HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, 7 Haziran seçimleri sonrasında şiddeti önlemek için “PKK tahrik ediliyor, bunun da farkındayız ama ne olursa olsun bize güvenin, lütfen silah kullanmayın” çağrısında bulunduğunu hatırlatarak “Gittiğim yerlere bakın. Yüksekova, Varto, Başkale, Cizre, Nusaybin, Silopi, Silvan, yani hendeklerin kazıldığı ve örgütün tabanının olduğu yerler. Çağrıların hepsini buralardan yaptım” dedi. Demirtaş, “Bütün siyasi riskleri alarak o çağrıları yaptığım günlerde, Başbakan ve Cumhurbaşkanı bana hakaretle; beni tehdit etmekle meşguldü. 'Adam iyi bir şey söylüyor, savaş dursun diyor, PKK'ye çağrı yapıyor, en azından bu açıklamasını destekliyoruz' diyebilirlerdi. Demediler, duymazdan geldiler” diye konuştu.
Haberdar'a konuşan Demirtaş, "Dünyanın en zor partisinin eş genel başkanıyım. Dünyanın en zor partisi. Kesinlikle bundan eminim. Parti içi ve parti dışı dengeleri bir arada tutmak ve hala 'biz Türkiye'nin partisiyiz, barış istiyoruz' demek kolay değil. Daha, geçen hafta Cizre'den 167 insanın cenazesi çıktı. 137'sinin bedeni tanınmayacak halde, teşhis edilemiyor. Ve biz o insanlara 'Türkiyelileşeceğiz, barışa gideceğiz' diyoruz. En çok oyu, aldığımız insanlar onlar. Cizre, Sur, Silopi… Kolay değil" dedi.
Haberdar'dan Said Sefa, Fehim Işık ve Arzu Yıldız'ın Selahattin Demirtaş'la yaptığı söyleşi şöyle:
Said Sefa: Herkes çözüm sürecinin geldiği noktayı konuşuyor. 'Süreci örgüt bozdu' diyenler de var, 'hükümet bozdu' diyenler de. İşin o tarafını sormayacağım. Sizce sürecin bu noktaya varmasındaki temel gerekçe nedir?
Ne oldu da süreç bıçakla kesilir gibi kesildi. Haber nöbetine gittiğimde bölgede büyük bir hayal kırıklığı gördüm. Süreç belki safha safha bitmiş olsaydı bu kadar büyük bir hayal kırıklığı olmazdı. Barışa yaklaşmış olduğunu düşünenler, yoğun bir şiddet sarmalı içerisinde kalmış olmanın hayal kırıklığını yaşıyor. Siz bunu neye bağlıyorsunuz?
- Selahattin Demirtaş : Aslında bu konuda söylenebilecek çok şey kalmadı. Detaylarıyla konuşuldu, anlatıldı, İmralı görüşmeleri kitap olarak yayınlandı. Bu işin kim tarafından nasıl, hangi gerekçelerle bitirildiği mevzusundan çok, konunun tarihselliğine dikkat çekerek sorunuza cevap vereyim.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana baskı altında olan üç temel toplumsal kesim vardı. Biri İslami kesim, biri halk olarak Kürtler, diğeri de hem inanç hem de ideolojik referansları itibariyle Alevi ve solcular. Bu üç kesim her zaman baskı altındaydı.
AKP iktidara geldikten sonra bir fırsat doğdu. Cumhuriyetin baskı altına aldığı bu kesimler, demokratikleşmeyle birlikte, birbirini tanıma ve geçmişle hesaplaşma, helalleşme fırsatı yakaladılar. Fakat bunu başarabilmek için, bütün kesimlerin hakkını hukukunu gözeten ve bu sorunu tarihselliği ile ele alabilen liderliğe ihtiyaç vardı.
Said Sefa: Devletle yüzleşmeyi ve devletin mağdur ettikleriyle yüzleşmesini mi kast ediyorsunuz?
- Selahattin Demirtaş: Evet, çünkü devletin nasıl kronik bir hastalık taşıdığını herkes biliyordu. Kemalistler mevcut yapıyı korumak dışında hiçbir seçenek sunmuyordu. İslamcılar, Kürtler, solcular ya da Aleviler kategorik olarak bu toplumsal kesimler, yeni projeler sunabiliyorlardı. Bu dediğim şeyler, 2000 yılına kadar hatta AKP iktidara geldikten sonra da tartışılan ya da gerçekliğini koruyan olgulardı.
Bu olgusal sorunları, Kürt müzakere süreciyle bir masa etrafında çözebilme fırsatı yakalandı. Mesele sadece Kürtlerin meselesi değildi. Demokratikleşme problemiydi. Eğer bu gerçekleşebilseydi tüm kesimlerin tarihsel sorunları çözülebilirdi. Fakat bunun için 'hep bana Rabbena' demeyecek bir lidere ihtiyaç vardı. Onun Erdoğan olmadığı anlaşıldı ve nihayetinde çözüm süreci de bitmiş oldu.
Said Sefa: Bu işin Erdoğan ile yürümeyeceğini ve netice alınamayacağını sizler veya örgüt cenahı ne zaman fark etti? Buna rağmen görüşmeleri neden devam ettirdi?
- Selahattin Demirtaş: Başından itibaren taraflarda kaygı vardı. Çünkü şu biliniyordu: "Erdoğan'ın başka bir ajandası var." Kendini merkeze koyduğu, geri kalan bütün dünyayı etrafında döndürmeye çalıştığı bir ajandası vardı ve bu rahatsız ediciydi. Bizim için şok edici, şaşırtıcı değil rahatsız ediciydi. Çünkü bunu biliyorduk.
Bunu hem söylemleriyle hem pratiğiyle ortaya koyuyordu. Fakat sonuçta masadaydık; ve o masadan barış çıkarabilmek için ille de dört dörtlük demokrasiye inanmış bir liderin gelmesini beklemek gibi bir lüksümüz de yoktu. Mevcut tablo buydu; biz oradan çözüm çıkarmaya çalışıyorduk.
Aynı şekilde Erdoğan da bize güvenmiyordu. Çünkü bu söz konusu gizli ajandasına hizmet etmeyeceğimizi ona, hissettiriyorduk. Dolayısıyla tam güvene dayalı bir süreci hiçbir zaman yürütemedik.
Fakat, işler ne zaman kopmaya başladı derseniz? Dolmabahçe Mutabakatı kamuoyuna açıklanmadan 22 gün önce tartışılmaya başlandığında, biz artık netleşmiştik. O güne kadar, iki yıl boyunca, taraflar birbirini tanımaya, anlamaya çalıştılar. Bunlara hep diyalog süreci dedik ve hep sohbet tarzında geçti.
Karşılıklı güven arttırıcı, güven oluşturucu tedbirler alma yönünde adımlar atmaya çalıştık, bunu tamamıyla olmasa da kısmen başardık.
Nihayetinde diyalog bitip, müzakere dediğimiz işin aslının tartışılacağı, dosyalarla çözüm önerileriyle gelinecek toplantılara sıra geldi. Bu konuda da bir mutabakata varıldı. Artık o toplantılar yapılacaktı.
Dolmabahçe Mutabakatı, bu toplantıların deklaresiydi aslında. Orada Erdoğan kendini açığa vurdu. Dolmabahçe Mutabakatı’nın 10 temel ilkesi vardı. Bunlar tartışılacak deniyordu. Taraflar bunu kabul ediyor anlamında değildi. Bunlar tartışılacak ve bu çerçevede PKK silahsızlanma kongresini toplayacaktı. Böyle bir metindi.
Bu on madde, kurumsal demokrasinin önünün açılması anlamına geliyordu. Erdoğan bunları tartışmayı kabul ettiği an hayalinde yıllardır hazırlığını yaptığı o ben merkezli sistem ve modelden vazgeçmiş olacaktı. Bizim ona sunduğumuz teklif, onun için bir turnusol kağıdıydı.
Çözüm sürecinin devam etmesi için ,Erdoğan'ın oyalama işinden vazgeçmesi gerekiyordu. Bunu çok iyi biliyorduk. Netleştirme açısından da çok önemli. Erdoğan'ın, Dolmabahçe Mutabakatı'na verdiği tepkileri hatırlıyorsunuz. İlk anda kendisine şöyle aktarılmış; "Öcalan Dolmabahçe'de silahı bırak çağrısı yaptı."
Kendisi de medyasıyla, bir iki gün öncesinden bunun ön hazırlığını yaptı. 'Silah bıraktılar, bırakıyorlar’ diye. Sonunda da açıklama yapılır yapılmaz dediler ki 'işte beklenen gün geldi.' Erdoğan, "Uzun yıllardır bu çağrıyı bekliyorduk. Olumlu bir çağrı" dedi. Ben, aynı saatlerde Antalya'daydım, çok iyi hatırlıyorum. Bir TV kanalından, bana bağlandılar.
Dedim ki; ''Bu çok önemli bir çağrıdır. PKK silahları bırakmak için kongre toplama çağrısı yapmıştır. Ama on temel ilkeyi de tartışalım demiştir. Eş zamanlıdır bu ikisi. Sadece silah bırakma çağrısı olarak düşünmeyin, yanılırsınız. Çünkü öyle konuşulmadı.''
Bu açıklama, Ankara'da soğuk duş etkisi yarattı. 'O da nereden çıktı' demeye başladılar. Oysa bunlar, deklarasyonda vardı, ben kafama göre uydurmuyordum.
Said Sefa: Sizi, o zaman 'süreci bozuyor' diye eleştiriyorlardı.
- Selahattin Demirtaş: Ankara'dakilere, bakanlara, Başbakan’a şunu anlatmaya çalıştım hep. PKK'yi kandırmaya çalışmayın, bu çocuk oyunu değil. Hakiki bir iş yapalım ki sonuç alalım. Dolmabahçe Mutabakatı bu yüzden 22 gün tartışıldı.
Bunlar, 'PKK silah bırakacak diye bir çağrı yapalım' diyordu. Biz de ''PKK bunu kabul ederse biz tabi ki itiraz etmeyeceğiz'' dedik. Heyeti, Kandil'e gönderdik. Belgeyle birlikte gittiler. Heyetimiz döndükten bir veya iki gün sonra Cemil Bayık çok sert bir açıklama yaptı. "Bu, çocuk oyunu değil; biz de çocuk değiliz. Ya adam gibi deklarasyonu yayınlayın ya da yayınlamayacaksınız, çıkın bunu açıkça söyleyin."
Çünkü Ankara,"Seçim öncesi PKK'ye silah bıraktırdık" imajı yaratmak istiyordu. Bıraktırmak değil, bu algıyı yaratmak. Seçim öncesi oy depolamak için buna ihtiyaçları vardı. Yoksa PKK'nin o açıklamayla, silah bırakmayacağını çok iyi biliyorlardı.
Biz de, uğraştık dedik ki; ''Hakiki bir silah bırakma süreci olsun, karşılığı olsun, seçim öncesi bir taktik olmasın.'' Ve sonuç itibariyle o deklarasyonu açıkladık. Başbakan ve AKP tayfası, bir illüzyon yaratmak üzere deklarasyonu kullanmaya kalktılar. Biz "Hayır deklarasyon o değil, gerçeği şudur, silah bırakma da var, müzakere de var" deyince, hava değişti. Çünkü, buradan elde edecekleri siyasi rantın oluşmadığını gördüler.
Yaklaşık 12 gün beklendi. Kamuoyu yoklamaları yaptılar. Bir anda yüzde 50'ye çıkacaklarını düşünüyorlardı. Tarihte ilk defa bir başbakan, bir cumhurbaşkanı, bir hükümet, 'PKK'ye silah bıraktırıyor' algısıyla muazzam bir etki yaratacaktı. Yaratması da çok normaldi. Fakat açıklama bu değildi.
Dolayısıyla net kararı verdiler. '7 Haziran sürecine girerken bu iş HDP'ye yarıyor' dediler. Erdoğan, zaten bu on ilkeyi kabul etmeyecekti. Dolayısıyla, İmralı'da sadece silah bırakma konuşulmayacaksa görüşmeler, masa falan gereksizdi. "Görüşmeye gidilecekse eğer, gidilecek silah bırakma konusu konuşulacak" dedi. Bunu Dolmabahçe Mutabakatı’ndan önce söylemiyordu. Çünkü silah bırakmanın koşulunun ne olduğunu kendisi de biliyor ve kabul ediyordu.
İş ciddiye varınca, işi yokuşa sürdü ve süreç noktalandı. Eğer Erdoğan, sadece kendini düşünmek yerine "Cumhuriyet’in tüm sıkıntısını yüklenmiş olarak geldik, Kürt'ün de Alevi'nin de İslamcının da derdi var. Biz bu masada, bütün bu dertleri demokrasiyle çözelim, sonrası Allah kerim" deseydi, o masa kesinlikle dağılmazdı ve oradan en azından demokrasinin yol haritası çıkardı.
Tümüyle demokrasi çıkardı demiyorum ama yol haritası çıkardı. Bu yüzden süreci bozdu. Çünkü biz, onun başkanlık sevdasına hizmet etmeyeceğimizi, Dolmabahçe Mutabakatı tartışmalarında da, masayı devirdiğinde de, Meclis’te de çok net ifade ettik.
Madem sen, masayı devirdin bütün o başkanlık hevesin için, biz de senin o hevesine zaten hizmet etmiyoruz, var olduğumuz müddetçe de etmeyeceğiz.
Aslında ideolojik bir çatışma yaşadık diyebilirim. Biz çoğulcu bir demokrasiyi, yerinden yönetim modelini savunuyorduk; anlayış olarak da bütün inanç ve kimliklerin eşitliğini savunan özgürlükçü bir laikliği savunuyorduk. Erdoğan bu üç anlayışın tersini savunuyordu.
Çoğulcu demokrasiye karşı Türkçü, milliyetçi, İslami bir form içerisinde, yerel demokrasiye karşı tek adam yönetimini arzuluyor, ayrıca, sair kimlikleri ve inançları Türkiye'de asli unsur olarak görmüyor, yetkileri, egemenliği paylaşmayı da kabul etmiyor.
İki ayrı uçtuk aslında Erdoğan'la. AKP'yle demiyorum, Erdoğan'la. AKP'de farklı düşünenler vardı. Bir bütün olarak AKP'yle bu krizleri her an yaşıyoruz demiyorum. Ama krizin temel nedeni Erdoğan'dı.
Fehim Işık: Dediklerinizin yansımasını 5 Nisan'da Ağrı-Diyadin provokasyonuyla gördük. Erdoğan, şiddet ortamında seçime girmek istiyordu bunu beceremedi. PKK de seçim öncesi Erdoğan'ın elini güçlendirecek bir seçim atmosferinin oluşmasına fırsat vermedi.
Hükümetin kurulmayacağı görülüp, erken seçim şekillendirildikten sonra bir şiddet ortamı başladı. Özellikle bölgede konuştuğum insanların önemli bir bölümü, 'PKK 7 Haziran öncesindeki gibi davranabilir, şiddet ortamı yeniden bu noktaya gelmeyebilirdi.' diyordu.
Gerçekten bu tablo mümkün müydü? Mesela, HDP şiddetin yeniden başlamasının önüne geçebilecek bir siyaset üretebilir miydi; ya da böyle bir tabloda HDP'nin payı ne?
- Selahattin Demirtaş: Yeniden şiddet ortamı oluşmasın diye çok uğraştık. O döneme bakılırsa bu çok daha iyi görülecektir. Bütün bu kan revan acılar ölümler içerisinde 7 Haziran sonrası HDP'nin yaptıkları belki gözlerden kaçtı. PKK nasıl davranırdı; nasıl davranması gerekirdi; o onların bileceği iş, onların vereceği karar.
Ama biz hep şunu savunduk. Koşullar ne olursa olsun barışçıl yol ve yöntemlerden vazgeçilmemeli. AKP daha mı saldırganlaştı, evet daha da saldırganlaştı.
Başbakan ve Cumhurbaşkanı diyor ki 'Ceylanpınar'da iki polisimizin katledilmesi üzerine biz operasyon kararı aldık.' Rusya'ya da dönüp diyorlar ki 'iki pilot için değer miydi Türkiye ile aranızı bozmaya.' Bu vesileyle anlıyorsunuz ki iki polisin hayatı, Erdoğan'ın ve Davutoğlu'nun umurlarında filan değil.
Zaten o olay tamamen kirli bir eylemdi. İlk etapta PKK'nin askeri kanadı üstlendi. Onlar da araştırınca, bunun kirli bir provokasyon olduğunu gördüler ve açıklama yapmak zorunda kaldılar. Failleri de henüz ortaya çıkarılamadı.
Demek istediğim, elbette PKK, 7 Haziran öncesi gibi davranabilirdi, davranmalıydı da. Bunu o kadar çok söyledik ki; benim bu konuda o kadar çok demecim var ki. Kaç miting yaptım, tarihleri tek tek çıkarılabilir.
Gittiğim yerlere bakın. Yüksekova, Varto, Başkale, Cizre, Nusaybin, Silopi, Silvan, yani hendeklerin kazıldığı ve örgütün tabanının olduğu yerler. Çağrıların hepsini buralardan yaptım.
Dedim ki; 'Baskıyı anlıyoruz, biz de parti olarak o baskıyı yaşıyoruz, Kürt gençleri de yaşıyor. PKK tahrik ediliyor bunun da farkındayız ama ne olursa olsun bize güvenin, lütfen silah kullanmayın.''
Her yerde de bu açıklamayı yaptım. Öyle ki, PKK yetkililerinden beni sert şekilde eleştirenler oldu. Fakat Ankara da bana yönelik aynı sertlikte açıklamalar yaptı.
Bütün siyasi riskleri alarak o çağrıları yaptığım günlerde, Başbakan ve Cumhurbaşkanı bana hakaretle; beni tehdit etmekle meşguldü. 'Adam iyi bir şey söylüyor, savaş dursun diyor, PKK'ye çağrı yapıyor, en azından bu açıklamasını destekliyoruz' diyebilirlerdi. Demediler, duymazdan geldiler.
HDP olarak çözüm bulmak adına Avrupa'yla, Kandil'le görüştük, özellikle Avrupa'ya çok sayıda heyet gönderdik. Kandil'e hava saldırıları olmuştu, onlarla çok fazla diyaloga geçemedik. Ve sorunuzda belirttiğiniz şeyi anlatmaya çalıştık.
Fakat dönüp dolaşıp şu geldi önümüze: "Tarihin en büyük askeri saldırısıyla karşı karşıyayız", ki Davutoğlu da bunu teyit ediyordu. "Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en başarılı ve en büyük operasyonlarını yapıyoruz" dedi.
Müzakere masasından yeni kalkmış olduğunuz bir örgüte karşı bunu yapıyorsunuz, iki polisimizi öldürdü bunlar, diyerek. İki polisin canını önemsizleştirmek için söylemiyorum, bununla birlikte çözüm süreci boyunca onlarca polis, asker öldürüldü, cadde ortasında, pazar yerinde infaz edilenler oldu. Ama hükümetten 'süreci bozduk, Kandil'e operasyon yaptık' sözünü duymadık. Süreç boyunca ateşkes ihlali sayılabilecek şeyler karşılıklı olarak yaşandı ama o zaman bozulmadı...
Yani, Kandil şunu söylüyordu; "Biz gece gündüz bombardıman altındayken, kimse bize cevap vermeyin, yerinizde oturun diyemez, bizim pozisyonumuz budur, kararlılıkla kendimizi savunacağız"
Hem açıktan hem de heyetlerimize verilen cevaplar buydu. Daha fazla ne yapabilirdik? Koşullar uygun olsaydı, Türkiye'nin batısında büyük kitlesel mitingler yapmayı istiyorduk, bunları orada da dillendirebilirdik. Ama ortam provokasyona açıktı, kitlesel mitingler yapmak istedik ama yapamadık. İstanbul mitinglerimiz için, canlı bomba tebligatı yapıldı, iptal etmek zorunda kaldık.
Ama yine de 1 Kasım öncesi ve sonrası büyük barış mitingleri yapabilirdik. İki taraf üzerinde daha büyük baskı kurabilirdik. Evet, HDP mükemmel bir siyaset yaparak süreci götürdü diyemeyiz.
Fakat hükümetin ve yandaş medyanın, bütün olup bitenlerin günahı, sorumlusu HDP'dir, süreci HDP bitirdi, savaşı HDP çıkardı, dökülen kanların sorumlusu HDP'dir suçlamalarını asla kabul etmiyoruz.
Arzu Yıldız: Zaten şöyle bir durum var. Miting yapsanız da elinizde medya gücü yok. Miting alanına gelenler dışında medyanın gösterdiği kadar sesiniz duyulabiliyor.
- Selahattin Demirtaş: Az önce bahsettiğim bölge gezisi, on gün sürdü. Her gün bir iki ilçeyi geziyorduk ve yanımda partinin bütün ağır topları da vardı. Yani barış çağrılarını kişisel olarak yapmıyordum, parti olarak yapıyorduk. Hükümet medyasında tek bir cümleyle bile haber olmuyordu. Tam tersine hedef gösterilecek şeyler yapılıyordu.
O günlerde, gençlere o kadar net çağrılar yaptım ki; 'Hendeğe, barikata, ölmenize, öldürmenize gerek yok, silaha gerek yok, biz varız, bizi seçtiniz biz varız, artık bunu bırakacaksınız' diye. Ve bu çağrıları halk, büyük bir coşkuyla alkışlıyordu. Bugüne kadar yapmadığımız kalabalıkta büyük mitingler yaptık o ilçelerde.
Arzu Yıldız: Konuşmanızın başında çözüm sürecine, diyalog süreci dediniz. Şöyle anladım, ilk etapta diyalog süreci olacaktı, daha sonra çözüme gidilecek ve en son barış süreci yaşanacaktı. Hükümet diyalog sürecini geliştirdi, ama çözüm sürecine başlanması gerektiğinde, orada bıraktı.
- Selahattin Demirtaş: Diyalog sürecini devam ettirdik ama çözüm sürecini başlatamadık. 11 Nisan diye hatırlıyorum, İmralı Adası’na gidilecek ve diyalog sürecinden çözüm sürecine geçilmiş olacaktı. 5 Nisan'da son toplantımızı yapmıştık. Bir hafta sonra müzakere heyetleri gidecekti ve tam da o gün çözüm süreci başlayacaktı.
Said Sefa: Ülke, otuz beş kırk yıldır, bu meseleden mustarip ve mağdur. İlk defa sorunun çözülebileceği ümidini siz verdiniz. Yani, Selahattin Demirtaş ismi bu ümidi verdi. Size oy veren, vermeyen herkes dedi ki 'evet bu defa olacak.' Size, böyle bir güvenle yaklaşıldı. Şu an insanlarda büyük bir hayal kırıklığı var. Siz bunun mesuliyetini hissediyor musunuz?
- Selahattin Demirtaş: Evet, çok ağır bir sorumluluk hissediyorum. Çünkü cumhurbaşkanı adayıydım. 7 Haziran'da da kampanyanın öncülüğünü yürüttüm, kolektif başarıyı temsil eden sembolik bir isim haline getirildim. Bu benim tercihim olmasa da kitleler böyle bir şeye ihtiyaç duydu ve ben bundan kaçmadım.
Fakat şunu bilecek kadar da gerçekçiyim. Özgürlük içermeyen bir barıştan söz edilemez. Özgür olmayanın barışı da olamaz. Bunu bilecek kadar da gerçekçiyim. Demokratik ve özgür bir toplum veya ortam yaratamazsak asla barış olmayacak.
Barış dediğimiz, silahların sustuğu hal değildir. Onun adı ateşkestir. Ya da çatışmanın geçici olarak ertelendiği durumlara barış denmez. İki insan arasındaki ilişkiden, devletler arasındaki ilişkilere kadar bu böyledir.
Bir yerde çatışma potansiyeli, çatışma gerilimi varsa orada barış yoktur. Çatışmaya dönüşüp dönüşmemiş olması durumu değiştirmez. Bu işçiyle patron arasında da kadınla erkek arasında da, Kürtlerle devlet arasında da böyledir.
Türkiye toplumunun önemli bir kısmı bizden şunu bekledi; 'İlüzyon da olsa, bize bir barış verin.' Çünkü çok özlemiş insanlar. Kırk yıl her gün kan, gözyaşı, ölüm içinde geçmiş. İnsanlar savaştan, ölümden o kadar usandılar ki.
Özellikle ülkenin batısı, benim şahsımda Kürtlerin, Kürt hareketinin Türkiye ile Türk toplumuyla eşitlik temelinde bir arada yaşama duygusunun uygunluğunu gördü. Ve bu barışa inanmak, bir an önce de kavuşmak istedi. Fakat biz kimseyi kandıramazdık. Özgürlük içermeyen, adalet içermeyen hiçbir durum barış değil.
Erdoğan, bunu bozdu. Onun bizden istediği bir illüzyondu. Bu illüzyondan7 Haziran'da da yararlanmak istedi. Yüzde 50 civarında oy alacak, 330'dan fazla milletvekili alacak, HDP baraj altı kalacak, kendisi de bildiğini yapacaktı.
Peki ya sonra? Sonrası büyük bir felakettir. Belki bugün yaşadığımızdan daha büyük bir felaket olacaktı. Çünkü toplumun demokrasi ve barış umutlarını çalıp kendi kişisel egosu için harcamış olacaktı ve bunu hiç kimse, hiçbirimiz kabullenmeyecekti.
Yıllarca demokrasi ve özgürlük için bedel öderken, ödediğimiz bu bedellerden oluşan bir değerler sistemi biriktirmişken, Erdoğan'a başkan olsun bunu armağan edemezdik. Benim onlarca arkadaşım, üniversite arkadaşlarım, okul arkadaşlarım savaşta öldü. Onlarcası, bizzat tanıdıklarım.
Belki en az bedel ödeyenlerden biriyim. Beş çocuğunu kaybetmiş anne tanıdım, barış annesi. Sakine Ana. Her gün barış için yollarda, barış istiyor. Onun yanında biz bedel ödedik diyemeyiz.
Solcusu, İslamcısı, Kürdü, Alevi’si ülkemiz özgürleşsin, demokratikleşsin diye bu kadar bedel ödeyeceğiz; sonra bir beyefendi çıkacak başkanlık hırsları uğruna bütün bu birikimleri heder edecek, biz de göz yumacağız...
Hayır. Gerçekçi hakiki bir barış süreci için mücadele ediyorduk halen de o noktadayız. Türkiye'nin büyük talihsizliği. Tarihi bir fırsat çıktı karşımıza ve kişisel hırslarını, egosunu büyütmüş bir lidere dönüşen Tayyip Erdoğan bu tarihi fırsatı kaçırdı.
Öyle olmasaydı; bugün Türkiye, hem bölgede hem de uluslararası arenada kısa sürede güçlü bir ülkeye dönülebilirdi. Gerçekten üzülüyorum. Türkiye toplumu medya aracılığı ile o kadar zehirleniyor ki bu gerçekliği fark edemiyor.
Kişisel olarak bana tepki duyan, öfke duyan insanlar da var. Fakat bu işten, beni sorumlu tuttukları için değil, içine düşülen kaotik durum, mutsuzluk çaresizlik durumu, tepkinin öfkenin ve eleştirinin bir kısmının bana yönelmesine neden oluyor. Bunu anlayışla karşılıyorum.
Said Sefa: Aslıda öfke değil de daha çok hayal kırıklığı.
- Selahattin Demirtaş: Bu anlaşılır bir şeydir. Aslında, 7 Haziran ve Cumhurbaşkanlığı seçiminde söylediklerime bakılırsa, bugün farklı bir şey söylemiyorum. O gün de insanlara şunu söyledim, bana veya liderlere değil, ilkelere güvenin, bizi kurtaracak olan Tayyip, Selahattin değildir, ilkelerdir, evrensel ilkelerdir. Defalarca bunu söyledim.
Bir fenomen, kült, lider yaratmak için yola çıkmadım. Ama kitleler böyle olsun istiyorlar. Bu aslında toplumsal psikoloji açısından iyi bir şey değil.
Said Sefa: Örgütün sizin üzerinizde 'Türkiye tarihinin en büyük saldırıları olurken bize barış deyip durmayın, işinize bakın artık biz devredeyiz' diye baskısı oluyor mu? Bu baskıyı aşma durumunuz nedir?
- Selahattin Demirtaş: Dünyanın en zor partisinin eş genel başkanıyım. Dünyanın en zor partisi. Kesinlikle bundan eminim.
Parti içi ve parti dışı dengeleri bir arada tutmak ve hala 'biz Türkiye'nin partisiyiz, barış istiyoruz' demek kolay değil. Daha, geçen hafta Cizre'den 167 insanın cenazesi çıktı. 137'sinin bedeni tanınmayacak halde, teşhis edilemiyor. Ve biz o insanlara 'Türkiyelileşeceğiz, barışa gideceğiz' diyoruz. En çok oyu, aldığımız insanlar onlar. Cizre, Sur, Silopi… Kolay değil.
20'den fazla bileşenimiz var partide. Tek bir siyasi hareketten de oluşmuyoruz. Savaşın tam da göbeğinde barış için uğraşan bir partiyiz. Dokuz yıldır siyasetteyim, bugüne kadar PKK'den bana ne bir talimat gelmiştir ne de baskı anlamına gelecek tek bir şey. Fakat silahın ve savaşın kendisi zaten olağanüstü bir baskıdır.
Yani kimsenin çıkıp ekstradan, bana bir şey söylemesine gerek yok. Silahın, savaşın bu kadar yoğun kullanıldığı bir ortamda, siyasetin başka şeylerle yapıldığı bir alanda, demokratik siyaset alanı daralır. Bundan doğal ne olabilir. En çok zorlanan, en çok sıkışan, en çok baskı altında kalan biziz.
Hiçbir zaman PKK ne bir açıklamasında; ne de bizim görüşmelerimizde 'Türkiyelileşmeye karşıyız, HDP niye hala bunu savunuyor' gibi bir eleştiri getirmiş değil. Ama, PKK tabanından 'niye bu kadar çok barış söylemi kullanıyorsunuz, biz ölürken, devlet bize bu kadar zulmederken, niye barışalım diyorsunuz' diyorlar, çok sayıda böyle eleştiriler alıyoruz.
Bu insanlar, savaş istediği için değil. Barış duyguları ve çağrıları, o kadar horlanmış ki bir minnet, bir yalvarma, karşıdan bir medet umma hali olsun istemiyorlar. Barış bir mücadele sürecidir. Barış taşları, özgürlük mücadelesi sırasında yola döşenir. Biz buna inanıyoruz, yoksa barış dilencisi değiliz hele de bu konuda AKP'den hiç bir şey beklemiyoruz.
Bu bir kasırgadır. Bu kasırga, bu sel gelip geçecek. Geri dönüp baktığımızda dik durmuş olanlar, ayakta kalacaklar. Geri kalanlar, yıkılmış, sağa sola savrulmuş olacak. HDP'nin ağacı eminim ki bu kasırgadan dimdik çıkacak.