Selin ONGUN[email protected] Önce uyaralım; bu söyleşide referandumun ertesinde ivedi bir “direksiyon tutma” motivasyonuyla da başlayan Kürt açılımının “ikinci koşusu”nda ilgi gören popüler maddeler yok. Mesela BDP- AKP görüşmesi, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın Erbil yolculuğu, Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı Aysel Tuğluk’un İmralı ziyareti… 15 sayfa “ağırlığındaki” bu söyleşide bu başlıkların hiçbiri yok. Peki ne var; geçen hafta yayımladığımız “Güneydoğu’da neler oluyor?” dosyasında yer alan ve açılım haritasının bölgedeki fay hatlarına denk düşen maddelerin, BDP ve PKK çevrelerinde nasıl değerlendirilebileceğini okuyacaksınız. Gülen cemaati ve Mustazaflar’ın “PKK, tüm dindar grupları kendine hedef seçti” açıklamasının PKK’daki karşılığı ne? PKK için Gülen cemaatine yönelik saldırılar neden devletle çatışmak demek? PKK ve Mustazaflar, Gülen cemaatine karşı “voltran” yaptı mı? BDP heyeti Fethullah Gülen’e ziyarete gidebilir mi? Örgüte göre Gülen cemaati devletteki hangi algısını meşrulaştırmak için ne yapıyor? PKK nasıl bir “İslam açılımı” yaptı? Roj TV ve Günlük gazetesi neden “inanç haberleri” de yapıyor? PKK 10 yıl önce neden Said Nursi’ye atıfta bulunmuyordu, bugün başvurdukları alıntı ne? Dağdakiler Said Nursi ve Ali Şeriati dışında ne okuyor? Öcalan Emevi İslam’a neden karşı? Kürt basın ve siyasetindeki Kandil vesayeti nasıl kalkar? Kandil ve İmralı Kürt gazetelerinin ‘iç bülten’ kapsamında olmasına karşı mı? Günlük gazetesinin yazı işleri masası ne kadar homojen? Türk ve Kürt basınının ortak noktası ne? Şimdiye dek kaç gazete çalışanı cezaevine girdi, kaçı öldürüldü? Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Merkez Yürütme Kurulu Üyesi ve Günlük Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ayhan Bilgen www.t24.com.tr için anlattı. Eski Mazlum-Der Başkanı Bilgen’in sadece Kürt siyasetinde “kabul gören” bir İslamcı aydın olmadığını not düşerek, Kürt sorununun ve şiddetin noktalanması için mesai harcayan her “taraf”a sayfalarımızın açık olduğunu tekrar ederek, Bilgen’in değerlendirmelerini aktarıyoruz. -“Güneydoğu’da neler oluyor?” dosyasımızda yer alan Gülen cemaatini ve PKK’yı çok yakından tanıyan söyleşi konuğumuzdan bir alıntıyla başlayalım; “Gülen okullarına bina kiralayanlar PKK tarafından dağlarda ‘mahkeme’ ediliyor. Öldürülen imamlara, kaçırılan Kuran kursu çalışanlarına, kundaklanan yurtlara bakıldığında Mustafa Sungur’un cemaatinden Süleyman Hilmi Tunahan’ın öğrencilerine uzanan bir ‘hedef kadrajı’ mevcut. Sadece Gülen cemaatine değil, bölgedeki tüm dindar yapılara baskı var. Hakkari’de PKK’nın tekelinde olan cami ve imamlar artıyor.” Bu değerlendirmenin sizde yarattığı refleks nedir? Burada sürecin ve yaşanan tablonun sonuçları üzerine tartışmak yerine aslında onu doğuran sebepleri sorgulamamız lazım. Savaş gerçekse, varsa, can yakmaya, herkesten bir şeyler götürmeye devam edecek. Bu bir temenni değil, sadece tespit. Kimden gelirse gelsin, her türlü baskıya karşı duruyorsak, dilimizin ve çalışma yöntemimizin de buna uygun olması gerek. Ben bir insan hakları savunucusuyum, Kürt sorununu anlamaya çalışan, kalemini bu yönde tutan, sivil mücadele yürüten bir yerde duruyorum. Dolayısıyla mevcut fotoğrafı daha objektif okuma zorunda olduğumuz fikrindeyim. O meşhur deyimle, “İlk taşı bu günahı işlemeyen atsın” demek gerek. ‘Hiçbir gerekçe ölümü meşrulaştırmaz’ -Hemen soralım o zaman; öldürülen imam Aziz Tan, bu eylem sizin için bir cinayet miydi? Savunma ve direnme hakkı dışında hiçbir gerekçe ölümü meşrulaştırmaz. Benim açımdan hiçbir ölüme, “Oh olsun” demek söz konusu olamaz. Hatta bunu şimdi, böyle dile getirmeyi bile abeste iştigal. -Peki Günlük gazetesinde Aziz Tan'ın öldürülme haberini nasıl verdiniz? Haberi bütün yalınlığıyla, vaka olarak yansıttık. Örneğin BDP adına Gülten Kışanak, “İmamlara yönelik saldırıyı kınayan” bir açıklama yaptı, bunu da birinci sayfamızdan ön plana çıkartarak kullandık. Şimdi burada bir fiili meşrulaştırmak ya da gerekçelendirmek için asla söylemiyorum. Fakat benim algımda bireyin yaşama hakkını güvence altına almakla sorumlu olan muhatap devlettir. Bu eylemi yapan her kim olursa olsun, “Neden bu insanın yaşama hakkını sağlayamadınız?” diye soracağım tek muhatap var; devlet. Çünkü aksi takdirde şu dar denkleme girmiş oluruz. Biz ne yapacağız? Örgüte “İmamları öldürmeyin, sivillere eylem yapmayın” diyen yerde mi; yoksa devlete dönüp “Bu sorunu çöz’” diyen yerde mi durmalıyız? ‘PKK’nın insaf ve algı dünyasından mı yaşama hakkını bekleyeceğiz?’ -İkisini de yapmak gibi bir inisiyatifiniz neden yok? Bakın ben burada şuna dikkat çekiyorum; kendini hukukla tanımlayan, insanların yaşama hakkını güvence altına almakla sorumlu muhatabınız kim; bizler örgütün insaf ya da algı dünyasından mı yaşama hakkına saygıyı beklemek zorundayız? Bunu “Örgüte uyarı yapılmasın, örgütün yaptığı yanlış eylemler dahi eleştirilmesin” gibi bir anlayışla söylemiyorum. Tam tersi örgütün özeleştiri vermesi, yüzleşme komisyonları kurulması, kendi içinde bir muhasebe yapması gibi faaliyetlerin gündeme gelmesinin önemine dikkat çekiyorum. Hatta bugün Anadolu Ajansı’nın geçtiği, bu eyleme yönelik olarak Bahoz Erdal'dan özeleştiri istendiği, yönünde bir haber vardı. -Ajansın geçtiği bu haberi gazetenizde kullanacak mısınız? Haber doğru mu; şimdilik bir şey söyleyemiyorum. Çeşitli kaynaklardan kontrol edilir, sonuca göre karar verilir. (Söyleşi yaptığımız günden sonra yayımlanan gazetede haber yayımlanmadı.) ‘Diyanet ve cemaatler devletin ileri karakolları olarak saf tutuyor’ -O zaman sizden şunu öğrenelim; Mustazaflar da, Gülen cemaati de aynı şeyi söylüyor: “PKK, tüm dindar grupları kendine hedef seçti.” Anlamak istiyoruz; neden böyle bir çatışma var şu an? Önce şunu iyi tarif etmek zorundayız. Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı ve cemaatler nasıl bir rol oynuyor? Sorgulamaya buradan başlamak zorundayız. Diyanet İşleri Başkanlığı, tıpkı MGK ya da YÖK gibi, resmi ideolojinin dini hayatı kontrol altına almak için kurulmuş bir ayağıdır. Gerek resmi din örgütlenmesi olan Diyanet İşleri Başkanlığı, gerekse cemaatler devletin ileri karakolları olarak bu kavgada saf tutuyorlar. Bu çok açık bir şey. Şu parantezi de açmalıyım; benim din özgürlüğü konusundaki tarifim çok geniş. Şiddete başvurmadığı müddetçe dini yaşamak konusunda herkes tebliğ niyetiyle okul açabilir, dergi çıkartabilir, hatta tekke ve zaviyeler yasası kaldırılmalıdır, cemaatler legalleşip şeffaflaşarak hesap sorulabilir hale gelmelidir.
‘Devlet sadece JİTEM’le savaşmıyor, imam eliyle de savaşıyor’
Fakat burada fiili olarak başka bir durum da mevcut; bu savaşın sadece silahlı araçları yok. Devlet sadece JİTEM’le, Özel Kuvvetler ile savaşmıyor. İmam eliyle savaşıyor, A cemaati ya da B grubunun eliyle savaşıyor. Şimdi siz topyekun savaş stratejisi güdeceksiniz, sonra da karşıdakine, “Niye benim koluma vuruyorsun, niye benim ayağıma basıyorsun?” diyeceksiniz! Burada savaşın gerçekliği, sıcaklığı, can yakacılığı konusunda gerçek bir fotoğraf çekmeliyiz. ‘PKK için Gülen cemaatine yönelik saldırılar devletle çatışmak demek’ -Soru şu mu; “PKK’nın Gülen cemaatinin bölgedeki faaliyetlerine yönelik saldırıları aslında örgüt açısından devletle çatışmak demek?” Tabii, bu çok açık. Aynı durum 1990’lı yıllarda Hizbullah için de geçerli olmuştu. -Yani PKK, Gülen cemaatinin bölgedeki faaliyetlerini devletin varlığı gibi mi okuyor? Burada devlet-cemaat ilişkisi, ortak düşmana karşı birlikte saf tutmadır. Bir örnek vereyim; Samanyolu televizyonunda PKK’yı, dağda yaşananları anlatan, reyting rekorları kıran, Deli Yürek’in yayınlandığı tarihte onun izlenme oranını bile geçen, bir dizi yayınlanıyor. Bu dizi birkaç kez Abant Platformu’nda da gündeme geldi. Bu dizide PKK’nın tarif ediliş biçimi şöyle; örgütün asıl amacı sanki ulus devlet ya da askere karşı olmak değil, dine karşı mücadele etmek. Bir PKK’lının asıl amacı dine karşı çıkmak, dağdakilerin bütün hayatları cinsel güdülerini tatmin etmek üzerine kurulu, v.s. ‘Samanyolu televizyonu psikolojik harbin bir ayağı’ Şimdi bu dizinin televizyonda yayınlanması sadece yayıncılıkla mı ilgili? Net bir tablo var; bu durum, psikolojik harbin bir ayağı. İsim vermem, söz konusu değil, fakat şunu bizzat bu dizinin oyuncularından dinledim; “Bu dizinin konsepti güvenlik bürokrasisi tarafından belirleniyor. Yapımcılarımızın, metin yazarlarımızın işi çok kolay çünkü her hafta birtakım önemli kurumlardan insanlar geliyor. ‘Bu hafta PKK’nın şu eylemini ön plana çıkartın, şunu senaryolaştırın’ diyorlar.” Şimdi bu durum, sürpriz bir şey değil. Burada kendini böyle bir savaşın tarafı olarak ilan eden, defalarca yapılmış uyarılara rağmen bu yayından vazgeçmeyen bir yapı var. ‘Abant toplantılarında, bu diziyi kaldırın, dendi ama…’ -Pardon anlayamadık; kim, nasıl uyarıldı? Abant Platformu’nda, o toplantılara katılan Müslüman aydınlar ya da dini referanslarla hareket etmeyen bürokrat ve aydınlar şunu dile getirdi; “Bu diziyi kaldırın, nefret duygusunu körüklüyor. Bu insanlar şiddete yönelerek suç işliyor olabilirler ama dağdakiler bu insanların çocuklarıdır. Siz bu yayına bu şekilde devam ettiğiniz müddetçe onların size çiçek vermesini mi bekliyorsunuz!” ‘PKK ve cemaat arasında rol alacak bir yüzleşme komisyonu kurmalı’ -Bölgedeki cemaat mensupları da diyor ki, “Bu hareket örgütün insan kaynağını kurutuyor. Bizim okullarımıza gelenler dağa çıkmıyor, taş atmıyor. Bize bu yüzden saldırıyorlar?” Bu tespit tümüyle doğru olabilir. Çizmeye çalıştığım fotoğrafı somutlaştırayım. Bu tabloyu oluşturan savaş konsepti değişmedikçe, bu eylemler ortadan kalkmayacaktır. Bölgenin aydınları, aktörleri bir “yüzleşme komisyonu” kurabilir. Mesela PKK’ya “Böyle eylemler yapma” denir, diğer tarafa da, “Gazetende, televizyonunda yaptığın yayınlarda böyle bir rol alma” denir. -“Böyle bir rol alma” derken? Zaman grubunun yayınlarına bakıyorsunuz; “PKK’yı Ergenekon kurdu” haberlerinden bol başka bir şey yok. Bakın Cihan Haber Ajansı’nın bölgedeki bir muhabirinden kendim duydum. “Haberi geçiyoruz. İstanbul gönderdiğimiz haberi bambaşka şekilde veriyor. Burada adım “yalan haberci”ye çıktı, sokağa çıkamaz hale geldim, istifa ettim” diyor. ‘Mustazaflar çatışmayı önlemek için, saldırılar Kandil onaylı değil, diyor’ -Şunu da soralım; görüştüğümüz Mustazaflar dedi ki, “Bize yönelik saldırılar, Kandil onaylı değil, buradaki derin yapıların kontrolünde yer alan PKK’lılar?” Mustazaflar kendi durdukları yerden süreci böyle yorumlayarak belki serinkanlı davranmaya çalışıyor. Durumun daha derin bir çatışmaya dönüşmesini önlemek için bu dili kullanıyor. Kürt siyasetinin içinde de bu duyarlılığı taşıyanlar var. Mustazaf-Der basıldığında, bu eylemleri kınayarak, ziyarete giden Kürt siyasetçileri ve sivil toplum temsilcileri oldu. Fakat bu olayların hepsinde çok karanlık noktalar var. Mustazaf-Der’in içinde, 1990’lı yıllardaki söylemle, “iti ite kırdırma” stratejisine yönelik bir provakasyonun olduğunu söyleyenler de var. Daha açık söyleyeyim; bunun Fethullah Gülen çevresinin emniyet içindeki güçleri tarafından örgütlendiğini düşünen Mustazaf-Der mensupları da var. Hatta bunu çok somutlaştırabilenler de var, diyorlar ki; “Televizyonlarında, gazetelerinde Hizbullah’ı, PKK’yı, İBDA-C’yi Ergenekon kurdurdu, diyen bir psikolojik hegomonya yaratılıyor. Biz bir daha böyle bir savaşın tarafı olmayacağız.” ‘Amacın kutsallığı adına öldüren de, yalan haber yapan da yüzleşmeli’ -Mustazaflar ile yaptığımız söyleşide “Ergenekon ile Fergenekon bize karşı ittifak yapıyor” deyince biz onlara şu senaryoyu da sormuştuk; “PKK ve Mustazaflar Gülen cemaatinin bölgedeki faaliyetlerine alerji duyuyor, bu bağlamda voltran yaptılar. Hatta PKK, Mustazaflar’a yönelik eylemsizlik süreci yürütüyor?” Görüşme notlarına baktığımızda Abdullah Öcalan’ın Fethullah Gülen’i önemseyen, bu hareketi izlediğini dile getiren beyanlarını görüyoruz. Şimdi burada iki gerçek var; 1) PKK’nın bölgede karşılık bulduğu önemli bir taban var. 2) Gülen hareketinin hem bölgede, hem de Ortadoğu’da artık ağırlıklı bir anlamı var. Dolayısıyla, bu hareketlerin üçlü, dörtlü karmaşık ağlara zemin hazırlamasını istemiyorsak, yeni bir sayfa açmak zorundayız. Bunu da geçmişin üzerine sünger çekerek değil, gerçekten hesaplaşarak, yüzleşerek yapmalıyız. -Sizce bu tarafların yüzleşmeleri gereken ilk madde ne? Kendi misyonlarını, varlık sebeplerini ve kullandıkları yöntemleri sorgulmak. Silahlı bir örgütün sivillere yönelik eylemlerini masaya yatırması gerekiyorsa, bir televizyon kanalının da bilerek yaptığı yalan haberleri masaya yatırması gerek. Amacın meşruiyeti, kutsallığı adına öldürmek, yalan haber yapmak, yardım dağıtmak; kozlarını kullanan herkes yüzleşmeli. ‘28 Şubat’ta işkence gören İslamcı radikal Kürtler, cemaatin polisleriydi, diyor’ -Amaç için şiddet uygulamakla, kuru gıda dağıtmak arasında bir fark olmalı ama değil mi? Bunu, bir kıyas yapmak için söylemedim. Fakat bu resimde şiddet kısmına dair şeyler de var. 28 Şubat döneminde o bölgedeki radikal islamcı çevrelerin işkence tezgâhlarında gördükleri muamele ile ilgili tarifleri var. “Bize işkence yapanlar aslında büyük çoğunluğu cemaat tarafından polis akademisinde yetiştirilmiş ilahiyatçı polislerdi” diyorlar. -Bunu diyen kim; Hizbullahçılar mı? Sadece onlar değil, 28 Şubat’ta o bölgede baskı gören, Kürt kimliği ve radikal İslam geleneğinde buluşan birçok grup bunu söylüyor. Hatta şimdi de aynı adreslerin kendilerini yargı yoluyla baskı altına aldığını ifade ediyorlar. ‘BDP heyeti Fethullah Gülen’e rahatsızlıklarını dile getirse…’ -Fakat tam bu bağlamda şunu soranlar da var; “Öcalan, Pensilvanya’ya güler yüzlü selamlar çakarken, cemaate yönelik bu saldırılar nasıl oluyor? ‘Önderimizin sözleri kabulümüzdür’ diyen PKK’lılar neden Öcalan’ın “önemsiyorum” dediği Gülen cemaatine saldırıyor?” Bunu izah edecek tek şey var; o da savaşın kendi doğası. Savaş akıl tutulmasıdır. -Bu bir klişe, mesela siz mevcut resimdeki tarafların eğilimlerini nasıl somutlaştırıyorsunuz? İntikam duygusunu kutsayıp, yüceltecek halim yok. Fakat olan aslında çok açık; intikam duygusu galip geliyor. Diyelim ki Öcalan, beyaz sayfa açmak için Fethullah Gülen’in şahsına yönelik bir barış mesajı veriyor. Peki bu mesaj hedefine ulaşıp, yanıt buluyor mu? Örneğin Fethullah Gülen kalkıp, “Samanyolu televizyonu, Zaman gazetesi BDP’nin aleyhine çalışmayın” diyor mu? -Şimdi bazı okurlar bu söylediğiniz üzerine, “Siz Pensilvanya ile İmralı’yı nasıl kıyaslarsınız?” diyebilir; ya da tam tersini. Şöyle bir tespit resmi koyalım o zaman hemen. Öcalan avukatları ile yaptığı haftalık görüşmeler ile devlete, örgütüne ve tabanına mesaj vermiyor mu? Bu imkânlar ölçüsünde şekillenen ve işleyen bir mekânizmadan bahsediyoruz. Benzer bir resim Fethullah Gülen için de geçerli. Gülen Amerika’da değil de burada, “ulaşılabilir” olsaydı ve mesela şimdi BDP heyeti kendisine giderek, rahatsızlıklarını dile getirse; ne olurdu? Ben meseleye buradan bakıyorum; herkesin “kirlenmeden” çözümden yana tavır alması gerek. Taraflardan biri devletin himayesine girmeyi, kendi meşruiyeti, gücü açısından Kürtlerle kavga etmenin iyi bir araç olduğunu düşünmeye başladığından, bu süreç çok tehlikeli bir yere gidiyor. ‘Gülen cemaati Kürt sorununda talip olduğu rol ile meşruiyetini inşa ediyor’ -Ve sizce şu an orada mıyız? Ben orada olduğumuzu düşünüyorum. Bundan 10 yıl önce, “bölücülük ve irtica” dendiğinde Ankara’da dillendirilenler arasında artık cemaatin adı çok geçmiyorsa, ki ben geçmemesinden yanayım, bunun sebebi cemaatin Kürt sorununda oynamaya talip olduğu roldür. Çünkü Gülen cemaati kendisini tehdit kategorisinden böyle çıkarıyor. Ancak devletin bir başka düşmanıyla savaş konusunda can siperhane olduğunda, kendisini feda ederek, bazen kadrolarını hırpalatarak bir rol üstlendiğinde kendisine bir meşruiyet alanı inşa oluyorsa, bu çok sorgulanması gereken bir konu. -Şimdi bu söylediğiniz üzerine, “Meseleye PKK açısından da bakalım” diyen biri sizi işaret ederek, “20 yıl önce Kürt basınında önemli bir sembolik yeri olan bu gazeteyi İslamcı bir Kürt yönetebilir miydi?” dese… Sözünüzü kestim, aslında çok önemli değil, fakat ben Karslıyım ve Kürt değilim. Zazalık da var, fakat ailem Türkmen. ‘Roj TV inanç programları, biz de inanç sayfaları yapıyoruz çünkü…’ -Şöyle düzeltelim hemen o halde; “Günlük’ün başında İslamcı bir yayın yönetmeni var. Bunun sembolik okumasını iyi yapmak lazım. Örgütün ‘mübarek Ramazan’ diyerek ilan ettiği, ilk kez dini referansları bu kadar açık dile getirdiği ateşkes kararı ile birlikte PKK’nın ‘İslam açılımı’ iyi analiz edilmeli” diyen bir akla ne dersiniz? Bence bu özellikle iki açıdan çok önemli. Toplumlar kendileri için mücadele eden örgütleri değiştirirler. Örgütler de, devletler gibi, bunu okurlar. Örneğin Türkiye Cumhuriyeti dindarlık, farklı etnik kimliklerin tanınması v.s. gibi konularda 1920’lerdeki söylemi nasıl benimsemiyorsa, örgüt de bunların farkında. Şimdi PKK’nın Ortadoğu’daki İslam realitesini okumaması mümkün mü? Bunun asimilasyon için kullanılması bir gerçek. İnsanların samimi duyguları olması bir başka gerçek. Bakın Roj TV, Ramazan ayında inanç programları yapıyor bugün. Bizim gazetemizde haftada bir kez, cuma günleri, inanç sayfası hazırlanıyor. -Ne zamandır? Gündem kapatılıp Günlük gazetesi çıkmaya başladığından beri. Yani yaklaşık bir buçuk yıldır. Bu yadırganacak, kınanacak ya da “Din istismar ediliyor” denecek bir şey değil. “Devlet de, örgüt de dini kullanıyor” kolaycılığına düşmeyen, bir sosyolojik vakadan bahsediyorum. Sosyal bir realite, taraflarda bir tutum değişikliğine neden oluyor. Dolayısıyla bu kamplaşmayı kırmak, ezberleri bozmak için desteklenmeli. ‘Tabanın din konusundaki hassiyetleri örgütü etkiledi’ -Fakat şunu soran olacaktır; Kürt sorununun “din şemsiyesi” altında çözümlenmesini isteyenlere yönelik PKK da aynı politikayla mı cevap verdi? Ben bunun karşılıklı etkileşim olduğunu düşünüyorum. Tabanın, toplumun din konusundaki hassiyetleri örgütü etkiledi. Ama tabii ki değişiklikler örgüte rağmen olan bir şey de değildir. Örgüt bu konsepti okur, dikkate alır, o doğrultuda yeni konseptler şekillendirebilir. ‘Öcalan biz Muhammedi İslam’a karşı değiliz, diyor’ -Kandil’in yönetici kadrosunun gündeminde bu tartışmanın yeri nedir? Tabii sorunuza direkt bir yanıt vermem söz konusu değil, ancak yansımalar olarak izlenimlerini aktarabilirim. Görüşme notlarında görüyoruz; Abdullah Öcalan’ın zaman zaman yaptığı tarifler var. Muhammedi İslam ve Emevi İslam ayrımı yapıyor meseala. Ali Şeriati bunu “Dine karşı din” diye tarif eder. ‘Örgütün kitaplarında, yayınlarında Bediüzzaman’dan alıntılar var’ -Öcalan burada nasıl bir çizgi çekiyor? “Biz Muhammedi İslam’a karşı değiliz, Emevi İslam’a karşıyız. Bize yönelik savaş da Emevi İslam algısından kaynaklanıyor; saltanatçı, iktidarcı, tek tipçi, inkârcı bir devlet politikası var ve bunun kullandığı bir din var. Karşı olduğumuz budur” diyor. Bunun yanında mesela örgüt yönetiminin açıklamalarında yine bu yönde verilen mesajlar var. Birtakım kitaplara, Ortadoğu’daki İslami hareketlere göndermeler var. Örneğin Bediüzzaman’dan alıntılar, atıflar var. -Bunu nerede yapıyorlar? İnternet sitelerinde, Roj TV’deki bazı programlarda verdikleri mesajlarda bunlar yansıyor. -Sünni İslam’a yönelik bir kucaklama mı? O denli bir ayrıntıya dahil oldukları izleniminde değilim. Ama sonuç olarak Said Nursi sünni bir Kürttür. Örneğin biz gazetemizde Said Nursi ve Risal-i Nur tefrikası yayınladık. -Ne zaman? Günlük’ün yayına başladığı ilk aylarda. Risale-i Nur’lardaki tahrifatlar, Nur cemaatinin eliyle Kürt kelimelerinin bu metinlerden nasıl çıkarılıp basıldığına dair bir yazı dizisi yaptık. Mesela şu an piyasadaki Risale-i Nur’lar, bir-iki yayınevinin baskısı hariç, Kürt kelimesinden ayıklanarak oluşturulmuştur. Bu da devletin 1950’lerde uyguladığı yöntemi, Nur cemaatinin kabul etmesi sonucu oluşmuştur. Kürt sorunundaki tarafların ‘Said Nursi çekişmesi’ -Güncele dönecek olursak, Mustazaflar diyor ki, “Cezaevlerindeki Hizbullah tutuklularının ders kitaplarında risaleler ilk sıradadır.” Bölgede güç kazanan Gülen cemaatinin nezdinde Said Nursi’nin kapladığı hacmi zaten biliyoruz. Şimdi sizden işin PKK tarafındaki güncelliğini de öğrendik. Bölgede Kürt sorununda “taraf” olan her kesim “Biz de Said Nursi’nin öğretisindeniz” havasında sanki? Ama bu kendisini defalarca Said-i Kürdi diyerek tarif eden Bediüzzaman’ın öğretisi. -Tamam ama PKK niye 10 yıl önce Said Nursi’ye atıfta bulunmuyordu? 10 yıl önce Türkiye’de insanlar birbilerinin sembol ve aktörlerini tanıma ve dile getirme konusunda belki bugünkü kadar rahat değildi. Saflar vardı; diğer yandan 68 kuşağından etkilenerek kurulan bir örgütten bahsediyoruz. ‘Dağdakiler Said Nursi, Ali Şeriati okuyor, Lübnan Hizbullah’ını izliyor’ -Biz de bunu sorguluyoruz; mesela şu an dağ kadrosunda Said Nursi okuyanların olduğunu söylemek ütopik mi? Hayır değil, ben okuduklarını ve orada yazılanları gayet iyi anladıklarını düşünüyorum. Hatta Ali Şeriati’yi, başka birçok düşünürü okudukları izlenimindeyim. Mesela Lübnan Hizbullah’ını, Nasrullah’ı da çok yakından izledikleri fikrindeyim. Lübnan’daki “birlikte yaşama” formatını dikkatle takip etttikleri düşüncesindeyim. Şimdi sorunuz üzerine şunu da konuşmak gerek; 10 yıl önce nasıl bir Said Nursi resmi çiziliyordu? İnsanların dillerinin yasaklanmasından etknik kökenlerinin inkâr edilmesinden yana bir Said Nursi mi? Yoksa tam ters, zulme karşı hareket eden, özgürce Kürdün Kürt, Ermeninin Ermeni olduğunu söylemesinden yana bir Said Nursi mi? Dolayısıyla değişiminin neden ve sonuçlarını dikkatli okumak gerek. ‘Kürt basın ve siyasetindeki Kandil-dağ vesayeti de kalkmalı ama…’ -Peki siz şu değerlendirmeye imzanızı atar mısınız; “Türk basınındaki, siyasetindeki askeri vesayet kalkmalı fakat Kürt basını ve siyaseti de bunu kendine dert edinmeli. Kürt basın ve siyasetindeki Kandil-dağ vesayeti de kalkmalı?” Bu yöndeki temennilerin hepsine imzamı atarım. Fakat savaşı ortadan kaldırmadığınız sürece bu vesayetin kalkması mümkün değil. Bu savaş devam ettikçe, devlet açısından askeri vesayet devam edecek. Kürt silahlı hareketi de bütün Kürt gruplarının çalışmalarında, medyasında, siyasetinde belirleyen olmaya devam edecek. ‘Sorunu çözmek isteyenler barıştan yana olan Kürt basınını dikkate almalı’ -Sezgin Tanrıkulu yaptığımız söyleşide çağrıda bulunmuştu; BDP’liler “Kandil’e dur, siyaseti bize bırak demeli.” Siz de bu yönde bir çağrıyı yayınlarınız aracılığıyla gerçekleştirebilir misiniz? Ben bu konuda çok netim, bugünkü görevimden önce, bu gazetede yazı yazarken özgürce dile getirdim. Ama şunu dikkate almak zorundayız. Bu savaşın içinde saf tutmuş, ölmüş, öldürülmüş insanların içinde bulunduğu psikoloji alıngandır. Bu kadar kanlı bir çatışma zemininde eleştiriye tahammülün, normal bir zeminde karşılık bulacağı gibi karşılanmasını beklemek gerçekçi değil. Daha olumsuz bir tablo çizeyim; Kürtlerin barışı savunan bir gazetesi değil de “savaş çığırtkanlığı” yapan bir gazetesi olsaydı? “Vurun, öldürün, bu ulus devlet bozulana kadar savaş istiyoruz” diyen bir Kürt basını ve siyaseti olsaydı? Dolayısıyla bu sorunun gerçekten çözülmesini isteyenler, eldeki imkânları iyi analiz etmeli. ‘Keşke Kürt ve Türk basını birlikte hamle yapabilse’ -Yabancı bir gazetecinin sorduğunu düşünün; Türkiye’de merkez medya haber dilinde “PKK’lı öldürüldü, asker şehit oldu” diyor. Kürt basını ise “PKK’lı gerilla şehit oldu, asker öldürüldü” ifadelerini kullanıyor. Aslında iki tarafın da tutumu aynı? Evet, burada keşke hepimiz birlikte bir hamle yapabilsek. Ölülerimize hangi sıfatı kullanacağımızı tartışmak yerine, sahiden bir şeyler yapabilsek. ‘Türk basınında olduğu gibi buranın da kendine göre bir otosansürü var’ -Mesela siz gazete olarak “Asker öldürüldü” ifadesinde bir adım atmak için ne kadar esneyebilirsiniz? Hemen şunu söyleyeyim; o insanların acılarını haber yapmakta hiçbir sansür yok bu gazetede. Tam tersi asker aileleri ile gerilla ailelerini buluşturmaya çalışan, söyleşiler yapmaya çalışan bir gazeteden bahsediyoruz. Fakat yine hakkını teslim ederek konuşalım; diğer yandan, evet buranın da kendine göre bir otosansürü, fren mekânizması var. Burada, tamamen gönüllülük sistemi ile çalışan insanların bir hafızası var. Orada faili meçhuller var, bombalar var, cezaevinde yatanlar var, ölenler var. Bu insanların duygularını da dikkate almak lazım. Ajitasyon ve çatışma üzerine kurulu bir dil kullanmaktan özenle kaçınıyoruz fakat “hafızalardaki acılar” vesilesiyle teknik gazetecilik dili kullanımında “Guardian gibiyiz” diyecek halimiz yok. ‘35 çalışanımız faili meçhul cinayet ile öldürüldü’ -Şimdiye kadar kaç çalışanınız tutuklandı? Günlük kadrosundan tutuklanan yok, fakat Günlük’ün gerisine gittiğinizde rakamlar çok. -Günlük’ten önce kapatılan kaç Kürt gazetesi oldu, yani Günlük kaçıncı gazete? Günlük’ten önce 20 Kürt gazetesi var. Ve bu gelenekte yer alan kadrodan şimdiye kadar 35 arkadaşımız faili meçhul kurbanı oldu. Çoğunluğu 1991-1995 yılları arasında. 80 yaşındaki Ape Musa’dan 12 yaşındaki gazete dağıtıcısı Yalçın Yaşa’ya kadar, 35 kişi öldürüldü. Ape Musa dahil bu 35 faili meçhulden sonra bir kişi bile tutuklanmadı. ‘Ergenekon kapsamında tutuklananlarla birlikte 40 çalışanımız cezaevinde’ -Gazete çevresinden kaçı kişi cezaevinde? Yüzlerce insan girip çıktı. Şu an Ergenekon kapsamında tutuklananlarla birlikte 40 kişi cezaevinde. -Günlük’te kaç kişi çalışıyor? Gazeteyi 20 kişi yapıyor. -Burası ne kadar homojen; mesela yazı işleri masasında tek bayrakçı ile özerklikten yana olanlar yan yana oturuyor mu? Gündem toplantılarındaki arkadaşlarımızın “etnik resmi” aslında hiç homojen değil; Yugoslav arkadaşımız var, Çerkez var, Laz da var, Kürt de var, Türk de var. Ortak payda belli; Kürt harekatine sempati duyan, destekleyen insanlar burada. -Öcalan, Günlük okuyor mu? Günlük, İmralı’ya alınmayan gazeteler arasında. Fakat arkadaşlar posta yoluyla Öcalan’ın yanına gönderilen diğer beş hükümlüye gazeteyi gönderiyor. Şu an aynı yöntemle, gazeteyi Öcalan’a da posta yoluyla gönderdiklerini biliyorum. Fakat ulaştı mı; o konuda bilgi edinmedik. ‘İmralı ve Kandil, bağımlılık ve gönül ilişkisinin ötesinde bir yayından yana’ -İmralı’dan ya da Kandil’den gazetenin yayını konusunda eleştiri, tebrik, öneri v.s. alıyor musunuz diye soracaktık? Daha özgüvenli ve cesur, yani bağımlılık ve gönül ilişkisinin ötesinde farklı yazarları ve sesleri de yansıtan bir istihdamdan yanalar. Daha toplumsal bir okur kitlesine ulaşılması yönünde “açılımları” olumlu buluyorlar. -Örneğin bu inanç sayfaları gibi mi? Bu sayfalar tamamen gazetenin inisiyatifi ile uygulanmaya kondu. Fakat elbette onlara rağmen değil. PKK’nın gazeteye karşı olan tutumu sanıldığı gibi “daraltıcı” değil aksine “tek tipçi olmayan” bir bakışı var. Zaten bu gazete partinin yayın organı formatına girdiği zaman Kürtlerin sorunlarına da çok katkı sağlamaz. ‘Kürt hareketi gazeteye iç bülten görevi yüklemeyi işlevsel bulmuyor’ -Neden? Gazete mümkün olduğunca gazete gibi olursa işlevsel olur. İç bülten ihtiyacı elbette önemlidir ama bu görevi gazeteye yükleyemezsiniz. Kürt hareketi bunun farkında. Bu nedenle müdahaleden ziyade öneri mekânizması işliyor. Bu nedenle daha geniş kesimlere hitap etme çabasının zorunlu kıldığı esneklik kabul görüyor. Tümüyle tarafsızlık, bu yönde niyet ve beklentileri taşıyan bir gazete için gerçekçi değil. Ayrıca böyle mutlak bir tarafsızlık ne kadar mümkün ve hangi yayın organı için söz konusu olabiliyor? -Siz kaç satıyorsunuz? 20 bin civarında. -İnternet sitenizde ne kadar ziyaretçi oluyor? 30 binlerde. -Yayınınız Kürtçe olsa, satış rakamlarınızda nasıl bir fark olur? Çok fazla oynama olacağını zannetmiyorum. -Kaç ilde büronuz var? Sadece İstanbul ve Ankara’da var. -Dağıtımınızı Turkuaz yapıyor, hiç sorun çıkıyor mu aranızda? Bir problem yok fakat zaman zaman hukuksal anlamda hantallıklar, uzayan süreçler olu ‘Gazeteye ilan vermeyen Kürt işadamlarını anlıyoruz’ -Ticari ilan konusunda, “Şu grupların ilanını kullanmayız” gibi bir kırmızı çizginiz var mı? Kürt sorununu inkâr söylemi ile dillendiren hiçbir gruptan ilan kabul etmeyiz. Hoş onlar da zaten bize ilan vermek için can atmıyor, değil mi? (Gülüyor) -Şimdi soru belli o halde; Kürt sorununa inkâr söylemi ile yaklaşmayan Kürt işadamlarından ilan alıyor musunuz? Bu konuda Kürt işadamlarına dair bir serzenişimiz yok. Neticede devletle ya da iktidarla bir şekilde bağlantıda olarak faaliyetlerini sürdürüyorlar. Hatta arkadaşların lafı var; “Biz onları hedef haline getirmek istemediğimiz için Kürt işadamlarından ilan almıyoruz” diyorlar. ‘Bir buçuk yıldır yayımlanıyoruz, iki ay kapatıldık’ -Peki bu gazetenin mutfağından geçen gazeteciler merkez medyaya ne ölçüde transfer olabiliyor? Özellikle 1990’lı yıllardaki kadrodan, çok sayıda isim var transfer olan. Ama isim sormayın; belki şimdi onlar açısından sıkıntı olur. -O meşhur soruyu da soralım; kaç kez kapatıldınız? Günlük bir buçuk yıldır yayımlanıyor. Bu zaman içinde iki kez, yani iki ay kapatıldık. İlk kapatmanın gerekçesi; 1 Haziran 2009’da “Görkemli final” başlıklı haberimizdeki fotoğraftı. Ikincisi de 22 Ağustos 2009’da Kanada’da yaşayan dünyaca ünlü dilbilimci Prof. Hassanpour ile yaptığımız söyleşi gerekçesiyle kapatıldı. -İçerik neydi? Dilsel haklar dünya, devlet, pazar ve iletişim üzerineydi.