaptım, 100’ünde de Başbakan’ı çok sert şekilde eleştirdim...

 

İstanbul Adayı Sırrı Süreyya Önder özelinde böyle bir algı vardı...

O, o zaman başka bir partinin adayıydı; ben BDP Eşbaşkanı’ydım, o HDP adayıydı, belki ona sorsanız daha iyi olur... (Gülüyor) Şaka bir yana, Yerel seçim boyunca da bütün mitinglerde ısrarla altını çizerek hırsızlık, yolsuzluk vurgusunu, çürümüşlüğü ifade ettim ve olumlu tepkiler aldık, şimdi de alıyoruz. Çünkü toplum ahlaksızlığı kabul etmiyor. Ahlaki çöküntüyü toplumda şu anda normalleştirmeye çalışıyor hükümet ve biz bunun yol açacağı toplumsal travmanın farkındayız,  ahlaksızlığı geçerli bir değer olarak benimsemek toplumun sonu anlamına gelir. Toplum bunun farkında olduğu için söylemlerimiz olumlu etki yaratıyor.

 

“Gezi’ye mesafeliyim“ demedim, cımbızladılar

 

 

Kampanyanızda Gezi Direnişi önemli bir yer tutunca, “Hükümeti devirecek, darbeye doğru götürecek bir halk hareketini çıkarabilir miyiz anlayışı vardı. Gezi’ye mesafe koyduk” sözleriniz üzerine konuşuluyor. Gezi’den bu yana, bu konuda, ne değişti sizin için?

Hiçbir şey değişmedi, aynı şeyi düşünüyorum. Herhalde BirGün de bunu yazacak, fakat yine ısrarla birileri başka bir şeye inanmaya devam edecek. Tekrarlayayım, yazılmasını özellikle istiyorum çünkü. Gezi Direnişi’nin başladığı ikinci veya üçüncü gün, Diyarbakır’da basın toplantısıyla destek açıklaması yaptım. Bir gazeteci, “Dün İstanbul’da bazı gruplar, Kürtler’e karşı maddeler de içeren bir bildiriyle herkesi Taksim’e davet etti. Ve bu çevreler ırkçı, darbeci çevrelerdir.” Türk Solu olarak bilinen grupların gençlik yapılanmasının dağıttığı bir bildiri galiba. “Bunlarla Taksim’de nasıl yan yana duracaksınız?” Ben de dedim ki “Taksim’de olacağız, ama darbecilerle, faşistlerle yan yana durmayız. Onların Taksim’e geliş amacı başka olabilir, biz o amaçla yan yana durmak için Taksim’e çıkmıyoruz...” O cümlem cımbızlandı, “Darbecilerle Taksim’de yan yana durmayız” kısmı alındı ve yargısız, sorgusuz 1,5 yıldır “Demirtaş Gezi’ye darbe dedi” deniyor, defalarca açıklamama rağmen. Burada hazin olan durum şudur, bu ‘darbeci’ dediğim kesimler, ırkçılar, yani “Kürtler’in yemeğini yemeyin, Kürt işçi çalıştırmayın” diye bildiri dağıtanlar, kendince Gezi Direnişi’ne katıldılar, fakat Gezi’nin ruhu onların savunduğu ruh değil. Herhalde Gezi Direnişi içinde bulunan kişi ve gruplar da onlarla arasına mesafe koydu. Peki ben mesafe koyduğumu açıklayınca niye sıkıntı oldu? Deniyorsa ki ‘Gezi bütünlük ruhuydu, onlarla da bir arada olmamız lazım’, hayır, Gezi ırkçılarla, faşistlerle bir arada olamaz, aynı şeyi söylüyorum.

 

“Gezi’ye mesafeli duruyoruz” dediniz mi?

Asla “Gezi’ye mesafeli”  demedim, bütün kayıtlar yeniden  incelenebilir, özellikle o basın toplantısı incelenebilir. Bunu, Gezi’ye haksızlık yapılmasın diye açıklama ihtiyacı duyuyorum. Mesele ben değilim, çünkü ben Cumhurbaşkanı adayı değilken de bunları defalarca açıkladım, ‘Bu bana değil, Gezi Direnişi’ne zarar veriyor, Kürtler’in Gezi’nin içinde olması herkesin yararınadır, neden sanki biz dışındaymışızı ispatlamaya çalışıyorsunuz’ diye dostlarımıza anlatmaya çalıştım...