Ölüm çok iri bir sözcük değil bayım. Kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum. Ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen Yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz? Bir gül, bir güle derdi ki görse Yalan söylüyorum Güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım.
Didem Madak, 1970 yılında, İzmir’de, annesi Füsun’un ellerine doğar. Okurları, yakından tanıyacaktır Füsun’u. Onlarca şiir yazacaktır annesine.
Henüz 38 yaşındayken kanserden hayatını kaybeder Füsun Hanım. Didem 14, kız kardeşi Işıl 7 yaşındadır. Önlerinde ‘uzun ve yalnız’ günler vardır kardeşlerin.
İlkokulda ‘zengin ve şımarık’ çocuklarla okuduğunu anlatır şair bir söyleşisinde. Aralarındaki tek ‘gariban’a işkence ettiklerinden bahseder. Soğuk bir kış günü, çocuğun başından aşağı mataralarını boşalttıklarını söyler: ‘’Göz göze geldik. Gözleri çok kara ve büyüktü. Gözlerinde acıyı gördüm. Benim için şiir yazmak, onun gözlerindeki o kocaman ve kara acıdan özür dileme biçimi…’’
Madak’ı edebiyatla aslında annesi tanıştırmıştır, beraber geçirdikleri 12 sene içerisinde. ‘’Birçok güzel çocuk romanı okudum, bu yüzden mutluluk dendiğinde hep o günleri ve o çocuk romanlarını hatırlarım’’ der Madak.
Ancak annesinin ölümü, ‘mutluluk günleri’ni bitirmiştir. Çocuk romanlarını raflara kaldırır. Teyzesi, annesinin gençliğinde tuttuğu şiir defterlerini verir yeğenine. Varlık dergisiyle tanıştırır çocukları.
Ölen her kadın için bir şiir yazdım. Onları Muc’a evin karşılığında verdim Çok ucuza. Artık bütün üzgün oluşlarımın adı: Anne.
Annesi, dizelerinden asla eksik olmayacaktır. Ve kitaplar, hükmetmeye başlayacaktır hayatına: ’’Annemin ölümünden sonra terk edilmiş ve yalnız günler başladı. Kütüphaneden eve taşıdığım kitapları okuyarak geçen uzun yaz günleri…‘’
Yıllar sonra vereceği bir başka söyleşide, ‘’Şiir bende bir çocukluk alışkanlığı olarak kaldı’’ der.
Liseyi bitirir, Dokuz Eylül Üniversitesi’nde hukuk okur, farklı farklı ve geçici işler yapar. Tezgâhtardır bir gün; bir gün sekreter ya da anketör...
O günlerin ardından kendini bir bodrum katında, yeni evinde; sonra tasavvufun ve başörtüsünün içinde bulur… ‘Kayıp yılları’ başlar Madak’ın. O yıllar, kaybettiği bir şeyleri aradığı yıllardır aslında; şiire sarıldığı yıllardır. ‘’Rahatça bir Dostoyevski romanına kahraman olabilirdim’’ diye anlatır şair buhranlı yıllarını. 3 sene devam eder bu.
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca Alt katında uyumayı bir ranzanın Üst katında çocukluğum… Kâğıttan gemiler yaptım kalbimden Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı. Aşk diyorsunuz, limanı olanın aşkı olmaz ki bayım! Allah'la samimi oldum geçen üç yıl boyunca Havı dökülmüş yerlerine yüzümün Büyük bir aşk yamadım Hayır
Madak, şiirlerini bazı dergilere yollamaya da başlamıştır bu arada. Ancak ‘yazdığı şiirlerle bir yerlere gelmek gibi bir derdi’ yoktur.
Kızkardeşi Işıl, bodrum katında geçen yıllarında yazdığı şiirleri toplar ve bir şiir yarışmasına gönderir. “Grapon Kağıtları” isimli bu dosya, kazanır İnkılap Kitapevi 2000 Şiir Ödülü’nü. İlk kitabın yolu açılır böylece.
Bir çocuğun kibritle oynamasındaki muzipliğe benzetir şiiri Madak. ''Hep yangın çıktı'' der ve ekler: ''Birileri hep kaçmamı söyledi. Ancak ben, o yanan yeri 'grapon kağıtları' ile süslemeye çalıştım.''
‘Şiiriyle derdi olmayan şair’, şöyle anlatır hayatındaki şiir yazma eylemini: ‘’Masa başında çaba sarf etmediğimi peşin peşin söyleyebilirim. Benim çok daha laubali bir tarzım var galiba. Hiçbir zaman oturup bir şiir yazayım şöyle diyemedim. Bir olağanüstü hal şairiyim sanırım. Aniden kalkıp yatağın ortasına bağdaş kurup, salya sümük ağlayarak yazıyorum, bunu yapmaya ihtiyacım oluyor zaman zaman.’’
2005 yılında evlenir ve İstanbul’a taşınır Madak. 3 yıl sonra bir çocukları olur. Füsun koyarlar adını. Annesinin adıyla başlayan şiirleri, kızının adıyla bitecektir.
Madak’ın son şiir kitabı, Füsun’un doğumundan bir yıl önce yayımlanır; Türkçe, ‘Pulbiber Mahallesi’ ile böylece tanışır.
Füsun, hayatının merkezine yerleşince şiir Madak’tan uzaklaşır. Yazmaz daha. Fakat kızına bir mektup emanet eder şair:
“Canım Kızım
Sana mektup yazacağım. Çünkü artık başka bir şey yazamıyorum. Bu konuda pek de dertli değilim doğrusunu istersen. Sen bana belki bugüne kadar yazdığımdan başka türlü bir yazı yazmayı öğretirsin. Kendimi bir sonbahar ağacı gibi hissediyorum. Mutlu bir sonbahar ağacıyım ben. Yere düşen yapraklarımı eğilip topluyorum. Saçıma tutuyorum. Bakın yakışmış mı diye soruyorum. Sonra yaprakları havaya savuruyorum. Ben iki kişilik bir kabilenin me isimli kölesiyim. Çünkü sen acıktığında me diye ağlıyorsun ve bu ismimi seviyorum reis!
Canım kızım, cehaletimden şair oldum… Annesizlikten. Sen sakın şair olma!”
Madak, açıkça söylüyordu şiirlerinin ‘kendinden’ olduğunu; ’’Şiirimin gizli öznesi değilim, orda beni bulmak çok kolay.’’ “Çiçekli şiirler yazmak istiyorum bayım!” diyordu. Bu hayatı terk ettiğinde henüz 41 yaşındaydı, annesi Füsun gibi gençti ve yine annesi gibi kansere yenik düştü. Takvim yaprakları 24 Temmuz 2011’i gösteriyordu. Çiçekli şiirleri ve ‘Pulbiber Mahallesi’nde filizlenen ‘Ah’lar Ağacı’ okurlarına emanet ettiğinden beri 7 yıl geçti...