Bu benim Frankfurt Kitap Fuarı’na dördüncü gelişim. En son 2005 yılında, Alman Yayıncılar Birliği’nin Barış Ödülü’nü almak için gelmiştim. Şimdi kalabalığın içinde, bana o büyük şerefi veren Yayıncılar Birliği’nden dostları, Paulskirsche’deki törende karşılaştığım dünyanın her köşesinden gelmiş yayıncı ve editörlerimden bazılarını ve aynı gazeteci arkadaşları burada görmek sevindirici. Frankfurt Kitap Fuarı’na ilk gelişimde, gittikçe büyüyen ve kalabalıklaşan bu mekânlardaki ilk adımlarım bugünkü kadar rahat olmamıştı. 1990 Eylülü’nde, Almanca’ya çevrilen ilk kitabım ‘Beyaz Kale’ yayımlandı. Kitabın çevirisine bir ödül verilmiş, ben ve çevirmenim de Frankfurt’a çağrılmıştık. O zamanki yayıncım Dr. Unseld bana gülümsüyor, eleştirmenler tatlı şeyler söylüyor, herkes bana iyi davranıyordu. Memnun ve rahat olmalıydım, ama gergindim ve bir hayal kırıklığı yaşıyordum. İçimize derinden işleyen tüm hayal kırıklıkları gibi o zaman yaşarken tam adlandıramayacağım şeyi, şimdi, 18 yıl sonra açıklıkla dile getirebilirim. Frankfurt huzursuzluğu! Dünya kitap ve yayıncılık sanayiinin, İstanbul’da hayal ettiğimden çok daha büyük ve zengin olduğunu Frankfurt’ta görmenin hayal kırıklığı ve huzursuzluğuydu bu. Bir kitapsever olarak Frankfurt Kitap Fuarı’nın büyüklüğü, zenginliği aslında beni sevindirmeliydi, ama bu büyüklükle birlikte, genç bir yazar olarak bu âlemdeki yerimin ne kadar küçük ve önemsiz olduğunu da aklımın bir köşesiyle acıyla kavrıyordum. Gözlerim salon salon, kat kat, bina bina fuarın zenginliğinden, dünya yayıncılığının renkliliğinden ve tek tek kitapların çeşitliliğinden zevk alırken, bu âlemde sesimi duyurmanın, bir iz bırakmanın, kendi farklılığımı başkalarına fark ettirmenin ne kadar zor olduğunu da anlıyordum. İster genç ister yaşlı, Frankfurt’a gelip bu duyguya, bu şaşkınkınlığa ve boşluk duygusuna kapılmamış yazar yoktur diye düşünüyorum. Yalnız kitapların kalıcı, bizlerin geçici olduğunu hissettirdiği için değil; bütün kitapların, insanlığın bütün hafızasının, bütün seslerinin yanında bizim yerimizin ne kadar küçük olduğunu hissettirdiği için de, Frankfurt’ta bulunmanın, tıpkı bir camide, bir kilisede, bir tapınakta bulunmak gibi, insanı alçakgönüllülüğe davet eden bir yanı var. Kitapların kalabalığı, tıpkı âlemdeki bütün kitapları barındıran efsanevi büyük kitaplıklar gibi, zamanın ve âlemin sınırsızlığını hatırlatan sonsuz kütüphane hayalleri gibi, bizleri hem alçakgönüllülüğe çağırmalı hem de milli devletlerin, tarihlerin, dillerin ötesinde, bütün insanların benzerliğini, amaçlarımızın ve duygularımızın yakınlığını bizlere hatırlatmalıdır. Ama biz yazarlar, kitaplarımızı milyonlarca başka kitabı düşünerek, kardeşlik düşleriyle ve alçakgönüllülüğümüzü kanıtlamak için değil, içimizdeki tuhaf sesi bulup çıkarmak, önce kendimize, sonra başkalarına, okurlara, bütün okurlara duyurmak için yazarız. Bunun için ruhumuzun derinliklerine, farklı olduğumuz yere bakmayı biliriz. Farklı olduğumuz yerde ruhumuz, gövdemiz, evimiz, ailemiz, sokağımız, şehrimiz, dilimiz, tarihimiz vardır. Bunların hepsi, bizi yazmak için masaya oturtan her şey, kimliğimizin başkalarının “milli kimlik” dediği şeyden çok uzak olmadığını hatırlatır bize. Kitapları az bilinen dünya dillerinden Batı dillerine çevrilen bütün yazarlar, şu durumu yaşamıştır: Romancı kendi hayatının şiirselliğinden ya da karanlık yanlarından içtenlikle bahseder; eleştirmenler ve okurlar ise, yazarın ülkesindeki hayatın şiirselliğinden ya da karanlık yanlarından söz açıldığını düşünerek okurlar onu. Romancının en mahrem hayalleri ve kişisel yaratıcılığı, ülkesinin bir tasviri, onu temsil eden bir şey olarak algılanır. İlk kitaplarım yalnız Almanca’ya değil, diğer dünya dillerine de çevrildikçe, onlara okur bulmak gibi bir işle karşılaşan editörler, arkadaşlar, bana, yalnız Almanya’da değil, dünyanın her yerinde aynı şeyi söylemeye başladılar: “Yanlış anlamayın Orhan Bey, kitabınız çok güzel, ama ne yazık ki ülkemizde Türk edebiyatına ve kültürüne ilgi yok.” Sırf doğum yerinden dolayı bir bilgi yarışmasına sokulmayan çalışkan bir genç gibi kederlenir, ama onlara hak verirdim. Hiç kimsenin ilgilenmeyeceği bir konuda yıllarca ısrar eden kafadan çatlak bir âlim gibi hissederdim kendimi; ama haklıydılar, ben seçmiştim bu konuyu. Romanlarımın asıl çıkış noktasının, bana göre önce Türkiye değil, kendi dertlerim, ilgilerim ve dünyada gördüğüm tuhaflık olduğunu unutur; edebi hayatım boyunca binlerce kere dinlediğim bu nakarata, bazılarının kötü talihine inanıp benimsemeleri gibi inanırdım: Türk bir yazarla kim ilgilenirdi ki! Yirmili yaşlarımda ilk kitabımı bitirip yayımlatmaya çalışırken, benden bir kuşak öncesinin saygın bir yazarı, şakayla resim yapmayı niye bıraktığımı sormuştu bana. Resmin çeviriye ihtiyacı yoktu. Türkçe bir romanı kimse başka bir dile çevirmez, çevirse bile yabancı bir ülkede hiç kimse merak edip okumazdı. 1980’lerin ortasında Amerika’da karşılaştığım eğitimli Türklerin hepsi, Amerikalıların değil Türk kültürü ve edebiyatından, Türkiye’nin haritadaki yerinden bile haberdar olmadıklarından şikâyetçiydi. Bizleri biraz tanıyorlarsa, ya yanlış tanıyorlar ya da hiç anlamıyorlardı. Son 10 yılda dünyayı bir hayli gezdim, çok ülke gördüm ve birkaç Batı ülkesini bir yana bırakırsak, dünyanın bütün ülkelerinde aynı şikâyetleri, başka milletler tarafından ya hiç tanınmama ya da yanlış ve kötü tanınma şikâyetlerini işittim. Milletlerin kimlik ve karakterleri konusundaki düşünceler, kişiden kişiye, ülkeden ülkeye değişiyor belki, ama dünyanın büyük çoğunluğu yanlış anlaşıldığı ve kötü tanındığı konusunda hemfikir. Dünyada kötü tanınmak Bu yüzden bu konuda kendimden söz ederken, insanlığın büyük çoğunluğunun duygularını dile getirdiğime saflıkla inanıyorum. Biz Türkler, özellikle son yüzyılda dünyaca kötü tanınmaktan o kadar şikâyet etmişizdir ki, bu düşünceyi ulusal kimliğimizin bir parçası yapmışızdır. Başkalarınca tanınmaması, çoğumuz için kültürümüzün ve edebiyatımızın özgünlüğünün ve kuvvetinin kanıtıdır. Tıpkı bazı zor ve deneysel yazarların okurlarca tanınmamalarıyla belki de haklı olarak övünmeleri gibi, Türk edebiyatının tanınmamasını, onun tuhaf ve değişik ruhunun bir kanıtı olarak görenler de vardır. Belki! Ama yeterince tanınmamak ve okunmamayı kültürün anlaşılmazlığının ve özel esrarının belirtisi olarak görmek, yavaş yavaş kuvvetlenen bir başka tehlikeli düşünceye de güç veriyor: Batı’nın geliştirdiği eşitlik, kadın hakları, demokrasi ve düşünce özgürlüğü gibi idealleri “yabancı” bulmak, bunların milli kimliğe uymayacağına, hatta onu bozacağına inanmak... Bunu yalnızca Türkiye’yi düşünerek söylemiyorum. Dünyanın kültürel merkezinin yavaş yavaş yer değiştirdiğini, eski merkezlerin çekim ve güçlerinin dağıldığını hepimiz hissediyoruz. Hindistan ve Çin ekonomilerinin hızla büyümesinden, petrol fiyatlarının yükselişiyle Batı dışı ülkelerde ortaya çıkan yeni zenginlerden ve yeni seçkinlerden söz ediyorum. Yalnız roman sanatının ve yeni bir milli edebiyatın yükselişi değil, bütün bir kitap sanayiinin şekillenişi de, bu yeni Batı dışı burjuva sınıflarının kendi kimliklerini nasıl tanımlayacaklarıyla ilgili. Kendi kültür ve kimliğimizin benzersiz olduğuna, başka kimsenin bizi anlayamayacağına inanıp içimize mi kapanacağız, yoksa geçmiş kültürün zenginliğiyle, kendi farklılığımızla ifade özgürlüğünü yan yana getirmeye mi çalışacağız? Son 20 yılda dünyadaki siyasi ve kültürel gelişmeler, Türkiye’nin kendi içinde iki yüzyıldır yaşadığı modernlik ile gelenek arasındaki çatışmaların hikâyesini bütün dünya için ilgi çekici hale getirdi. Kimsenin Türkiye’nin haritadaki yerini bilmediği yolundaki şikâyeti artık çok az işitiyorum. Türkiye’den yüzlerce yazar ve yayıncı buraya, Frankfurt’a, bütün dünyaya seslerini duyurmak için geldiğine göre, kimselerin bizi anlayamayacağı yolundaki karamsarlığımızdan da biraz olsun kurtulmuşuz demektir. O halde, son yüzyıldaki tecrübelerimizden de açıklıkla söz edebiliriz. Türk kültürü fakirleşti Son yüzyılda kitapları yasaklamak, yakmak, yazarları öldürmek, hapse atmak, onları vatan haini ilan edip sürgüne yollamak, basında hep bir ağızdan yazarları aşağılamak Türk kültürünü zenginleştirmedi, tam tersi fakirleştirdi. Devletin yazar ve kitap cezalandırma alışkanlığı hâlâ devam ediyor: Benim gibi pek çok yazarı susturmak, sindirmek için kullanılan Türk Ceza Kanunu’nun 301 numaralı maddesi yüzünden, yüzlerce yazar ve gazeteci şu anda mahkemelerde yargılanıyor, mahkûm oluyor. Bu yıl yayımladığım bir roman için çalışırken, eski Türk filmlerini seyretmem, eski şarkıları dinlemem gerekti. Bu işi kolayca Youtube ile yapmıştım, ama aynı şeyi şimdi yapamam. Çünkü Youtube ile birlikte yüzlerce yerli ve uluslararası web sitesine girmek, siyasi nedenlerle Türkiye’de yaşayanlara yasak. Siyasi iktidar sahipleri bütün bu baskılardan memnun olabilirler; ama biz yazarlar, yayıncılar, sanatçılar, Türkiye’nin kültürünü yaratan ve onu izleyen herkes, kültürümüzün, edebiyatımızın dünyaca tanınmasından bu baskıları anlamıyoruz. Ama yazarların, yayıncıların hevesinin kırıldığı sanılmasın. Son 15 yılda Türk yayıncılığı şaşırtıcı bir hızla büyüdü, zenginleşti; bugün Türkiye’de her zamankinden daha çok kitap yayımlanıyor, İstanbul kitapçılarının zenginliği de şehrin çok katmanlı, çok kültürlü tarihini bence artık temsil ediyor. Bu tuhaf, zengin, olağanüstü tarihin ve kültürün yazarları, yayıncıları bu yıl Frankfurt’talar. Türkiye’den Frankfurt’a ilk defa gelen genç yazarların dünya yayıncılığının büyüklüğünü görüp, tıpkı benim 18 yıl önce hissettiğim gibi bir boşluk, bir beyhudelik duygusuna kapılacaklarını da hayal edebiliyorum. Ama artık Türkiye’nin genç yazarları, içlerine dönüp kendilerini ilginç bir yazar yapacak iç seslerini buldukları vakit, “Kimse Türk bir yazarla ilgilenmez!” diye karamsarlığa kapılmayacaklar. 2008 Frankfurt kitap Fuari herkese umut ve mutluluk versin.