Edirne Cezaevi’nde tutuklu bulunan HDP eski Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, yargılandığı, 33 dosyanın birleşmesiyle oluşturulan ana davasında ikinci gününde Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam etti. Duruşmada, Cizre'de sokağa çıkma yasakları sırasında yaşananlardan bahsederek, "Yaklaşık 120 kişi. En son hepsini yaktılar orada, yaktılar. 2015 yılında. Hitler'in fırınlarından, 1940'lardan söz etmiyorum. Cizre'de oldu bu. Ve siz, açıklamalarımızdan dolayı bizi, terör örgütü yöneticiliğinden yargılıyorsunuz" ifadelerini kullandı. Demirtaş ayrıca "Davutoğlu ve o dönemin bütün siyasi sorumluları halkımız nezdinde, halk vicdanında mahkûm olmuştur" dedi.
Duruşmaya 3. gününde yarın saat 10.00'da devam edilecek
TIKLAYIN - Demirtaş’tan mahkemeye “evrak karartma” suçlaması
"Daha önce de belirttiğim gibi fezlekeye alınan, bana ait olduğu söylenen konuşmalar bütün fezlekelerde olduğu gibi cımbızlama yöntemi ile seçilmiş, birkaç cümle peş peşe getirilerek bir algı oluşturulmuş. Bütün savcıların bizim hakkımızda düzenlediği fezlekelerin, iddianamelerin zaten genel tarzı budur. Sadece bu iddianamede değil, Cumhurbaşkanına hakaret dosyasında ya da başka mahkemelerde açılmış Başbakana hakaret ya da TCK 301’le ilgili dosyaların tamamında konuşmalarımın tamamı ya çarpıtılmış ya da cımbızlama yapılmış. Tabii savcıların bilmeden yaptıkları bir çalışma değil. Aleni bir şekilde çarpıtma, kumpas, kamuoyunu yanlış yönlendirme hatta mahkeme heyetlerini yanlış yönlendirme amaçlı düzenlenmiş iddianameler ve fezlekelerdir. Bu nedenle ben konuşmalarımın tamamını istemiştim, mahkemeniz de bilirkişiye yazdı ve şimdi elimde bilirkişi tarafından çözümü yapılmış ilgili konuşmaların tam metni var. Ben bunu hem okumak istiyorum kayıtlara geçmesi açısından hem de konuşma bana ait mi değil mi ondan sonra yapabilmem açısından. Bilirkişi raporlarını okuyarak savunmama başlamak istiyorum.
"Önümdeki ilk bilirkişi raporu 13.09.2015 tarihinde Lice ilçesinde yapılan konuşmaya ilişkin iki adet CD ve DVD’nin çözüm tutanağıdır. Bu çözüm tutanağına göre bazı bölümlerde benim konuşmama rastlanmamış, konuşmama rastlandığı bölüm şöyle başlıyor. Onu kelimesi kelimesine okumam gerekiyor ki konuşmamın mahiyeti itibariyle ne demek istediğim tam olarak anlaşılmış olsun. Şöyle; Selahattin Demirtaş: Lice’deki miting, otobüsün üzerindeyiz bir görüntü var. Yanımda çok sayıda milletvekili arkadaşım var, on civarında. Bu bir parti mitingi, parti otobüsünün üstündeyiz. Kamuoyuna hitap ediyoruz. (Lice'de yatığı konuşmayı okudu)
Dediğim gibi çatışmaları durdurma amacıyla yaptığımız hem seçim kampanyası hem de gerilimleri durdurmaya yönelik gezilerimizden bir tanesiydi. Birçok ilçeye ve ile gittik. Şimdi savcı fezlekede bu konuşma metnini almadan ‘13.09.2015 tarihinde Lice’de yaptığı konuşma, işte hendek-barikatları direniş olarak sahiplenme ve bunun hazırlığını yapma mitingi’ olarak fezleke ve iddianamede yorumlamış. Başka konuşmalar da var onları da ben okuyayım sonra değerlendirmemi bütünlüklü yaparım. Ama savcıya göre bu konuşma bir terör propagandasıymış.
Devam ediyorum. Şimdi 24.10.2015, yani Lice’de konuşma yaptığım tarihten yaklaşık 40 gün sonraki bir başka konuşmam, İMC TV’de yayınlanmış, muhtemelen DTK’de yaptığım konuşmadır. Canlı yayınlandığı için İMC TV’den alınmış kayıt CD’ye kaydedilmiş ve bilirkişi çözüm yapmış. Bu konuşmam da fezlekeye terör propagandası olarak alınmış tabii ki. Belki avukatlarım değinecektir birkaç konuşma birleştirilerek terör propagandasından sevk maddesi düzenlenmemiş, örgüt yöneticiliğine dönüştürülmüş. Bu konuşmalar benim örgüt üyesi de değil örgüt yöneticisi olduğuma dair delil olarak konulmuş. Şimdi bu konuşmayı okuyorum. 24.10.2015 tarihli Diyarbakır’da bir kapalı salonda yaptığım konuşmanın çözümü. Konuşmanın başı alınamamış. (Konuşmayı okudu)
10 sayfalık bir metin. Bunun tarihi de dediğim gibi 1 Kasım seçimlerinden 1 hafta kadar önce. 24 Ekim’de Diyarbakır’da yapılmış bir konuşma. Savcı bu konuşmayı da terör propagandası ve örgüt yöneticisi olmamın delili saymış. Konuşma metni bana aittir. Çözümde bazı ufak tefek eksikler olsa da bütünlüğü bozan bir durum değil. Konuşma çözümünde geçen konuşmalar benim düşüncelerimdir. Tekrarlıyorum, katılıyorum. Bugünden dönüp baktığımda bu konuşmaya keşke başarabilmiş olsaydık. Keşke orada konuştuklarımı hayata geçirebilecek siyasi gücümüz olsaydı. Üzüntüm sadece buna dair olur, yoksa savcının bu konuşmayı nasıl değerlendirdiği çok da umrumda değil. Bu konuşma örgüt propagandasını bırakın örgüt yöneticiliği olabiliyorsa o savcıdan şüphelenmek lazım. Kime hizmet ediyor, tam olarak derdi nedir, onu tartışmak lazım. Siyasetçiler, siyasi çözüm üretme noktasında halka karşı borçludurlar. Ben bu açıdan kendimi sorumlu tutuyorum. Yoksa ceza kanunu açısından hesap vermemi gerektirecek bir şey yapmadığımdan eminim. Vicdanım rahattır
Şimdi başka bir konuşma çözümü var. 18.12.2015 tarihli basın toplantısındaki konuşmamı okuyorum. Savcı, 2-3 aylık periyot içerisindeki 5 konuşmamı fezlekeye koymuş.
Bundan sonraki konuşmalarımı okumadan önce bir alt bilgi olarak hem heyetin hem kamuoyunun bilgisine sunmak istiyorum. Aslında daha önceki celselerde de açıklamıştık hatırlatma babında olsun.
Bizler bütün parti yönetimi olarak ilçelerde ve illerde başlayan çatışmaları durdurmak adına bir dizi karar aldık. Bu kararlardan birincisi örtülü bir diplomasiyle Ankara’da, Kandil’de hendek barikatlarının olduğu yerde bazı aracılarla görüşmeler yaparak bir şekilde uzlaşmayı sağlamak ve hendek barikatların son bulacağı bir noktaya ulaşmak. Bu yönlü bir heyetimiz çalışma yürüttü. Bu çalışmalarının bazılarına ben de katıldım, özellikle tanık dinlenme aşamasındaki detayları sizlere aktaracağım.
İkincisi de 12 il ve ilçede miting düzenledik ve bunların hepsinde de barış ve diyalog yoluyla çözüm çağrısı yaptık. Hükümetle ve Kandil’le mahallelerde ve sokağa çıkma yasağının olduğu, girilmeyen yerlerdeki silahlı gruplarla arabulucular vasıtasıyla yaptığımız görüşmelerle belli bir noktaya geldik, bir uzlaşma sağlanması aşamasına geldik. Herkesin bu konuda bir fikri vardı. Doğrusu mahallelerde silahlı gruplar dışında çok sayıda sivil halk vardı. Yani halk orayı terk etmemişti, kasabayı terk etmemişti. Çok sayıda sivil vardı ve onların da zarar görme ihtimali çok yüksekti. Dolayısıyla biz çatışmaların bir şekilde nihayetlenmesi, hendek barikatların kapatılması ve siyasi mücadeleye konunun devredilmesi için görüşmeler yaptık. Dediğim gibi üç ayrı kanaldan gelen olumlu mesajlar da oldu. Efkan Ala İçişleri Bakanı idi, onunla görüşmeler yapılıyordu, Diyarbakır Valiliği ile görüşmeler yapılıyordu, Kandil’e gönderdiğimiz özellikle Süleymaniye üzerinden yapılan bazı görüşmeler vardı ki bunlardan birine ben gittim. Arabulucu ile doğrudan görüştüm ve Kandil’e haber gönderdim ve Kandil’in özellikle bu gençlere çağrı yapması, hendek barikatlarda bulunanlara çağrı yapması konusunda ısrarcı oldum. Kendim de geldim Diyarbakır’da, Ankara’da, İstanbul’da çok sayıda sivil toplum örgütüyle, partiyle, Demokratik Toplum Kongresiyle, Halkların Demokratik Kongresi ile görüşmeler yaptım. Bunların tamamını parti yönetimi olarak bir dizi siyasi çalışma şeklinde yürüttük ve olgunlaştırmaya başladığımız bir aşamada Demokratik Toplum Kongresini toplayarak oradan çağrı yapma kararı aldık. O sırada -bakın çok önemli bu söyleyeceğim- hem hükümet tarafından işin doğrusu hem de mahallelerden bizi zorlayan açıklamalar ve tutumlar gelişmeye başladı. Yani bu çağrıyı yapmamız giderek zorlaşır hale geldi. Cumhurbaşkanı ve Başbakan bu girişimlerden anladığım kadarıyla çok da memnun olmamış olacaklar ki özellikle o dönem Davutoğlu çok sert açıklamalar yapmaya başladı. Biz tam sonuç almaya doğru aylardır yürüttüğümüz çalışmada son haftaya giriyoruz, Davutoğlu’nun şu açıklaması geldi hatırlarsınız; “Cizre’yi ev ev temizleyeceğiz, oradakilerin hepsini temizleyeceğiz” dedi. Bakın, Davutoğlu şimdi 7 Haziran- 1 Kasım arasında neler olduğunu konuşmak lazım falan filan, konuşursak bilmem ne olur diyor ya ümit ediyorum konuşur biz de ne olduğunu öğreniriz. Çünkü kendisi de o dönemin faillerinden biridir. Biz Cizre’de, 90.000 nüfuslu bir ilçede huzuru, sükuneti, barışı sağlamaya çalışırken ülkenin başbakanı bütün Cizre’yi ev ev temizleme açıklaması yaptı. Cizre’nin evleri ile oradaki hendek-barikatın ne alakası vardı? Cizre’deki sivil yurttaşlar bir başbakan tarafından nasıl tehdit edilir.
"HDP olarak başlattığımız direniş bütün bu çatışmaları durdurmaya dönük bir sivil direnişti"
Dolayısıyla bundan sonra okuyacağım konuşmalarda yapmaya çalıştığımız şudur dengelemeye çalışıyoruz, kelimenin tam anlamıyla ip üzerinden yürüyoruz. Davutoğlu “hendek-barikatları iki günde temizleriz” diye açıklamalar yapıyor biz de “çok küçümsüyorsun diyoruz, durum o kadar vahim ki farkında bile değilsin” diyoruz. Israrla ordunun, kara kuvvetlerinin sahaya inmesi için çağrılar yapıyor. Biz durumun daha vahim hale gelebileceğini anlatmaya çalışıyoruz. İki tarafın da açık söylüyorum gönlünü alarak, ikna ederek kırmadan dökmeden hendek-barikatın kapatılmasını, sokağa çıkma yasağının kaldırılmasını, askeri-polis operasyonlarının durdurulmasını sağlamaya çalışıyoruz. Bunun için de her yerde bir direniş başlattık. Benimle birlikte 15-20 milletvekili arkadaşım sürekli il il, ilçe ilçe gezip büyük kitlesel mitingler yapıyorduk, yürüyüşler yapıyorduk. Ve halk gerçekten direniyordu, neye direniyordu? Sokağa çıkma yasağı kalksın, hendek-barikat kalksın, operasyonlar dursun talepleri buydu. Benim halkın direnişi, bizim direnişimiz dediğim, halkın direnişini kutluyoruz dediğim her yeri savcı cımbızlayarak ‘hendek-barikat direnişini selamlıyor, kutluyor’ şeklinde yazmış. Medya da halen o şekilde vermeye devam ediyor. Oysa bizim HDP olarak başlattığımız direniş bütün bu çatışmaları durdurmaya dönük bir sivil direnişti. Bundan sonraki konuşma metinlerinin bu şekilde algılanması lazım.
O dönem bu girişimlerimizi provoke eden hükümet de başka çevreler de maalesef başarılı olmamızı engellediler, ama biz yine de Demokratik Toplum Kongresini şu amaçla topladık. Oradan biz özerklik ve özyönetim taleplerine siyasi olarak sahip çıkacağız, topluma güven vereceğiz ama aynı zamanda biz bu işi çatışma alanından siyasi alana çekeceğimizi de söyleyeceğiz. Özerklik nedir bunun altını dolduracağız siyasi olarak izah edeceğiz ve bunu siyasi bir mücadele şeklinde yürüteceğimizi ilan edeceğiz. Muhatap dediklerimiz ellerinde silah bulunduran sokaklardaki, mahallerdeki gruplar ile hükümete de bu işin siyaset alanına girmesine razı olun, kabul edin mesajları vereceğiz. Bunu alttan görüşmeler ile iki tarafa da iletmiştik. Kandil’e de iletmiştik, mahalledekilere, sokaktakilere ve Ankara’dakilere iletmiştik. Dolaysıyla DTK’nın bu kongresi bu hassasiyetle, bu bıçak sırtı durumla ilgili yapılmış bir toplantıdır. Toplantıda birkaç paragrafta özellikle vermiş olduğum mesajlardan ve toplantı sonrası yaptığımız açıklamalardan bu çok net anlaşılıyor zaten. Kongrenin biricik toplanma amacı da bu şekilde hayat bulsun diye, yani çatışmalara çözüm olsun diye gerçekleşmiştir. Şimdi bu söz konusu Demokratik Toplum Kongresinin büyük genel kurulu toplanmadan bir hafta önce Davutoğlu yaptığımız girişimlerden bilgisi olmasına rağmen çok sert açıklamalar yaptı. Bizi de kınadı, “Cizre’yi ev ev temizleyeceğiz” açıklaması yaptı ve provokasyonu derinleştirdi. Ve bize şu mesajlar gelmeye başladı: “Siz siyasi çözüm girişiminde bulunuyorsunuz, bize diyorsunuz ki hükümetle görüşüyoruz, bize diyorsunuz ki valilikle görüşüyoruz, bakanlıkla görüşüyoruz, bize barikat-hendekleri kapattırın diye mesaj gönderiyorsunuz, ama Başbakan ne diyor, Cumhurbaşkanı ne diyor. Biz bu koşullarda şunu yapmayız, bunu yapmayız” diye giderek sertleşen gerilimi artıran mesajlar alıyorduk. Bu açıklamaların bu çerçevede okunması lazım. Kimse de neyin ne olduğunu o dönemde çok iyi bilmiyor. Savunma adı altında her şeyi mahkemede konuşmak istemiyorum. Bazı şeyler bizimle mezara gider, ama barış için o gün Allah şahittir ki canımı ortaya koydum. Bütün arkadaşlarım ile birlikte koyduk. Bu açıklamalar da bu çerçevede yapılmış açıklamalardır. (18.12.2015 tarihli konuşmasını okudu"
"Buradaki konuşmama da, içeriğe de katılıyorum. Konuşma bana aittir. Çözümde bazı hatalar olsa da esası etkileyecek bir şey yoktur. Dediğim gibi burada bahsettiğim, hendek barikattaki silahlı grupları ikna ederek, hendek, barikatı kapatma diplomasi ve siyasi girişimlerinin bir parçasıdır. O gün yapılmış olan bir basın toplantısıdır. Bundan sonra zaten 26.12.2015 tarihinde söz konusu DTK kongresi toplandı. Burada DTK Eşbaşkanları Hatip Dicle, Selma Irmak konuşmalar yaptı. DBP’nin o dönemki Eş Genel Başkanları Kamuran Yüksek ve Sebahat Tuncel konuşma yapıyor. HDK Eşbaşkanları Ertuğrul Kürkçü ve o dönem Sebahat Tuncel HDK’de galiba. Evet, Sebahat Hanım HDK Eşsözcüsü olarak konuşma yapıyor. Başka konuşmalar da oldu mu hatırlamıyorum ama nihayetinde biraz önce belirttiğim atmosferi yakalamaya çalışıyorduk. Bıçak sırtı bir durumdu. Eğer ki bir tahripkar bir şey çıkarsa hendek ve barikattakiler gerçekten de bütün bu süreçten kopabilirlerdi. Getirdiğimiz nokta kopabilirdi. Dolayısıyla biz özerkliği siyasi olarak savunduğumuzu, zaten siyasi programımızda olduğunu madde madde ve açıklayan bir deklarasyon yayınlarsak; bundan sonra biz bunun siyasi mücadelesini vereceğiz, herkes buna güvensin, inansın dersek ikna edebilecek bir noktadaydık. Bu kongre onun için toplanmış bir kongredir. Kongrede alınan kararlar da budur. Okuduğumda, konuşma metnine ve sonrasındaki mesajlara bakılınca zaten anlaşılacaktır. (Kongrede yaptığı konuşmayı okudu)
"Fezlekede geçen ilgili konuşmaları dökümleri okuduk kayda geçtik. Konuşmalara dair çözüme dair herhangi bir diyeceğim yok. Konuşmalarımın arkasındayım. Konuşmaların tamamı demokratik barışçıl yol yöntemlerle sorunlara çözüm arama iradesini net bir şekilde belirten konuşmalardır. Benim ve partimin siyasi fikirleridir. Bu siyasi fikir ve çözüm önerilerimin de arkasındayım. O dönem suç işlemiş, suç işleyen çok fazla suça bulaşmış siyasi kadrolar bugün iktidardadır. Asıl o dönemde şehirlerde Cizre’de, Sur’da çok sayıda ağır insan hakları ihlali, sivillere yönelik ağır ihlaller, şehirlere yönelik ağır ihlaller gerçekleştiren biz değiliz. Bunu durdurmaya çalışan bizleriz. Bütün o ölümleri, bütün o yıkımları durdurmak için canla başla çalışan bizleriz. Benim tek üzüntüm bu konuda başarılı olamamış olmaktır. Onun dışında beni üzen bir şey yok.
"Tabii ki siyasetçiler olarak siyasi sorumluluğumuz, idari hukukun terimiyle kusursuz sorumluluğumuz da vardır. En nihayetinde siyasetçiler siyasi çözüm üretme noktasında halka karşı borçludurlar. Ben bu açıdan kendimi sorumlu tutuyorum. Yoksa kimseye hesap vermeyi gerektirecek bir şey yapmadığımdan eminim. Bu konuda vicdanım rahattır. Savcının dosyaya almadığı, almaya gerek duymadığı belki de benzer içerikli demeçlerim konuşmalarım da var. Tarih karşısında onları da ben kayda geçireyim. Örneğin yine aynı tarihlerde 30 Ağustos 2015. Yani 3 no’lu fezlekenin konuşmalarının yapıldığı tarihte yaptığım bir açıklama. Nerede yayınlanmış mesela. Avukatlarım çıktıyı habersol.org.tr’den almış ama bütün medyada yayınlanmıştır. Başlığı da şu: Selahattin Demirtaş: Silahla özerklik olmaz. Haberin başlığı bu.
" Vatan gazetesinde de yer almış aynı haber. Tabi savcı emniyetin kendisine sunduğu fezleke veyahut konuşma metinleri ne ise onlardan cımbızlama yaparak propaganda ve üyeliğin ötesinde yöneticilik şeklinde bir istinatta bulunmak için her türlü kumpasvari çalışmayı yapmış. Daha önce de belirtmiştim. Mesela 15 Eylül 2015. Yine kayıtlara geçsin. Van’ın Başkale İlçesi’nde yaptığım konuşmadır. Daha sonra bunların hepsi ileriki aşamalarda delil dosyaları şeklinde mahkemenize sunulacak. Yine benzer şekilde barış çağrıları, silahların susması ve durması için çatışmaların durması için açık net çağrılar var. Buradan uzun uzun metni okumayacağım. Fakat bunlarda görülmemiş. 12 Ekim 2015’te Nusaybin’de yapmışım benzer içerikli bir konuşma. Az önce fezlekelerde Lice veya işte Sur’da, DTK’da yaptığım çağrıların benzerlerini ilçe ilçe arkadaşlarımla birlikte dolaşıp yapmışım. Silaha gerek yok bize güvenin demişiz. Biz siyasetçiler olarak bunun için seçildik. Eller tetikten çekilsin ve siyasetçiler olarak biz de elimizi taşın altına koyalım bütün bu sorunları siyasi alanda çözelim. Konuşmalarımın bütün mahiyeti bu. Dolayısıyla bir dönem politikası olarak örneğin 15 Eylül’de yine Varto’da aynı gün, yani hem Başkale’de hem Varto’da benzer içerikli konuşmalar yapmışım. Yani nerede sokağa çıkma yasakları, hendek ve barikat çatışmaları varsa bütün oraları arkadaşlarımla birlikte parti otobüsüyle gezmişiz. Çözüm önerilerimizi anlatmışız. Şimdi yine TBMM’de hem grup toplantılarımda hem de basın toplantılarımda yaptığım konuşmalarda var. Onlarda benzer mahiyette konuşmalar.
"Ben, Anayasa’nın 83/1’inci maddesi kapsamındadır deyip o konuya girmiyorum. Mahkemenin tumunun Anayasa’yı dikkate almadığını bu açıdan zaten belirttiği için kanunlar üzerinden veya usül üzerinden gitmiyoruz. Daha çok politik bir dava olduğu için siyasi yaklaşımlar sergilenerek gidiyor, yine de kayda geçsin diye belirtiyorum. Birazdan avukatlarım gelince tarihlerini de kayda geçireceğim. Onlar dosyaları daha iyi biliyorlar. Hangi grup toplantısında, hangi tarihte benzer içerikli konuşmalar ve çağrılar yapmışım onlar da en azından kayda geçmiş olacak. Şimdi biz HDP olarak ilçe ilçe, il il gezip bu çalışmaları yaparken ülkede huzuru güveni barışı ve demokrasiyi sağlamakla bilfiil görevlendirilmiş, millet tarafından görevlendirilmiş, hükümet ne yapıyordu? Asıl burada yargılanması gereken bu değil mi? Ben mi Başbakan’dım? Figen Hanım mı Başbakan’dı? HDP mi iktidardı? Hayır. Erdoğan Cumhurbaşkanı, Davutoğlu Başbakan’dı. Bütün kontrol, yetki onlardaydı. Bütün bu sokağa çıkma yasağı ilan edilen yerlerde askeri operasyonların da yetkisi onlardaydı.
"Ben şu kadarını, hiç değilse mahkeme heyetinin, kamuoyunun bir kez daha düşünmesini rica ediyorum. 2 buçuk yıl İmralı görüşmeleri sürdü. Ondan önce 2 yıla yakın Oslo görüşmeleri sürdü. Yani 4 yıl, 5 yıl arada kesintiler olmak üzere PKK ile, Öcalan ile yüz yüze görüşme yapmışlar. Peki, hendek ve barikat meselesi çıktığında, ki sayıları çok çok az, neden oradaki gençlerle doğrudan bir şekilde görüşülmeyebilir, başka aracılarla, başka ikna yöntemleriyle neden görüşmeyi kabul etmediler de tabur tabur, tugay tugay asker, Genelkurmay Başkanı, generaller, albaylar neden oraya sevk edildi? Burada hiç mi tuhaflık yok? Ben iddia ediyorum, ilk günlerde bizim yaptığımız çalışmalara destek verilseydi, oradaki insanlarla diyalog kurulabilseydi tek bir insanın burnu kanamadan hendek ve barikatlar kapatılabilir, mevzu siyasi alanda kalır, ne yıkım olurdu, ne ölüm olurdu. Ama bu AKP'nin işine gelmiyordu. AKP böyle bir şey istemiyordu. Mal bulmuş mağribi gibi, "Cizre'de 20 tane silahlı militan tespit ettik, Sur'da bilmem 50 tane militan tespit ettik. Bütün ilçenin tamamını ablukaya alıyoruz, sokağa giriş çıkış yasak." Aylarca, bakın; hala Diyarbakır'ın Sur ilçesinin iki mahallesinde hala sokağa girip çıkmak yasak. 5 yıl geçti aradan hala yasak. Ne yaptılar orada? Bir parlamento üyesi olarak ben bunu soramaz mıyım? Hakkım yok mu? Yüzde 90-80-85 oy aldığımız yerlerde insanların neler yaşadığını anlatmak, onların sesini duyurmak konusunda ahlaki, vicdani hiç mi sorumluluğumuz yoktu? Bunları yerine getirmeye çalıştık.
"Ama AKP iktidarı katliam yaptı orada, katliam! Katliam yaptı. Cizre'de katliam yaptı. Sivil insanlar öldürüldü. Bebekler, çocuklar öldürüldü. Şimdi bunları söyledim diye 3-4 tane Davutoğlu'na, Başbakan'a hakaret, 4-5 tane de Cumhurbaşkanı’na hakaretten ayrıca yargılanıyorum.
"Burada da tekrar ediyorum, katliam yaptınız orada hükümet olarak. “Yok öyle bir şey” diyorlar. Peki, Yüksekova operasyonunu yürüten komutan, Cizre operasyonunu yürüten komutan, Sur operasyonunu yürüten komutan, bütün o bölge operasyonunu yürüten İkinci Ordu Komutanı Adem Hududi, Şırnak Merkez Komutanı, Nusaybin Komutanı; yani bu operasyonların yürütüldüğü her yerdeki komutanlar; 12'den fazla üst düzey komutan neden 15 Temmuz sonrasında darbecilikten tutuklandı? Neden? Bu insanlar kahramansa devlete ve millete bağlı operasyon yürüttülerse neden darbeci oldular bunlar? Neden darbecilikle suçladınız? Eğer darbecilikle suçluyorsanız, bu konuda elinizde delil, bilgi, belge varsa; mahkemeye sevk ettiniz, delil falan vardır, bu insanlar 15 Temmuz'da darbeciydi de 14 Temmuz'da mı vatanseverdi? Bu insanlar parlamentoyu bombalayacak kadar gözünü kaaratmıştı da Cizre'de Sur'da kameraların olmadığı, Allah'tan başka kimsenin orada ne olup bittiğini bilmediği bir yerde tek bir sivile zulüm etmemişler midir yani? Bunu söyleyince ben devlet düşmanı mı oluyorum? Bunu söyleyince Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a hakaret mi oluyor? Terör propagandası mı oluyor?
"Asıl yargılanması gereken onlardır. Sur'da, Cizre'de yapılan katliamlar, tek bir hukuk dışı, hukuku aşan, güvenlik kuvvetlerine verilen yetkiyi aşan tek bir fiil bile suçtur. Bunun istisnası yoktur. Çok çok fazla aşılmıştır. Yetki çok çok fazla aşılmıştır. Açıklamalarımda da belirttim, başka fezlekelerde de örnek olarak sunacağım. Bir yerde silahlı insanlar varsa devletin zor kullanma yetkisi vardır. Hukuk buna cevaz verir. Bunu demişim. Ama bunu yaparken yetkiyi aşamazsınız. İnsan hakları ihlali yapamazsınız. Masum, sivil insanlara zarar veremezsiniz. Bunu söyledim diye de terör propagandasından soruşturuluyorum. Bunu açıkladığım veya bunu teşhir ettiğim için de terör örgütüne yardımla suçlanıyorum, başka fezlekeler ve başka dosyalarda.
O dönem olup bitenlerin birçoğunu Türkiye kamuoyundan gizlemeyi başardılar. Bugünkü gibi medya kontrol altındaydı, insanlar korkudan suspustu. Bir grup akademisyen bir araya gelip “Orada işlenen suça ortak olmak istemiyoruz” dediği için linç edildiler. Yargının önüne atıldılar, işten atıldılar. Terörist ilan edildiler. Toplum susturuldu. Yeter ki bu katliamlar, orada yaşanan ölümler, insan hakları ihlalleri sorgulanmasın, ortaya çıkarılmasın diye bütün bunlar yapıldı. Bugün eski Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun biraz önce gazetede demecine baktım, gözüme çarptı, diyor ki, "Barış akademisyenleri bildiri yayımladılar, Erdoğan beni çağırdı, niye ‘Bunlara cevap vermiyorsun’ dedi. Ben de dedim ki evet, bildiride eleştirilecek çok şey var ama bu ifade özgürlüğü kapsamında ama kendisi beni dinlemedi" diyor. Davutoğlu diyor. “Erdoğan işi yargıya havale etti” diyor. Bir Başbakan olarak o dönem sen Cumhurbaşkanı’nın Barış Akademisyenleri’ni yargıyı devreye sokarak cezalandırdığını biliyorsan ve bunca yıldır sustuysan barış akademisyenleri işten atılırken, hapse atılırken, sürgüne, açlığa mahkum edilirken susmuşsan bu da senin ayıbın. Bak ben susmadım, hala susmuyorum.
"Zulüm yapıldı insanlara zulüm, hakaret edildi. İnsanların yatak odalarına girildi, tekbirlerle, IŞİD’ci kafalarla küfürler, hakaretler yazdılar yatak odalarının duvarlarına. Yataklarının üzerine insanların onurunu rencide edecek şekilde hareketler yapıp, fotoğraflar çekip sosyal medyada yayınladılar. Bunların hepsini yaparken yanına “Türk'ün gücünü göreceksiniz” yazdılar. Cizre’de Yüksekova’da çok sayıda insanın mahremine bu şekilde girildi. Ne terörle mücadelesi yahu! Buna “terörle mücadele” deyip sessiz mi kalacaktık? Bütün ülke korkudan sesini çıkarmasa bile biz HDP’liler olarak buna boyun eğemezdik. Bunların hepsi yapıldı. Daha fazlası yapıldı.
Cemile Çağırga çocuktu, keskin nişancı atışıyla öldürüldü ve ailesi güvenlik görevlilerinin öldürdüğünü söyledi, biz değil. Defnedilmesi istendi, aile izin istedi. Sokağa çıkma yasağı var çünkü Cizre’de defnedemiyorlar. Ailesi defnetmek istiyor, izin verin mezarlığa kadar gitsin aile. Vermediler izni. Fotoğrafları var, kamuoyuna çok yansıdı. Annesi çocuğunun cansız bedenini buzdolabında bekletti çürümesin diye. Kokmasın diye buzdolabında bekletti, izin alınana kadar günlerce. Taybet İnan. 58-60 yaşlarında bir kadındı, evinin kapısının önünde sokakta keskin nişancı kurşunuyla öldürüldü. Cenazesini ailesi alıp defnetmek istedi, cenazeye gitmek isteyeni vurdular. Bir kardeşi de orada vuruldu. Cenazeyi çekip evinin içine götürmek istediler sürekli ateş açtılar ve cenazeyi tam 7 gün alamadı aile.
Grup konuşmalarımda var, çıktım Davutoğlu’ndan rica ettim “Her şey bir yana” dedim “Sayın Başbakan her şey bir yana, o cenazenin oradan alınması için siz inisiyatif alın. Allah için yapın insanlık için yapın. Bütün eksiklikleriniz bir yana” dedim. “Bütün sorumluluk, eksiklik benim olsun” dedim. “Bugün size eleştiri yapmayacağım” dedim grup toplantısından. Sizden tek ricam izin verin o cenazeyi oradan kaldıralım. Çünkü insanlık onuru haysiyeti artık yerlerde sürünüyor. Kendi yaşamımızdan, yaşamaktan nefret eder hale geldik. 5-6 gün bir cenaze nasıl yerde kalır? Sokak ortasında sinekler üşüşmüş yaşlı kadının cenazesine. Milletvekili arkadaşlarımı Davutoğlu’na gönderdim, gidin anlatın yapmayın deyin. Ya bu ülkede gerilim olur, sıkıntı olur ama insanlığınızdan bu kadar çıkmayın. Yaptıramadım. 7 günden sonra aile güç bela o cenazeyi sürükleye sürükleye evin içine çekebildi. Bir kişi öldü, yaralananlar oldu cenazeyi almak isterken aileden. Ben bunun için yargılanıyorum, şu açıklamaları yaptım diye yargılanıyorum, bunu yapanlar yargılanmadı. Yargı olarak bunun üstüne gitmediniz, gidemediniz, gidemezsiniz de. O darbeci olarak içeri aldıklarınızdan tek birine bu soruları sormadınız soramazsınız da. Biz de bu kadar onursuz haysiyetsiz insanlar değiliz. Özgürlüğümüzden de vazgeçeriz gerekirse ama boynumuzu eğmeyiz. Böyle bir hakareti nasıl kabul edebiliriz? Bunları kabul edin. Onlarca örneği var.
"Sinirlenen gruplarla sorumlu tutmuyorlar. Doğrudan HDP, AKP medyası “HDP’nin hendek çukuru” diyordu. “HDP’liler camiyi yaktı, HDP’liler insanların evinin altına bomba koydu”. HDP’den başka bir şey demiyorlardı. Demirtaş, Yüksekdağ, vekillerimiz hedefte. Öyle bir atmosferde biz bu çalışmayı yapıyorduk. Ben burada ne diyorum? Hepimiz insanız, sizler de insansınız. Siz böyle bir ortama gidin, bu çalışmayı yapın, ağzınızdan barış sözcüğünü çıkaramazsınız. Sinirleriniz buna elvermez. ‘Biz diyalogla, barışla çözelim’ demezsiniz, diyemezsiniz. Siyasi cesaret ve yürek ister. Çünkü öfkenin, intikam duygusunun had safhada olduğu, herkesin patlama noktasına geldiği bir ortamda biz çıkıp barıştan söz ediyorduk. ‘Düzelecek’ diyorduk, ‘bize güvenin siyasi olarak bu iş çözülecek’ diyorduk. Ama dönüyorduk yaptığımız açıklama akşam bütün televizyon kanallarında “HDP’den hendeklere destek, HDP’den kaosa destek”; yayınlar böyle yapılıyordu. Savcılar da o iktidarın o dönemki siyasi hedefleri doğrultusunda fezlekeler düzenliyordu. Savcıların birçoğu doğrudan talimat almıştı, çalışıyordu bugün olduğu gibi, doğrudan. “Şunlarla ilgili fezleke hazırlayın, şunları getirin” şeklinde. Bir kısmı da siyasi atmosferden kendine görev biçip bizlere fezleke hazırlıyordu. Kimse kusura bakmasın. Ben çok eleştiri yaptım.
"Kimileri beni; hendekleri, barikatı, partimi -ismimi kullanarak- daha çok hendek, barikatı desteklemekle eleştirdi. Kimileri de desteklememekle eleştirdi. Halen bu tartışmalar sürüyor. Benim görüşlerim buradadır. 2015’ten beri açıklamalar yapmışım, arkasındayım. Bana göre doğru tutum buydu. Biz o yıkımları durdurabilmeliydik, başarabilmeliydik. Daha güçlü bir siyasi irade ortaya koyabilmeliydik, o yıkımlara izin vermemeliydik, iki tarafı da ikna edebilmeliydik. Burada siyasi sorumluluğumuz var. Dediğim gibi ben halkıma karşı bunun mahcubiyetini duyuyorum ama mahkemenize karşı bunun zerre kadar suç oluşturduğunu düşündüğümden savunma yapmıyorum.
"Ortada bir suçlu varsa o katliamları yapanlardır. Şimdi Cizre bodrumlarında yaşananları nereye kadar saklayacak bu ülke? Daha onun davaları başlamadı. Cumhurbaşkanı ve başbakana hakaretten dava açtılar benimle ilgili Cizre meselesinde. ‘Çocuk katilisiniz, sivil insanlar bodrumlarda yakıldı’ dediğim için hakaret dosyaları açıldı. Orada daha kapsamlı savunma yapıp Cizre ile ilgili delillerimizi sunacağız. Ama bilin ki aralarında küçük bir grup silahlı kişilerin de olduğu, sayılarını bilemiyorum ama çoğunun silahsız olduğu 120’ye yakın Cizre’de iki ayrı apartmanın bodrumuna sıkıştırılacak şekilde operasyon alanı daraltıla daraltıla getirildiler ve o insanlar oradan bizi aradılar telefonla. Ses kayıtlarının tamamı bizdedir. O dönem milletvekillerimiz bakanlıkla görüştü. Sağlık Bakanlığı ile, İçişleri Bakanlığı ile, müsteşarla, bakanın kendisi ile telekonferans yaptırdık. Oradaki gençler diyorlardı ki ‘biz buradan çıkmak istiyoruz, biz silahsızız ama başımızı çıkardığımız anda ateş ediyorlar.’ Biz de bakanlıkla görüşüyorduk, diyorduk ki ‘ateşi durdurun ki çıkabilsinler.’ Bakanlık saatlerce uğraşıp bize dönüyordu, ‘tamam’ diyordu, çıkabilirler. Aradan yarım saat geçmiyordu arıyorlardı diyorlardı ki ‘çıkmayı denedik, çok yoğun ateş altına aldılar bizi.’ Yani oradaki güvenlik bürokrasisi ne bakanlığı takıyordu, ne hükümeti, ne devleti. ‘Devlet de hükümet de biziz’ diyordu. 'Bunları bizim elimizden canlı olarak almak isteyen varsa onlar da terörist' diyordu. Efkan Ala’nın açıklamaları var. Daha önce Meclis Darbe Komisyonu’na verdiği ifadeleri burada okumuştum. Aynen şunu diyordu; “Oralarda bizim kontrolümüz dışında olan güçlerin olduğu anlaşılıyor”. Ne yaptılar biliyor musunuz? Günlerce o gençler orada sıkıştırıldılar. Suları bitti, yiyecekleri bitti. Açlıkla, susuzlukla önce terbiye etmek istediler. Canlı yayınlara bağlandılar, televizyonlardan yardım istediler. 120 kişi. En son hepsini yaktılar orada, yaktılar… Ben gittim gözlerimde sonradan gördüm, küllerini gördüm. DNA’larından bile teşhis edilemediği için kaç kişinin orada katledildiğini bile bilemedik. Geri kalanlar sonra kimsesizler mezarlığına götürüldü, Cizre’de defnedildi.
"Yakıldılar. 2015 yılında. Hitler’in gaz ocaklarından, fırınlarından, 1940’lardan söz etmiyorum. 2015’te Cizre’de oldu bu ve siz bizi bu açıklamalardan dolayı terör örgütü yönetmekten dolayı yargılıyorsunuz. Ağır, vahşi katliamlar yapıldı, bunu söylemeyelim mi? Bunu söyleyince Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a hakaret olacak diye bu tarihi gerçeği, acı gerçeği görmezden mi gelelim? Ben görmezden geleyim, siz de görmezden gelin… Zannediyor musunuz ki ona tanık olmuş halk bunu unutuyor? Milyonlarca insan bunun doğru olduğunu, gerçek olduğunu biliyor. Günlerce uğraştık, günlerce… Merkez medyada haber bile olmadı. O insanlar orada katledildiler. Siyasi sorumlusu AKP’dir, Erdoğan’dır, Davutoğlu’dur. 15 Temmuz’da da çıktı ki bunlar büyük bir vahşet, büyük bir kin ve öfkeyle bütün şehirleri yıkıp darbe ortamı hazırlamaya çalışıyorlarmış. Hükümet de bütün bunların arkasındaydı. Hükümetin verdiği gazla, yetkiyle, emirle bunlar yapıldı. Yani hükümet bir yandan orada Kürtleri katlettirirken bir yandan kendi kuyusunu kazdırıyordu. Bu gerçekleri tartışmayalım mı?
"Hendek, barikat dönemine dair konuşulması gereken çok şey var. Yargılanması gereken ne HDP ne Demirtaş’tır ne de başka bir milletvekili arkadaşımdır. Konuşmalarımı eleştirebilirsiniz. Her türlü konuşmamda yanlış noktalar bulabilirsiniz, mesajı yanlış verdiğimi düşünebilirsiniz, yeterince açık olmadığımı düşünebilirsiniz. Ama bunların hepsi siyasi eleştiridir, suçlama olamaz. Ben elimden geleni yapmaya gayret ettim. Bütün arkadaşlarım, o otobüs kürsüsünde, göreceksiniz 15 tane milletvekilimiz var, 8 ilçeyi, 3 ili dolaştık 12 tane miting yaptık. 1 hafta içerisinde buraların hepsini dolaştık ve bu çağrıları yaptık. Ama bir karar verilmişti hükümet cephesinden. Kesinlikle bu hendek, barikat kaldırılmayacak. Emin olun silahlarını bırakıp o gençler deseydi ki biz kendimiz kapatacağız, hükümet diyecekti ki “Hayır kapatmanıza izin vermiyoruz”. Çünkü lazımdı onlar için. Büyük bir fırsat olarak görüyorlardı. PKK kaç yıldır Kandil’de? Kandil’e böyle bir operasyon yapılmamış ya! Sur’a yapılan, Cizre’ye yapılan operasyondan daha hafifti Kandil’e yapılanlar. 20-30 tane silahlı genç var diye bütün şehir tankla, topla yıkılır mı? Yıkıldı yıkıldı! Bakın hala kaç yıldır yapılamıyor. Bir tarih, bir kültür yok edildi. Ortada suç varsa budur.
"Öbür türlü elde silah kullanan, yasaya karşı gelmemiş, suç işlememiş mi? Zaten yargılanıyor yakalananlar. Geri kalanlar da zaten öldürüldü, ya da sivil insanlarla birlikte toplu olarak katledildi. Suç varsa yargılanıyorlar. Yasaya göre suçsa yargılanacaklar. Bunu göze almış demek ki silahı eline alan. Biz buna bir şey demiyoruz. Onu göze almış ki, kendisi de savunmasını mahkemede yapar ben onu savunacak değilim. Açıklamalarımda da bunu belirttim. Ama devlet, hukuk devleti, hukukun dışına taştığı anda başka bir şey olur. Ben bunu anlatmaya çalışıyorum. Benim işim siyasetçi olarak ağırlıklı olarak buydu. Sorumlularla o dönem hiç şüphesiz hükümetti. Davutoğlu işte “7 Haziran ile 1 Kasım arası terörle mücadelede defterler açılırsa birçok insan insan yüzüne çıkamaz” dedi. Sonra farklı yorumlandı bunlar. Ama anlaşılıyor ki bu açıklamaları taksit taksit siyasi amaçlar için kullanacak. Kendileri bilir. Biz şeffaf bir siyasi partiydik, öyle kurulduk, mücadelemizi de öyle sürdürdük. Ama kendisi de dahil o dönemin bütün siyasi sorumluları halkımız nezdinde, halk vicdanında mahkum olmuştur. Gün gelecek sandıkta da daha güçlü cevabını alacaklar. Umarım bir gün bizler değil, onlar yargı karşısına çıkarak hesap verecekler. Siz bu talimatları bu güvenlik güçlerine verirken tam olarak ne dediniz, bunu bir savcının, hakimin sorması lazım. Bakın burada sivil insanlar öldürülmüş, orada silahlı militan gruplar da yok. Orada bu sivil insanlar nasıl öldürülmüş? Bunu araştırdınız mı diye sorması lazım yargının. Ama o günler ancak bu iktidardan sonraki günlerde ve dönemlerde olacak.
"Şimdi grup konuşmalarımla ilgili de en azından kayıtlara geçsin. 22.12.2015 tarihli grup konuşmamda beyanatlarda bulunmuşum, uzun uzun izah etmişim. Sorunun çözümü konusunda. Dolayısıyla bu uzun konuşmamın dosyası, CD’si sizde olduğu için tarihe kayıt olarak geçsin istiyorum.
"22.12.2015 tarihli grup konuşması, 12.01.2016 tarihli grup konuşması, 2.2.2016 tarihli grup konuşması, 23.02.2016 tarihli grup konuşması, 15.03.2016 tarihli grup konuşması, 12.07.2016 tarihli grup konuşması, 26.07.2016 tarihli grup konuşması, 5.02.2016 tarihli grup konuşmaları… Bunlar partimin siyasi görüşleri olarak aynı zamanda kendi şahsi siyasi görüşlerim olarak mütemadiyen istikrarlı bir şekilde hem parlamento dışında hem parlamento içinde ifade ettiğim siyasi görüşlerimdir. Bu görüşlerim kesinlikle bırakın şiddet övgüsü, terör övgüsü, propaganda olarak nitelendirmeyi suç olarak nitelendirilemez. Ama savcı bu konuşmalarımdan yola çıkarak örgüt yöneticiliği sıfatıyla cezalandırılmamı nihai olarak iddianameden talep etmiş. Kamuoyunun bilmesinde fayda var. İddianamenin en kallavi fezlekesi de budur. En kalabalık, en uzun fezlekesi de budur. 5 tane konuşmaya dayanıyor bu. Zaten iddianamede konuşmalarım dışında somut hiçbir delil yok. 3-4 tane sahte kumpas delilini de çıkararak koyduğunuzda kamuoyunun bilmediği, duyulmamış, benim konuşmalarım dışında hiçbir şey yok. Bu da onlardan biri. Dolayısıyla suçlamaları kabul etmiyorum. Beyanlarımın, konuşmalarımın içeriği, maaliyeti belli bir çerçevededir. Mahkemenizin de bu çerçevede değerlendirip ele alması gerektiğini düşünüyorum. Bu fezlekeye dair savunmalarım bundan ibarettir."
Demirtaş'ın dosyasının AİHM Büyük Daire'de görüşülmesine günler kala Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesi oy birliğiyle tahliye kararı vermişti. Avukatların, tutukluluk süresini kesinleşen cezadan mahsup etme ve tahliye talebinin ardından. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı ana dava kapsamındaki farklı bir dosyayı gündeme getirerek Demirtaş ve Yüksekdağ hakkında ana davada hakkında yargılandıkları '6-8 Ekim olayları'ndan tutuklama istemişti. Tutuklama talebinin ardından Demirtaş ve Yüksekdağ hakkında tutuklama kararı verilmişti.
HDP Milletvekilleri Mithat Sancar, Mehmet Rüştü Tiryaki, Murat Çepni, Zeynel Özel, Tülay Hatimoğulları, CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, SYKP Eş Genel Başkanı Canan Yüce ile HDP il, ilçe yöneticileri izleyici olarak katıldı.
Eski HDP Eş Genel Başkanları Demirtaş ve Yüksekdağ, dokunulmazlıkların kaldırılmasının ardından başka HDP'li milletvekilleriyle birlikte Kasım 2016'da "suç işlemek amacıyla örgüt kurmak", "terör örgütü üyesi olmak", "silahlı terör örgütüne üye olmak", "örgüt adına suç işlemek" iddialarıyla gözaltına alınmış, ardından da tutuklanmıştı.
Hakkında 33 dava açılan ve 142 yıla kadar hapsi istenen Demirtaş'ın avukatlarının uzun tutukluluk süresini gerekçe göstererek yaptıkları başvuru, AİHM tarafından Kasım 2018'de kabul edilmiş ve Demirtaş'ın serbest bırakılması ve tutuksuz yargılanması gerektiği yönünde karar verilmişti. Bu kararın hemen ardından Demirtaş'ın İstanbul'da yargılandığı davadan aldığı 4 yıl 8 ay hapis cezası beklenmedik bir hızla 4 Aralık 2018 tarihinde onanmış ve Demirtaş'ın tutuklu statüsünden hükümlü statüsüne geçmesiyle AİHM kararı boşa çıkmıştı.
Türkiye ile Demirtaş'ın avukatlarının AİHM kararına itirazı sonrasında belirlenen Büyük Daire görüşmesine günler kala, 2 Eylül'de Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesi oy birliğiyle yargılandığı ana davada HDP'li siyasetçi hakkında tahliye kararı vermişti. Savcılığın tahliyeye yaptığı itiraz da 20. ACM tarafından reddedilirken; avukatlar da tutukluluk süresini kesinleşen cezadan mahsup etme ve tahliye talebinde bulundu.
26. ACM 20 Eylül'de avukatların mahsup etme talebini kabul etse de, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı ana dava kapsamındaki farklı bir dosyayı gündeme getirerek Demirtaş ve Yüksekdağ hakkında ana davada da hakkında yargılandıkları '6-8 Ekim olayları'ndan tutuklama istedi.