Paul Cooper
Irak'ın devrik lideri Saddam Hüseyin, Mussolini'yi örnek alarak tarihi kalıntılar üzerine saray inşa etmişti.
Saddam Hüseyin'in bir zamanlar oturduğu görkemli sarayı bugün grafitilerle dolu, çocukların futbol sahası olarak kullandığı bir yıkıntı görünümünde. Bahçesindeki zeytin ağaçları ve palmiyeler, otlar içinde, bakımsız bir halde etrafı sarmış.
Ama yatak odası balkonundan baktığınızda tarihi kalıntıları görüyorsunuz göz alabildiğine. 2500 yıl önce dünyaya hükmeden Babil kentinin kalıntılarını…
Bu manzara tesadüfi değildi. Saraya gelen ziyaretçilerin Babil'in kalıntılarına bakıp bugünle bağlantı kurması ve şanı binlerce yıl sürecek olan bir yüce liderin huzurunda oldukları düşüncesine kapılmalarını sağlaması bekleniyordu.
Tarihi kalıntıları bu amaçla kullanan ilk diktatör değildi Saddam. Tarihi kalıntıların idealize edilmesi ile totaliter liderler arasındaki bağlantı oldukça eskilere dayanıyor.
Zira bu kalıntılar taş yığınlarından ibaret değildir. Mitlerle iç içe geçmiş bir tarihi temsil ederler. Şanlı geçmişin yeniden inşasına dayanan faşist söylemlerin oluşturulmasında bir araçtırlar.
Ancak Saddam'ın ve ondan önce İtalya'da Mussolini ve Almanya'da Hitler'in yaptığı gibi, bu tarihi kalıntıları 'koruma' çabası, genellikle onların içini boşaltma ve devletin vermek istediği mesajlara uymadığı düşünülen mirastan arındırmayı da gerektirir.
Irak dünyanın en zengin arkeolojik kalıntılarına sahip ülkelerden biri. Dicle ile Fırat arasındaki Mezopotamya olarak bilinen topraklar dünyanın ilk şehirlerini üzerinde barındırmış. Babil, Sümerlerden kalma Uruk ve Ur, Asurlardan kalma Ninova gibi.
Bu kalıntılar fetihçilerin yağmasına uğramış, buralardaki eserler yabancı ülkelerdeki müzelere taşınmıştır. Ninova'daki kalıntılar Britanya Müzesi'nde sergilenirken, Babil'in İştar Kapısı'nın çinileri sökülüp Berlin'deki Pergamon Müzesi'ne taşınmıştır.
Saddam ise 1968'de cumhurbaşkanı olunca Irak'ın üstünlüğü fikrini hakim kılma çabasıyla ilk işlerinden biri arkeologlarla toplantı yapmak olmuştu.
Tarihi eserler için ayrılan bütçe yüzde 80 oranında artırılmış, birçok tarihi şehirde yeniden inşaya girişilmişti. Babil'e ise özel bir önem atfediyordu Saddam.
Milattan önce 18. ve 6. yüzyıllar arasında dünyanın en büyük şehirleri arasındaydı. Nüfusu 200 bini aşan ilk şehir olmuştu. MÖ 4. yüzyılda Büyük İskender'in işgaline uğramış ve bir süre daha geliştikten sonra boşalmaya başlamıştı. 7. yüzyıl sonrasında Müslümanlar geldiğinde Babil'den geriye sadece bir harabe kalmıştı.
Saddam, İran-Irak savaşının ortasında Babil'in restorasyonu için milyonlarca dolar ödenek ayırdı; şehir surları yeniden inşa edildi. Hatta bu duvarların boyunu tarihsel olarak mümkün olmayacak bir yüksekliğe, 11,5 metreye çıkardığı için uluslararası arenada arkeologların eleştirisine uğradı, Babil'i 'bir despotun Disneyland'ine dönüştürdüğü için.
Arkeologlar, Babil'deki kerpiçlerde kral Nebukadnezar'ın isminin kazılı olduğunu hatırlatınca Saddam kendi adının yazılmasını istedi. Restorasyonda kerpiç yerine modern tuğlalar kullanıldı.
1981'de Irak'ın İran'ı işgalinin yıldönümünde Babil'de "Dün Nebukadnezar, bugün Saddam Hüseyin" sloganı dalgalanıyordu. Hatta bir ara Saddam'ın kontrplaktan yapılma dev heykeli Bağdat'ın İştar Kapısı'nda duruyordu.
Saddam aslında Mussolini'nin izinden gidiyordu. 20. yüzyıl başlarında İtalya'da kendisini 'Duçe' (Lider) ilan eden Benito Mussolini de Roma İmparatorluğu'nun Roma'daki kalıntılarını etkili bir araç olarak kullanmak istiyordu. Mussolini'nin Faşistleri antik Roma kentinin idealize edilmesini yeni bir düzeye taşımıştı. Mussolini'den Roma İparatorluğu'nu yeniden inşa eden imparatora gönderme yaparak "yeni Augustus" olarak söz ediliyordu.
1922'deki bir konuşmasında Mussolini, "Roma bizim sembolümüz ve mitimizdir… Roma'nın ölümsüz ruhu Faşizmde yeniden canlanıyor," diyordu.
Roma'da büyük bir kazı başlatıldı. Tarihsel kalıntılarla iç içe geçmiş yeni yerleşimler yerle bir edildi. Augustus'un mozolesi gün yüzüne çıkarılarak etrafında bir meydan inşa edildi. Kolezyum'un tabanı kazılarak altındaki mahzen ortaya çıkarıldı.
İkinci Dünya Savaşı'nın başlamasından 16 ay önce, Mayıs 1938'de Hitler Roma'yı ziyaret ettiğinde Mussolini ona kentteki tarihi kalıntıları gezdirmiş ve çok etkilemişti.
Hitler'in zaten bu konuya özel bir ilgisi vardı. Reichstag'daki odasında 18. Yüzyıl Fransız ressam Hubert Robert'ın Roma Forumu tablosu asılıydı. Hitler yaptığı resimlerde de çoğu zaman böyle kalıntıları konu ediyordu. Modern mimariye karşı nefretini, antik Roma'nın klasik mimarisine hayranlığını ifade ediyordu.
Hitler açısından geçmişin kalıntıları tarihin idealize edilmiş versiyonuna işaret ediyordu. Almanya'da da bunu başarmaya çalışıyordu. Baş mimarı Albert Speer anılarında şöyle diyordu:
"Hitler, inşa işinin yaşanan dönemi ve onun ruhunu gelecek kuşaklara aktarması gerektiğini söylüyordu. Nihayetinde, insana tarihin büyük çağlarını hatırlatacak şey anıtsal mimariydi… Roma imparatorlarından geriye ne kaldı? Bugün onların varlığını kanıtlayacak tek şey yapılardır."
Hitler ve Speer bu amaçla 'Harabe Değeri' fikrini geliştirdi. Bu fikre göre, bir ülkenin mimarisi, yıkılma aşamasında bile gelecek kuşaklara esin kaynağı olmalıydı.
Ama Nazilerin inşa ettiği yapılardan geriye anıtsal harabe olacak hiçbir şey kalmadı. Saddam'ın Babil'deki sarayı gibi Speer'in binaları da korktuğu gibi birkaç yıl sonra yıkıldı.