Diyarbakır Barosu Başkanı Ahmet Özmen, eski Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi öldürülmesinden bölgedeki OHAL uygulamalarına, Kürt meselesinden yeni anayasa tartışmalarına kadar birçok konuda değerlendirmelerde bulundu. "Türkiye’nin neresinde ve kime sorarsanız sorun. Şırnak’taki OHAL ile Edirne’deki OHAL aynı değildir. Diyarbakır’daki OHAL ile İstanbul’daki OHAL aynı değildir. Burada OHAL tümüyle ve katmerli olarak daha ağır bir şekilde uygulanır" görüşünü savunan Özmen, darbe girişiminden sonra ilan edilen olağanüstü hâl hakkında "Diyarbakır’da 2015’te sokağa çıkma yasaklarının başladığı tarihten itibaren OHAL aslında ilan edilmemiş olmasına rağmen fiili olarak bölgede uygulanmaya başlandı" diye konuştu.
Milli Gazete'den Bünyamin Güler'in haberine göre, Türkiye’de devam eden OHAL uygulamalarının bölgeden bölgeye değişiklik gösterdiğinin altını çizen Diyarbakır Baro Başkanı Ahmet Özmen, Diyarbakır’da uygulanan OHAL ile İstanbul’daki OHAL’in aynı olmadığını söyleyerek, “Burada OHAL tümüyle ve katmerli olarak daha ağır bir şekilde uygulanır. Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra OHAL tüm ülkede ilan edildi. Ama Diyarbakır’da 2015’te sokağa çıkma yasaklarının başladığı tarihten itibaren aslında ilan edilmemiş olmasına rağmen fiili olarak bölgede OHAL uygulanmaya başlandı. İsmi OHAL olmasa da bölge halkı bir olağanüstü durum yaşadı, yaşıyor” dedi.
- Tahir Elçi suikastına ilişkin herhangi bir gelişme var mı, soruşturmanın ne aşamada olduğu ile ilgili bilgi verir misiniz?
Tahir Elçi’yi herkes biliyor. Hayata bakışını, mücadelesini, ülkesinin meselelerine bakışını, barışçıl yönünü hepimiz biliyoruz. Soruşturma dosyasında failleri ve arkasındaki organizasyonu ortaya çıkaracak herhangi bir gelişme ne yazık ki yok. Biz soruşturma dosyasının etkili yürütülmediğini her fırsatta dile getiriyoruz. Özellikle cinayetten hemen sonraki süreçte ve birkaç aylık zaman diliminde etkili bir soruşturma yürütülmedi. Olay yerinden deliller ne yazık ki toplanmadı veya toplanılamadı. Tahir Bey’in ölümüne sebep olan mermi çekirdeği bulunamadı. Hemen vefatından sonra da bir sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Ve o sokağa çıkma yasağı hâlâ yürürlükte ve biz hâlâ Sur ilçesinde Tahir Bey’in vurulduğu yere ve noktaya gidebilmiş değiliz.
Türkiye’deki yargının temel problemlerinden ve Türkiye’nin demokratikleşmenin önündeki temel engellerinden biri de ne yazık ki cezasızlık meselesidir. Yani kamu görevlilerinin işlemiş oldukları ağır suçlardan kaynaklı bir cezai yaptırımla karşı karşıya gelmemeleri. Bu günümüze özgü bir şey değil. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yoğun bir şekilde karşılaşılan bir durum. 90’lar ve belki Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar gidebiliriz. Hep derler ya ‘Selahattin Ali ile başlar faili meçhul tarihi’ diye. İşkenceden tutun, köy boşaltmalarına, onlarca yüzlerce, binlerce vaka var. Tabii bu cezasızlık meselesi Tahir Elçi soruşturma dosyası üzerinde bir kara bulut olarak geziniyor. Ama biz Tahir Elçi soruşturma dosyasının cezasızlıkla malul kalmasına, faili meçhul dosyalar kervanına katılmasına müsaade etmeyeceğimizi defaatle kamuoyuyla paylaştık. Bu soruşturma dosyası aydınlatılacak, bizim buna inancımız tam. Altını çiziyorum dosyada gizlilik kararı olmamasına rağmen soruşturma dosyasını alamadık. Dönemin savcı eksik olmadığı iddia ediyordu. Ama biz de hukukçuyuz, silsilenin eksikliğini anlıyorduk. Dosyaya bakın, savcının değişmesiyle eksik evrakları alabildik.
- ‘KHK’lar amacının dışına çıktı’ söylemlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Başbakan Sayın Binali Yıldırım o dönemde ‘devlete karşı OHAL’i ilan ediyoruz’ demişti. OHAL’deki asıl murat Fetö’ydü. Fetöcü yapı ile mücadele etmekti ve darbe girişiminde bulunanlarla mücadele etmekti. Ama ne yazık ki ilk birkaç kararname sonrasında kararname metinlerinin içeriklerinin bile Fetöcülerle ilgili olmadığını görmek çok kolay. Dolayısıyla bununla toplumda muhalif duran, farklı düşünen ve farklı bir yerde duran gruplara karşı ne yazık ki bir baskı unsuruna dönüştü. Hem şahsım adına hem de Diyarbakır Barosu adına defaatle açıklamalarda bulunduk. Darbelerin bir daha yaşanmamasının tek yolu daha fazla demokrasidir. Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki engelleri kaldırmak ve demokratik bir Türkiye kurmaktır. Çünkü başta Kürt Meselesi olmak üzere siyasal sorunların çözülemediği bir ortamda ortaya çıkan kaos her zaman için belirli güç odaklarının oluşmasına, belli grupların güçlenmesine, devlet içerisinde ayrı ayrı öbeklere dönüşerek bir darbe hazırlığı yapma ihtimali doğurduğunu biz her zaman söyledik.
- Türkiye’nin her tarafında bir OHAL söz konusu. Gözlemlediğimiz kadarıyla Diyarbakır’daki OHAL diğer illerden biraz farklı mı, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Türkiye’nin neresinde ve kime sorarsanız sorun. Şırnak’taki OHAL ile Edirne’deki OHAL aynı değildir. Diyarbakır’daki OHAL ile İstanbul’daki OHAL aynı değildir. Burada OHAL tümüyle ve katmerli olarak daha ağır bir şekilde uygulanır. Diyarbakır’dan bir vatandaş kalkıp İstanbul’a Ankara’ya veya Batı’nın herhangi bir iline gittiğinde ‘burada da OHAL varmış.’ Ama her sokak başı durdurulma gibi benzer uygulamaları görmeyince kendisinde bir kırılmaya neden oluyor. 2’incisi Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra OHAL tüm ülkede ilan edildi. Diyarbakır’da 2015’te sokağa çıkma yasaklarının başladığı tarihten itibaren OHAL aslında ilan edilmemiş olmasına rağmen fiili olarak bölgede OHAL uygulanmaya başlandı. Burada Anayasa’nın 13 ve 15’inci maddelerine açıkça aykırı olmak suretiyle bir OHAL ilan edildi. İsmi OHAL olmasa da bir olağanüstü durum altında bölge halkı yaşadı. Sokağa çıkma yasaklarının başladığı günden beridir bölgede bir OHAL var ve devam etmekte.
Referandumda da söyledik. Türkiye’nin ihtiyacı olan anayasa bu değil. Evet başkanlık rejimi, parlamenter rejim, yarı başkanlık rejimi veya başka bir rejim bunların hiçbiri konuşulamayacak şeyler değil. Bizim konuşamayacak tabularımızın olmaması lazım. “Hayır başkanlık rejimi asla konuşulamaz” veya “parlamenter rejim tartışılamaz” değil. Burada bizim getirdiğimiz eleştiri şu; denge ve denetlemeyi, kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırabilecek mahiyette bir değişiklik olduğu için sakıncaları ortaya koyduk. Her şey konuşulabilir, her şey tartışabilir ama Türkiye’nin ihtiyacı olan değişiklik bu değil. 12 Eylül Anayasası’nın ruhunu siz kaç değişiklik yaparsanız yapın, bu anayasada 12 Eylül’ün ruhu vardır. Darbecilerin ruhu vardır. Dolayısıyla bu ruhu ortadan kaldıracak sivil, demokratik, herkesin kendisine ait hissedebileceği, toplumun her kesiminin ve her görüşünün bu anayasa benim anayasam, bu anayasa benim de teminatım diyebileceği bir anayasa yapılması lazım.
- Hazırlanan son raporlara göre hak ihlalleri nedeniyle İHD’ye başvuranların sayısının arttığı görülüyor. Hak ihlallerinin artmasının temel sebepleri arasında size göre neler var?
Türkiye’de insan haklarına dayalı bir devlet yapısının oluşturulamaması, Türkiye’nin demokrasisinin ileri bir seviyeye getirilememesinin ve aynı zamanda insan hakları ihlallerinin temel sebebi başta Kürt meselesi olmak üzere Türkiye’deki diğer siyasal sorunların çözülememesidir. Siz iç huzuru sağlayamazsınız, evinizin içerisindeki kavgayı durduramazsanız insan haklarına dayalı bir yapı oluşturamazsınız. Eğer çatışmalı bir ortamı nihayete erdiremezseniz burada insan hakları ihlallerinin var oluşunu ortadan kaldıramazsınız. Şimdi 2015 Temmuz itibarıyla bakmak gerekiyor. Başta yaşam hakkı olmak üzere ihlal edilmeyen neredeyse hak yok. Tüm temel hak ve hürriyetlerde çok ciddi ihlaller var.
Türkiye’de hiçbir ülkede olmadığı kadar Anayasa çalışması üzerine emek vardır. Barolardan siyasi partilere, STK’lardan Anayasa platformlarına kadar, akademisyenlerden tutun tüm meslek odalarına kadar neredeyse herkesin bir anayasa taslağı var. Parlamento çatısı altında 3 yıla yakın bir süre aralıksız süren anayasa çalışması var. Dolayısıyla Türkiye’de çok ciddi ve mühim bir anayasa çalışması var. Bunlar sadece akademik çalışmalarda değil, toplumun bütün kesimlerinin görüşlerini ortaya koyan, direkt toplumdan, halktan, vatandaştan gelen anayasa taslakları. Bu emeğin heba edilmemesi gerekiyor. Bu taslar üzerinden yeni bir anayasa sivil, demokratik bir anayasanın derhal yapılması gerekiyor.
Temmuz darbe girişiminin de inanın ki bu çözülemeyen siyasal sorunlardan bağımsız ortaya çıktığı, bağımsız bir şekilde var olduğunu söylemek ne yazık ki mümkün değil. Türkiye siyasal sorunlarını çözemediği müddetçe her zaman için bu tarz hukuk dışı asla tasvip etmeyeceğimiz demokratik siyaseti, sandıkta tecelli eden iradeyi ortadan kaldıracak girişimler olacaktır. Dolayısıyla darbenin panzehiri baskı, bastırma değildir. Darbenin panzehiri daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlüktür. Türkiye sorunlarını bu şekilde çözmek zorundadır ama ne yazık ki gelişmeler böyle yaşanmamıştır. Özellikle ihraçlar meselesi hiçbir soruşturma olmaksızın ekli listeler halinde insanların işten çıkarılması hukuken çok sakıncalı. Bir komisyon kuruldu ama ne yazık ki komisyonunun da şimdiye kadar bir faaliyeti yok. OHAL, FETÖ ile mücadele etmenin ötesinde boyutlara vardı. Bu toplumda ciddi bir ayrışma, kırılma ve kamplaşmaya sebep oldu. Türkiye toplumunun geleceği, selameti demokrasidedir. Birlik ve bütünlüktedir. Herkesin eşit olarak birbirini eşit gördüğü ve eşit seviyede olduğu bir toplum inşasıyla Türkiye, mutlu ve huzurlu bir geleceğe yürüyebilir.
- Diyarbakır’ın hem en önemli STK’lardan birinin başkanı olarak hem de bölgenin bir evladı olarak Kürt meselesinin çözümü için neler yapılabilir anlatır mısınız?
Türkiye’de 2015 öncesinde demokratikleşme adına çok ciddi adımlar atılmışken ne yazık ki onların hepsinden geri dönüldü. Mesela ‘çözüm süreci’ olarak adlandırılan dönem, gerçekten Kürt sorununun demokratik, barışçıl yöntemlerle çözülebileceğine dair toplumda ciddi bir umut uyanmıştı. Ve bu süreç toplumun tüm kesimleri tarafından da desteklenmekteydi. Kanın, gözyaşının, cenazelerin bulunmadığı bir süreç yaşıyorduk. Toplumda büyük bir umut vardı ve bu umut ekonomiden gündelik hayatımıza kadar hayatın her alanına sirayet etmişti. Ama ne yazık ki 7 Haziran seçimleri sonrasında bu olumlu tablo sürdürülemedi. Ve tekrar bir çatışmalı döneme dönüldü. Yani Kürt meselesinin çatışmayla, şiddetle veya yüz yıldır alışılagelmiş geleneksel güvenlikçi politikalarla çözülemeyeceği artık net bir şekilde karşımızda duruyor. Dolayısıyla Kürt meselesinde tekrar ‘çözüm süreci’ olabilir ya da başka bir isim veya metot olabilir. Ama silahın olmadığı, çatışmanın olmadığı sivil yol ve yöntemlerle müzakere, görüşme, istişare ve diyalogla çözülebileceği bir sürece yeniden evrilmesi gerekiyor.