Diyarbakır Cezaevi'nde bir 'oruç hikâyesi'

Diyarbakır Cezaevi'nde bir 'oruç hikâyesi'

*Şeyhmus Diken

Yılda bir kez, ama bir ay süren Müslüman dünyasının orucunun üçte biri bitti. Malum sıcaklar nedeniyle, bir de ortalama 17 saat gibi bir zaman dilimini kapsadığı için oruç tutanlar açısından hayli zor.

Sonuçta bu bir iradi terbiye ve nefis meselesi. İnanç tabii ki meselenin bir boyutu. Ama nefsi terbiye etme de öbür boyutu olmalı.

Benim bu girişi yapmamın nedeni şu! Epey zaman önce Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi’nin yaşanmışlıkları paylaşılırken o yıllarını 5 No’lu’da geçirmiş bir eski siyasi tutsak hikâyeyi anlatmıştı.

“Bak kekê Şeyhmus, muhtemelen sana bu anlatacağım 5 No’lu hikâyesini ne bir yerde duymuşsundur, ne de okumuşsundur” deyip başlamıştı anlatmaya:

“12 Eylül askeri rejiminin Diyarbakır 5 No’lu’yu kan ve can pazarına çevirdiği yıllardı 1980’li yılların başı. Esat Oktay Yıldıran’ın cezaevini bir işkencehaneye çevirdiği, biz mahkûmların da inadına direndiğimiz yıllardı.

Bir gün koğuşun kapısı açıldı ve içeriye birini savurdular. Girer girmez tanıdım, köylülerimden biriydi. Tanıdığım kadarıyla siyasetle pek de ilişkisi olmayan biriydi. Şaşırdım, ama kendi kendime de yorum yaptım. Olur ya! Ben mahpusken politikleşmiş olabilir diye.

Kucaklaştık hemşehrimle. Hâl hatır sorduktan sonra, anlattı, adli bir suçtan düşmüş. O yıllarda Diyarbakır 5 No’lu’ya kimi adli tutukluları da koyuyorlardı. Hemşehrim de öylesine bir adli olay nedeniyle tutuklanmıştı.

Tutuklama kararının ardından cezaevine girince cezaevi idaresi biraz da paralı olan hemşehrime ‘bak seni itirafçıların koğuşuna koyalım, rahat edersin’ önerisinde bulunurlar. Hayır der bizimki, benim adımı verir ve hemşehrimin koğuşunda kalmak istiyorum der.

Ya hu ne yapacaksın o ‘teröristlerin’ koğuşunda orada hayat hiç de kolay değil. Her gün dayak, nöbet filan deseler de bizimkinin inadı inat…

Kendine göre de benim koğuşu ısrarla tercih etmesinin nedeni; hani hemşehrisi ile aynı koğuşta olunca zorluklara karşı birlikte dayanışmak filan…

Bu kez istersen seni bağımsızların koğuşuna koyalım derler. Orada örgüt koğuşuna göre daha rahat deseler de, bizimki illa ki hemşehrimin koğuşuna gitmek istiyorum der.

İyi o halde git ve belanı bul bakalım! Günah bizden gitti! Göreceksin başına gelecekleri der ve getirirler bizim koğuşa.

Neyse koğuşa geldiğinde bunları bir çırpıda dili döndüğünce anlatmıştı. Ben de ona anlayacağı dille bizim koğuşlardaki hayatı anlattım. İşte eğitim, komün düzeni, paylaşım filan gibi…

İlk günler biraz da ortamı tanıma, anlama düzeni içinde geçti. Ama buna rağmen hayatın pek de iç açıcı olmadığını fark ediyordu.

Sonunda olan oldu. Süresiz açlık grevleri bir süredir cezaevinde devam ediyordu. Koğuştakilerle biz de süresiz açlık grevlerine başladık. Hemşehrim yanıma gelip ‘abi, ben de açlığa yatacağım’ dedi.

Ya hu vazgeç, sen mecbur değilsin, bu siyasi olarak bizlerin işi. Sen git yerine otur filan dedimse de ne anlatabildim, ne de anladı…

‘Olur mu abi, siz açlığa yatacaksınız. Ben burada oturup yemek yiyeceğim. Olacak iş mi!’ dedi. Tabii bir taraftan da cezaevi yönetimi açlık grevlerini kırmak için daha lezzetli yemekler yapıp imrendiriyor.

Biraz da feodal kültürden gelen biri. Hemşehri ve ağabey olarak beni bildiğinden koğuştakilere dayanışma kimliğini kanıtlamak derdi de var.

Başladı bizimle birlikte açlık grevine. Tabii açlığa yatanlara cezaevi yönetimi her türlü baskıyı uyguluyor. İlk gün geçti. İkinci gün bizimkinin haline baktım. Boynunu bükmüş, melül, mahzun süzülmüş, ağzını açmıyor. İkinci günün akşamı geldi yanıma biraz da utanıp sıkılarak konuşmaya başladı.

‘Abi’, dedi; ‘Vallahi ben dayanamıyorum. Sizin bu açlık grevinin ne zaman biteceği belli değil! Bu Apo’nun orucu Allahın orucundan zormuş meğer. Allahın orucunun sahuru var, iftarı var. Sizinkinin hiçbir şeyi yok, üstüne üstlük ezası ve cefası var” dedi vee bitirdi…”

Orucun yaza, sıcaklara ve daha uzun saatlere denk geldiği böylesi günlerde çarşı pazarda önüne gelen yiyeceğe kesesi elverdiğince saldıranları gördükçe...

Yetmezmiş gibi, herkes oruç tutmak zorundaymış gibi “mahalle baskısı” yapma güç ve kudretinde olduklarını hissettirenleri gördükçe; otuz yıl evvelinin “oruç hikayesini” anımsadım…

19 Haziran 2016 Diyarbekir

Bu yazı ilk olarak Kültür Servisi'nde yayımlanmıştır