DİSK Genel Başkanı Kani Beko'nun, CHP’den milletvekili adayı olmasının ardından DİSK yeni başkanı Arzu Çerkezoğlu, aynı zamanda DİSK tarihinin ilk kadın başkanı oldu. Çerkezoğlu, "İşçi sınıfı olarak konumumuz değişiyor. Bu insanlığın ilerlemesine dair bir mesele. Hiçbir şekilde robotlardan korkmuyoruz” dedi.
Habertürk'ten Kübra Par'ın sorularını yanıtlayan Çerkezoğlu, "Bugün DİSK’in 150 bin üyesi var. Bu tabii son derece düşük bir oran. Türkiye’de 20 milyonun üzerinde çalışan var ama her 100 işçiden sadece 10’u sendikalı. Toplu iş sözleşmeleri kapsamında bu oran yüzde 7, özel sektörde yüzde 5’e kadar düşüyor" ifadesini kullandı.
Çerkezoğlu'nun söyleşisi şöyle:
- Arzu Hanım, siz işçi değil doktorsunuz. İşçi kökenden gelmiyor olmak avantaj mı dezavantaj mı? İşçi olmayan biri işçilerin hakkını savunabilir mi?
Bu soruyu sorduğunuz için çok teşekkür ederim. Sürekli karşıma çıkan bir durum. Birincisi, ben işçiyim. Yaklaşık 26 yıllık hekimim, bunun 14 yılı kamuda geçti. Kamudan ayrıldıktan sonra bildiğimiz işçi statüsünde iş sözleşmesiyle çalışıyorum. Türkiye’de ve dünyada, özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan neo-liberal politikalar sonucunda, “işçi’’ diye tanımladığımız topluluk bugün artık sadece fabrikalarda çalışan, geleneksel anlamda mavi yakalı diye tabir edilen, kol gücüyle çalışan işçiler değil. Artık hekimler de hemşireler de mühendisler de avukatlar da işçi statüsünde çalışıyor. Bir hukuk bürosunda iş sözleşmesiyle aylık 1500-2 bin liraya çalışan binlerce avukat var.
- Mavi yakalılık ile beyaz yakalılık arasındaki geçişkenlik artıyor mu?
Evet, artık işçi sınıfının iki yakası var: İlk olarak, 2. Dünya Savaşı’nın sonunda fabrikalarda çalışmaya başlayan mavi yakalı diye bildiğimiz işçiler var. Bir de bu işçileştirme sürecinin sonucunda artık ücretli çalışan haline gelen ve iş sözleşmesiyle çalışan, geleneksel işçi tanımına girmeyip daha vasıflı emek statüsüyle tabir edebileceğimiz; mesleki eğitimi olan, toplumsal konumu farklı olan kesim var. Bugün artık beyaz yakalısıyla, mavi yakalısıyla işçi sınıfını bir bütün olarak görmek zorundayız.
- DİSK’in tarihinde ilk kez bir kadın başkan göreve geldi. Sol bir sendika dahi olsa tabiri caizse bilek gücüyle çalışan, “bıyıklı’’ adamların arasında bir kadın başkan olacaksınız. Önyargı var mıydı? Zorlu bir süreç miydi?
Evet, zorlu bir süreçti. Türkiye’de kadınların hem toplumsal yaşamın bütününden hem de sendikal hayattan dışlandığı bir dönemde konfederasyon düzeyinde genel sekreter seçilmiştim, şimdi de başkan seçildim. Hekimliğe başladığımdan bu yana hep sendikal mücadelenin içerisinde oldum. Şimdiki KESK’e bağlı Sağlık Emekçileri Sendikası’nda yıllarca yöneticilik yaptım. 2001’den bu yana da DİSK’e bağlı Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası’nda işyeri temsilciliğinden başlayıp genel başkanlığa kadar süren bir mücadele sürecimiz var.
- Eski DİSK Başkanı Kani Beko CHP’nin milletvekili adayı. DİSK, CHP’ye mi, yoksa HDP’ye mi daha yakın?
Aslında tarihsel olarak sol değerleri savunan partilere her zaman daha yakın. Ama hiçbir zaman bir partiyi doğrudan işaret etmemiş ve bir partiyle organik bir ilişki içerisinde olmamış. DİSK’in kuruluş ilkelerinden biri; devletten, sermayeden ve siyasi partilerden bağımsızlık. O anlamda DİSK’in ne CHP ne HDP ne de başka bir siyasi partiyle organik bağı yok.
- Hangi partinin seçim beyannamesi işçi hakları açısından daha iyi?
Asgari ücret, taşeronlaştırma gibi emek alanının gündemleri geçmiş yıllarda siyasi partilerin seçim gündeminde bu derece yer almıyordu. Son 2-3 yıldır hem iktidar hem de muhalefet partilerinin taşeron, asgari ücret gibi konuları gündemlerine almaları tesadüf değil. Bu durum aslında milyonlarca insanın asgari ücretle çalışıp geçinemediğinin ve güvenceli iş talep ediyor olmasının bir sonucu. Her seçim döneminde bütün siyasal partilere taleplerimizi iletiyoruz. Geçtiğimiz hafta DİSK’te bir basın toplantısı yaptık ve orada çok ayrıntılı bir rapor açıkladık. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin programına baktığımızda, her gün en az 4-5 işçinin hayatını kaybetmesine neden olan, çalışma saatlerini uzatan güvencesiz çalıştırmanın, esneklik politikalarının devam edeceği söyleniyor. Eğer bugünkü siyasal iktidar tekrar seçilirse ve “Bu esneklik politikalarını sürdüreceğiz’’ derse, geriye gidiş devam edecektir. CHP’nin ve HDP’nin seçim bildirgelerini de inceledik. Onların bildirgelerinde önerilerimiz ve taleplerimizle örtüşen pek çok yaklaşım söz konusu. Ama hangi parti iktidar olursa olsun, biz DİSK olarak bu sürecin takipçisi olacağız.
- Dünyada işçilik denilen şey dijitalleşme, robotlar, yapay zekâ gibi gelişmelerle bambaşka bir yere gidiyor. En basit örneğiyle, eskiden metrolarda işçiler jeton satarken, şimdi makinelerden alıyoruz. Bu da işçi hakları açısından yepyeni bir süreç doğuruyor. Gelecekte bütün işlerin robotlar tarafından yapılacağı bir dünyaya karşı sendikacılık ne öneriyor?
Bu bizim için en zor soru. Teknolojinin gelişmesi birçok sektörde işçi sayısını azaltan sonuçlar doğuruyor. Örneğin, geçen ay Almanya’daki Mercedes fabrikasını gezdim ve orada 30 yıl önce insanların yaptığı bazı işlerin şimdi robotlar tarafından yapıldığını gördüm. Ama bir taraftan da orada araştırma-geliştirme birimi açılmış ve orada da yüzlerce insan çalışıyor. Bu insanlığın ilerlemesine dair bir mesele. Hiçbir şekilde robotlardan korkmuyoruz. Robot, insanlığın ilerlediğini gösteren bir şey. Dolayısıyla, işçi sınıfı olarak bu süreç içerisinde bizim de konumumuz değişiyor, farklı işler yapıyoruz ama daha yaşanabilir bir dünya önündeki yollar da açılmış oluyor.
- İşini bir robot yüzünden kaybeden işçiler hak talep edebiliyor mu? Sizin bu konuda bir çalışmanız var mı?
Böyle bir dava bilmiyorum. Ama teknolojik gelişmeler karşısında kimse işini kaybetmemeli. Bu gelişmeler karşısında işçilere yeni çalışma olanakları doğmalı. Bir fabrikada yapılan işin niteliği elbette 40 yıl önceki gibi olmayacaktır.
- Sendikacılık bu değişimin hızını yakalayabiliyor mu?
O dinamizmi yakalamaya çalışıyoruz ve bu anlamda da bilim insanlarıyla çalışmalar yürütüyoruz. Kendi içimizde bu tür çalışmaların önünü açacak bir sürecin içerisine girmiş bulunuyoruz. Yapay zekâ, robotlar, ileri teknolojiyle çalışılan alanlar var. Ama bir yandan da 19. yüzyıl koşullarıyla merdivenaltı atölyelerinde çalıştırılan milyonlarca insan var. İnşaatlarda, tersanelerde, madenlerde 19. yüzyılı aratmayan şartlar var. Dolayısıyla hem teknolojik gelişmelerin ortaya çıkardığı dünyaya dair söz söylemek hem de işçinin yaşamıyla bir asansör vidası arasında fark görmeyen zihniyetle mücadele etmek zorundayız.
- 70’lerin sendikal mücadele açısından altın çağ olduğunu ama son yıllardaysa hem Türkiye’de hem dünyada düşüşe geçtiğini görüyoruz. Sendikacılık nasıl bir dönemden geçiyor?
İşçi sınıfının hem sendikal hem siyasal örgütleri tarihinin en zayıf dönemini yaşıyor. Çünkü başta taşeronlaştırma olmak üzere tüm bu politikalar işçilerin örgütlenmesini engellemek için gerçekleştiriliyor. Bütün dünyada sendikalar çok ciddi bir güç kaybı yaşıyor. Türkiye’de de özellikle 12 Eylül darbesinden sonra ciddi manada bir zayıflama oldu. 12 Eylül’den sonra DİSK 11 yıl kapalı kaldı. O dönemki bütün üyelerimiz diğer konfederasyonlara bağlı sendikalara geçirildi. 92’den bu yana faaliyetlerimizi yeniden sürdürüyoruz ve bugün Türkiye’de DİSK’li olmak neredeyse ateşten bir gömlek giymek gibi. Hep bu zorluklarla örgütlenmeye çalıştık. Bugün DİSK’in 150 bin üyesi var. Bu tabii son derece düşük bir oran. Türkiye’de 20 milyonun üzerinde çalışan var ama her 100 işçiden sadece 10’u sendikalı. Toplu iş sözleşmeleri kapsamında bu oran yüzde 7, özel sektörde yüzde 5’e kadar düşüyor.
- Acaba bu çağın işçilerine hitap mı edemiyorsunuz? Sendikalar kendilerini bugünkü dünyaya adapte edemediler mi?
İğneyi de çuvaldızı da kendimize batırmamız lazım. Eskiden daha büyük ölçekli fabrikalarda çalışan mavi yakalı işçilerin ağırlıkta olduğu bir yapımız vardı. 2018 dünyasında ise gerçekten bambaşka bir işçi sınıfı var. O geleneksel büyük işletmeler açısından bile baktığımızda, üretimin olağanüstü parçalandığı, çok farklı biçimde çalıştırılan binlerce işçinin olduğu bir yapı var. Bugün ayrıca toplumsal nitelikleri açısından da son derece farklı bir işçi sınıfı var. Sendikalar yapısını, işleyişini ve dilini yenilemeli. İsmimizin de temel sözcüğü olan “devrimci’’ bir yenilenmeye ihtiyaç var. İşyerlerinde farklı statülerde çalışan insan görüyorsunuz, o işçileri 5 ayrı sendikada örgütleyip formal sözleşme düzenine sevk etmek oldukça zor. Bugün bir kamu hastanesine girdiğinizde, aslında bir ekip hizmeti olan sağlık hizmeti, 7-8 ayrı iş kolunda çalışan işçilere bölünmüş durumda. Burada bir ortak örgütlenme mantığına ihtiyaç var. Aynı şekilde, sendikalardan oldukça uzak duran ama günde 12 saat çalışmak zorunda kalan AVM’lerdeki işçi arkadaşlarımız var. Asgari ücretle, hiçbir iş güvencesi olmadan sabah 10.00’dan akşam 22.00’ye kadar oturmadan çalışan binlerce insan var. Gençleşen bir işçi sınıfı var. Dolayısıyla bizim de hem dilimizi hem kadrolarımızı bu işçi kitlesinin sorunlarını görecek ve yansıtacak şekilde yenilemeye ihtiyacımız var.
- ‘“Dilimizi yenilemeliyiz ve bu bir devrimci yenilenme olmalı’’ diyorsunuz. Acaba devrimcilik Türkiye’de politik anlamda karşılığı azalmış bir eski kavram olduğu için mi bugünün genç işçileriyle tam temas kuramıyorsunuz? Yani solun eski kavramlarıyla bugünkü işçilerin sorunlarına çözüm üretecek bir dil bulmak mümkün mü?
Kuşkusuz mümkün. Ama bu yeni dil sendikaların binalarında, masa başında bulunacak bir dil değil. Bir kere buna inanıyorum. Devrimcilik kavramına da bugün yeniden anlam kazandıracak olan gerçek bir örgütlenme ve mücadele süreci olabilir. Bazen bize “Sendikanızın başında devrimci kelimesi olduğu için örgütlenmekte zorluk çekmiyor musunuz?’’ diye soruluyor. “Sağ düşüncede olan işçiler belki de bu yüzden uzak duruyor’’ diyorlar. Ama 26 yıllık sendikal deneyimim bunun tam tersini gösteriyor. Çünkü sağcı bir gelenekten gelen, sağ partilere oy veren işçi arkadaşlarımız bile DİSK’e çok daha fazla güvenir ve her zaman “Biz mücadele edeceksek bunu DİSK ile yapacağız’’ derler. DİSK’in böyle bir tarihsel değeri var. DİSK, bu topraklarda 51 yıldır söylediği sözün her zaman arkasında durmuş ve gereğini yapmıştır.
- DİSK bir anlamda muhalefet bloku olarak algılanıyor. Siyasi çizgisi de sol, hatta radikal sol çizgide olan bir konfederasyon. Türkiye’de radikal solun karşılığı oy olarak bu kadar düşükken, bu politik duruş sizin açınızdan bir dezavantaja dönüşüyor olabilir mi?
Bu konuda gerçekten tam tersini düşünüyorum. İktidar patronların, işverenlerin iktidarıysa, en sağ görüşlüler bile bilir ki eğer hak elde edecekseniz muhalif olan bir sendikayla birlikte yürümek zorundasınız.
- O halde neden işçiler Türkiye’de ve dünyada, işçilerin haklarını savunan sol partilerden çok sağ partilere oy veriyor?
Bu anlamda dünyada yaşanan değişim süreciyle sendikal hareketin arasındaki açı bir paradoks oluşturuyor. İşçiler, daha yoksullar aşırı sağ partilere daha fazla yöneliyorlar. Ama bunun anti-tezleri de var. Dünyada ve Türkiye’de allanıp pullanarak sunulan neo-liberalizmin aslında nasıl bir yıkım getirdiği bugün çok açık görülüyor. Önümüzdeki dönemde işçilerin, emekçilerin halkın çıkarına politikalar üreten partilere yöneleceği çok açık.
“Son 16 yıllık süreçte işçilerin çalışma ve yaşam koşulları geriye gitti. Sendikal örgütlenme anlamında Türkiye çok zayıfladı. Gelir dağılımı eşitsizliği her zaman vardı ama giderek daha da derinleşti. Şu an Türkiye’de en zengin yüzde 20’nin toplam geliri en yoksul yüzde 20’nin toplam gelirinin 8 katı. Dünyada, gelir dağılımı eşitsizliği açısından en kötü 2’nci ülkeyiz. Asgari ücrette artışlar oldu. Ama reel asgari ücretin reel milli gelir artışı karşısında yüzde 30 gerilediği görülüyor. Yani Türkiye’de milli gelir artışı var ama asgari ücret milli gelirden payını alamadı. Bugün Türkiye’nin temel meselesi işsizlik. Her 4 gençten 1’i işsiz...”