'Deniz'le balık yiyip rakı içtiğimiz o gece'

'Deniz'le balık yiyip rakı içtiğimiz o gece'
T24- Vatan gazetesi yazarı Reha Muhtar, dün akciğer kanserinden hayatını kaybeden meslektaşı ve yakın arkadaşı Cumhuriyet Gazetesi yazarı Deniz Som'un ardından bir yazı kaleme aldı.Reha Muhtar'ın bugün (16 Ekim 2010) yayımlanan yazısı şöyle:Deniz'le balık yiyip, rakı içtiğimiz o gece...Kız arkadaşını da al hadi akşama bize gel...” demişti, “Sana kendi ellerimle balık yaparım!.. Rakı açarız, muhabbet eder, program işini konuşuruz...”

Atina‘dan İstanbul‘a yeni geldiğim günlerdi...

O yıllarda birlikte yaşadığım, İstanbullu Marianna‘yla beraber Türkiye’ye dönmüştüm...

O eşiyle bizi evlerine yemeğe davet ediyordu...

O Cumhuriyet gazetesinde 14 yıl çalışmıştı...

Bense Milliyet gazetesinde 10 yıl...

 Büyük gazetelerde işe başlayan muhabirler gün gelir, meslekte yeni atılımlar yapmak için kendi kanatlarıyla uçmak zorunda kalırlar...

Çünkü stajyerlikten işe başladıkları kendi gazeteleri, onları bir türlü “büyümüş gazeteci” kabul etmez...

O gazetecileri başka yerlerde kendilerini kanıtlamak zorunda bırakır...

Deniz Som‘la kaderimiz aynıydı...

O doğduğu yuvası Cumhuriyet‘ten, ben kendi yuvam Milliyet‘ten, benzer nedenlerle ayrılmıştık...

İkimiz de Çetin Emeç‘le çalışmıştık...

O Hürriyet‘te, ben Milliyet‘te...

Çetin Bey, gazetenin genel yayın yönetmenliğinden ayrılmış, bir süre sonra da suikast sonucu öldürülmüştü...

Deniz de gazeteden ayrılmıştı...

***İkimiz de zor günlerden geçmiştik, geçiyorduk...

Eşi Harika evin salonundaki o büyük koltuğu gösterdi bana...

“Gazeteden ayrıldıktan sonra aylarca o koltukta oturdu ve karşıdaki bir noktaya sabit bakarak düşündü neler yapacağını...” dedi...

Gazeteciler dünyaya ahkam keserken, bir taraftan “Bab-ı Ali değil, Bab-ı adi diye niteledikleri” basın dünyasında aylar ve yıllar süren “işsiz”likle karşı karşıya kalırlar...

Hepimiz işsizlik günlerini, bu dipsiz kuyuları, bu “eve nasıl ekmek götürüleceğinin” kaygılarını yaşamışızdır...

İşsiz kalmayana, bir gazeteden kovulmayana bu meslekte “iyi gazeteci” denmez...Acının espriyle harmanlandığı bir züğürt tesellisi midir, yoksa gerçekten “kovulmayan adamdan iyi gazeteci olmaz” gerçek bir meslek şiarı mıdır bilinmez, ama bu sözler kırılan gururumuzu bir nebze onarır, acımtrak bir gazetecilik aidiyetiyle hayatımızı gözümüzde kutsar...

Deniz evliydi iki çocuğu vardı...

“İşsizlik günleri” evli bir gazeteci için iki kat ağırdır...

“Gururunuza ve onurunuza düşkünseniz öyle kalıverdiğinizi hissedersiniz” ortada “Ne yapacağım, nasıl yapacağım?” diye...***“Ben Arnavutum” derdi, inadını anlatabilmek için Deniz...

Gururu, onuru o işsiz günlerinde, onu sınırlamış “evine çocuklarına nasıl bakacağını düşünmekle, kendince haysiyetinden taviz vermeyen tavrı” arasında, salondaki o koltukta gözleri bir noktaya takılı kalmıştı...

Sıkıntılı günler yeni yeni geçiyordu hayatımızdan...

Büyük gazetelerdeki muhabirlik ve yazı işleri görevlerinden sonra, Nokta dergisinde köşe yazarlığına başlamıştık...

Deniz artık o koltukta oturmuyor, dergideki işi, eşi ve çocuklarıyla hayata yeniden merhaba diyordu...

Hep umut eder gazeteci...

“Yeni ve daha iyi bir şeyler olacak...” diye...

Mutfakta balık kızartırken espriler yapıyordu bana...

Mutluydu...

***

Marianna beni Atina‘da tanımıştı...

Atina‘dan bildirdiğim günleri dışardan yaşamıştı...

O gece “gazeteci hayatlarının dışardaki şatafatının, perde arkasında ne tür dramlar barındırdığını” ilk kez gördüğünü hissediyordum...

Etkilenmişti...

“Şöyle program yaparız, böyle program yaparız” diye atıp tutuyorduk...

Deniz’in elleriyle hazırladığı balıkları yiyor, rakı içiyor ve umudu meze yapıyorduk o “gazeteci soframızda...”

Bir gazetecinin eşi olmanın zorluklarını anlatıyordu Harika, “Marianna’ya yararı olur” diye...

Küçük Can ortalıkta koşturuyordu...

***Deniz Som, Emin Tanrıyar ve Vehbi Sargın‘ı Ateş Hattı programına kattığım gün, TRT Radyoevi’nin önünde bir çekim organize etmiştim...

“Profesyoneller” filminin o muhteşem enstrumantel müziğini, fona koymuş, “dördümüzün merdivenlerdeki buluşmasını” bizzat kendim montajlamıştım...

“Ateş Hattı, Deniz Som, Emin Tanrıyar ve Vehbi Sargın’lı kadrosuyla karşınıza geliyor...” diye fragmanları döndürmüştük...

Önce Vehbi, sonra Emin, şimdi de Deniz gittiler...

***Hasta olduğunu öğrendiğimde kısa bir yazı yazmıştım onun için...

Telefon açmıştı bana hemen; “ne duygusal adamsın sen” diye, “Bana bir şey olmaz merak etme... Hastalık benim onla nasıl savaşacağımı bilmiyor daha...”

CNN Türk’teki programa çağırdım...

Sanki hasta olan o değilmiş gibi, yanındaki tartışmacılarla kıran kırana tartışıyordu...

Sonuna kadar tartıştı, sonuna kadar savaştı...

Doktorların buna dayanamaz dediği durumlara dayandı...

Ama Türkiye gibi bir ülkede en olmayacak işi seçmiş “gazeteci olmaya” karar vermişti...

Hem de “adam” gibi bir gazeteci...

Onurlu, yürekli, dalkavukluk etmeyen, gazetecilik namusunu her şeyin üstünde tutan “adam” gibi bir gazeteci...

Bunların bedeli çok ağırdı bu ülkede...

“İşsizlik günleriniz, stres dolu mesleğiniz, baskılar, davalar, çekememezlikler, mesleki kıskançlıklar, ayak kaydırmalar, demokrasi dışı faktörler hayatı zindan ederdi size...”***Bir gün yaşadığı bunca meşakkate dayanamaz iflas ederdi vücut...

Vehbi, Emin ve şimdi de Deniz hepsi “deli ve yaratıcı gazetecilerdi...”

Hepsi gazeteciliği bir meslek değil, bir yaşam biçimi olarak seçtiler...

60’ını göremeyen üç genç gazetecidir onlar...

Şimdi yukarıda buluştular...

CNN’deki programın çıkışında çantasından bir kitap çıkardı, bana vermek istiyordu...

“Bu kitap oğlum Can’ın kitabı...” dedi, “Hani bizim evde biz balık yerken ayak altında dolaşan Can’ın kitabı...”

Yüzüne baktım gurur vardı, gözlerinin içi gülüyordu...