Diyarbakır
Cuma hutbesi okunuyor. Yaklaşık 1400 yıl önce kiliseden camiye dönüştürülen Diyarbakır’daki Ulu Cami’nin önü kalabalık. Dışarıya taşan cemaatin önünden geçerken hoparlörden yükselen ses dikkat çekiyor:
“80 yıldır Kürtlerin kanını akıttılar”, “Müslümanı Müslümana öldürttüler.”
Yanlış mı duyuyoruz şüphesiyle cami önündeki cılız ağaçların çevresine döşenmiş bir bankta, Diyanet’in 20 Kasım için hazırladığı Cuma hutbesine bakıyoruz; evet, Paris katliamı ertesinde adını anmadan IŞİD’i hedefleyen hutbe metninin dışına çıkıyor vaiz:
“Kürtlerin dört ayrı parçaya dağılması âlemi İslam’ın ittihadına sebep olacak. İnşallah, bismillah, biz birleşeceğiz, yek vücut olacağız, üzülmeyin, gevşemeyin, bayram yakındır Allah’ın izniyle, gerçek bayram yakındır. Gözyaşlarının dindiği, hüznün olmadığı, ölümün olmadığı, kol gezmediği zamanlar bizi bekliyor. Ahi istikbal bizi bekliyor, Rabbim cümlemizi, Kuran’ın gölgesinde, o mübarek baharlara eriştirmeyi nasip eylesin inşallah.”
Vaiz, ayetlerle devam ederken tekbir kısmında, namazını bitiren cemaati yakalamaya çalışan işportacıların gür sesleri vaizi bölüyor.
Diyarbakır’ın askeri havalimanı artık - kısmen - yok. Aynı piste inen uçaklar, artık yolcularını sivil çıkışa yönlendiriyor. 300 milyon liraya mal olduğu söylenen terminal, inşaat izleri ve henüz ısıtılmayan salonlarıyla hizmete açılmış. Güvenliği de yok denecek kadar az. Ancak eski çıkışta duran taksiler hükümranlığını yitirmiş, otobüsler 1,5 liraya pek çok durağa uğrayarak yolcuların çoğunu çeliyor. Yanına oturduğumuz genç, pistte göze çarpan jandarmaları hatırlattığımızda “Askerden tamamen kurtulmak için daha yol var” diyor.
Otobüsün duraklarından biri Sur içindeki Dağ Kapı. Aslında Dağ Kapı ismi resmiyette yürürlükte değil, zira Gültan Kışanak’ın yönetimindeki Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin kararıyla alanın yeni ismi Şeyh Said Meydanı. PKK’nın 29. Kürt isyanı kabul edildiği kronolojide ilk isyanın sonucu Şark İstiklal Mahkemesi tarafından 47 kişiyle birlikte idamına karar verilen Şeyh Said’in darağacına çıkarıldığı meydan, artık onun ismini taşıyor.
Meydanın Ulu Cami’ye uzanan sokağını aşıp Sülüklü Han’a giriyoruz. T24’ün bölgedeki gözü kulağı Veysi Polat geliyor.Selamlaştığı Güneydoğu Genç İş Adamları Derneği (GÜNGİAD) Başkanı Hakan Akbal, şimdiye kadar sadece yazılı başvuruları kabul ettiğini vurgulayarak konuşma talebimizi kabul ediyor. Öz yönetim ilanlarını sorarak başlıyoruz.
“Doğrusu öz yönetimin ne olduğunu çok bilmiyorum. Çünkü bu kavram tartışmaya açılmadı, bir anlamda tebliğ edildi, bu yüzden yorum yapmak çok doğru olmayabilir. Ama özerkliğin ne olduğunu biliyorum. Biz bu konuda ‘denetimli özerklik’ adını verdiğimiz bir öneride bulunduk.” Kürt sermayesi içinde ülkenin batısındaki gibi dedelerden uzanan köklü şirketler, babadan oğula devirler sayılı. Dağıtım şirketi olan Hakan Akbal ise ticari çizgisini devam ettirdiği bir babanın oğlu. Naif Akbal’ın Güneydoğu Sanayici ve İşadamları Derneği (GÜNSİAD) Yönetim Kurulu üyeliği ile birlikte düşünüldüğünde, sivil toplum kuruluşlarına verilen önem de ile çizgisinde izlenen bir eğilim.
Hakan Akbal, 2014’te GÜNGİAD olarak gündeme taşıdıkları “denetimli özerklik” önerisini köprü metaforuyla sunuyor. Kürt siyasi hareketinin tek taraflı ilanlarına karşı, Batı’nın tepkilerini de hesaba katarak ilerlenecek modeli şöyle anlatıyor: “Demokratik özerklik bizce statik bir kavram. Çerçevesi çizilmiş, değişkenliğe müsaade etmeyen bir yapısı var. Ama denetimli özerklik tamamen dinamik. Aysel Tuğluk’un 2011’deki özerklik açıklaması oldu. Bunlar doğrudan Türkiye’nin idari yapısını ilgilendiren tasarruflar olduğu için tek taraflı özerklik açıklamaları çok karşılık bulamayabiliyor. Ama bizler, iş adamları olarak özerkliğin gerekli bir beklenti olduğunu düşünüyoruz. Bu yüzden, tek taraflı beyanlar tıkanıklığa yol açtığında, araya girme ihtiyacı duyduk. Ara formül olarak denetimli özerkliği sunduk. Buradaki denetim, altını kırmızı kalemle çiziyorum, herhangi bir vesayet altında olmak değildir ve asla merkezi hükümet ile karşıtlık içermez.”
“Geçtiğimiz yıllarda Kosova’da bir denetimli bağımsızlık modeli uygulandı. Birleşmiş Milletler Kosova Özel Temsilcisi ve aynı zamanda eski Finlandiya Cumhurbaşkanı olan Sayın Martti Ahtisaari’nin arabulucu/gözlemci olduğu bir yıllık bir süreç gerçekleştirildi. Biz de ilhamı Ahtisaari’nin denetimli bağımsızlığından alarak bir öneri yaptık.”
“Önerimizde siyasi olmaktan çok mali bir bakış açısı sergiledik: Türkiye 26 özerk bölgeden oluşmalı. Örneğin, Türkiye’nin 32 milyarlık turizm gelirinin 10 milyardan fazlasını Antalya tek başına alıyorsa Antalya’nın turizm politikasını Ankara’daki bir bürokratın masa başından yönetmesi doğru değil. Antalya bu konuda özerk olmalı. İstanbul, ülkenin ticari gelirin yüzde 30-35’ini sağlıyorsa, bu kent ticarete ilişkin kurallar ve yönetim üzerinde söz sahibi olmalı. Keza Konya, Kayseri de...”
“Biz şunu söyledik: Denetimli özerklikte bir yıl Diyarbakır pilot bölge olsun. Bunun için de ne yapalım? 26 bölgeden oluşan kalkınma ajansları var. Kalkınma ajanslarında yönetim ve danışma kurulları var. Bu kurullar yerelde seçilmiş insanlar tarafından atanmalı. Bunda partiler, kanaat önderleri, STK’lar olabilir... Bunlardan yerel meclisler oluşturulmalı ve bir yıl denetimli özerklik uygulanmalı?”
“Yerel yönetimler, öz savunma, ekonomi ve ötesini ayrı başlıklar halinde bir dolapta düşünün. Bu kalkınma ajansları, dolabı açıp bir argüman çıkaracak. Çıkarıldığında devletimizin, ülkemizin bünyesi bunu kaldırırsa uygulamaya koyup devam ederiz, enfekte ederse dolaba geri koyar, yeni bir uygulama getiririz. ‘Özerkliği ilan ettim’ deyince bunu duyan Batı ‘Ülke mi bölünüyor’ diye haklı bir kaygıya giriyor. Toplumu buna hazırlarsak nefret ortamından da uzaklaştırmış oluruz.”
DTK’nın özerklik taslağında ‘kapitalizmin minimize edilmesi’nin yer alması veya ‘komünal ekonomi’ önerisi Kürt siyasi hareketinden siyasetçiler ile sermayedarlar arasında nasıl bir gerilime yol açıyor?
“Kürt siyasal elitleriyle iş adamları arasında bir gerginlik olduğunu düşünmüyorum” diyor Akbal, “Ama benim tavrım açık; 3. dünya ülkelerinin, Küba’nın bile yapmakta zorlandığı komünal ekonominin, milyarlarca dolarlık hacme sahip bu yapıda uygulanabilir olduğunu düşünmüyorum. Su akar yolunu bulur derler ya, onlar da zamanla bazı şeyleri güncelleyecekler.”
Hakan Akbal, 7 Haziran seçimlerinden sonra başlayan çatışmalar, sokağa çıkma yasakları nedeniyle “esnafın dibi bulduğunu” söylüyor ve Batı’ya borçlanan, borçlandıkları için banka kredisi de alamayacak duruma düşen esnafa devletin can suyu kredisi vermesi gerektiğini savunuyor. Akbal’a göre, “Aksi halde bölgedeki esnafın toparlanması mümkün değil.”
“Bu durumun, istikrar arayışının da insanları 1 Kasım’da AKP’ye yönlendirip yönlendirmediğini” sorduğumuzda yanıtı şöyle oluyor:
“7 Haziran’da bölgenin beklentisi şuydu: AKP tek başına iktidar olsun, HDP de barajı aşsın. 7 Haziran’da istediğimiz tablo 1 Kasım’da oldu. Bu sonuçtan ben çok rahatsız değilim. Biz bunu ekonomi için istemedik, hafıza sekretaryamızda ekonomi ikinci planda.”
“Birinci planda olan Kürt meselesi ve konunun iki tane doğrudan muhatabı var, AKP ve HDP. AKP’nin başkanlık, HDP’nin ademi merkeziyet, namı diğer özerklik beklentisi var. Temsilde adalet hiç bu kadar yüksek olmamışken bu fırsatı kaçırmamak gerekiyor. Bu iki konuyu da 370 milletvekiliyle çözmek mümkün.”
Diyarbakır’ın en eski yerel gazetelerinden Mücadele’nin bürosu, yakın zamanda bir operasyon daha beklenen Sur’da. İçeride 3 kişi var. Biri Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Sünbül’ün kullandığı 4 bilgisayar ve elektrikli soba arasına konuşlanıp sokağa çıkma yasağında nasıl çalıştıklarını sorunca editörlerden Ejder Işık anlatıyor:
“En sondakinde önlem aldık, bilgisayar kasasını önceden götürdük. Kasayı götürüp diğer yerel gazetelerin bürolarında çalışıyoruz. Bir öncekinde kasa burada kalınca gazeteye polis nezaretinde geldim. Kasayı götürürken yine yakaladılar, ‘Ne var içinde, açacaksın bunu’ dediler. ‘Tornavida yok, nasıl açacağım’ derken nezaretlerinde geldiğim polisler, ‘Biz tanıyoruz, sıkıntı yok’ dedi, gönderdiler beni.”
Ardından başka bir sokağa çıkma yasağı hikâyesi geliyor:
“Bir ilanda ben bürodaydım. Gazete çıkarmadığımız cumartesi günüydü. Valilikten mail geldi, yasak var dediler. Baktım sokaklar boşaldı. Çıktım, polisler vardı, bırakmadılar. Bu tarafa gidemedim, gözaltı yapıyorlardı. Karşı sokağın içine girdim. Ulu Cami’nin orada çatışma başladı. Caminin orada bir televizyon yayınına katıldım, çatışma sürüyor diye. 8 polis yaralandı. Baktım, yasak sürecek, çıktım, gençler vardı, ‘Panzer geçince yanından koşabiliyorsun,’ dediler. Bizim Tek Kapı dediğimiz yer var, onun karşısında bekleyip panzer çıkınca koştum karşısından.”
Gün batmadan Silvan’ı görebilmek için yola çıkıyoruz. 12 günlük sokağa çıkma yasağında 8 devlet görevlisi, 10 PKK üyesinin hayatını kaybettiği, ölümlere tanık duvarlardaki “Kızlar geldik”, “Türksen övün değilsen itaat et” cümlelerine “Esedullah Timi” imzalarının eşlik ettiği Silvan ile Diyarbakır merkez arası arabayla yaklaşık bir saat.
Bizi Silvan’a götüren Serhat Çiçek bir müzisyen. Babası da dengbejmiş. Onu dinledikten sonra gidip tarlada söylermiş öğrendiklerini. Yolda yeni çektiği klibi gösteriyor telefonundan. 1990’ların Lice görüntüleriyle bugünkülerinin karıştığı klip, Lice için yazdığı ağıtla akıyor.
“Gelirini müzikten mi, yakın zamanda hırsız girdiğini söylediği kafesinden mi sağladığını” soruyoruz. “Daha çok müzikten” diyor, “2 senedir sahneye çıkıyorum, düğün, otel gibi yer açılışları...”
Sorunca ekliyor:
“Kır düğünleri azaldı, şehir büyüyüp alanlar azaldıkça.”
Bir düğün için orkestrasıyla birlikte yaklaşık 5 bin lira alıyor. Diyarbakır’ın düğün hiyerarşisinde Serhat Çiçek’in zengin düğünleri için verdiği örnek, İzzet Yıldızhan. 10 bin liraya yakın bir anlaşma yapılmış Yıldızhan’la.
Çiçek’e hikâyesini soruyoruz, duraklıyor. Veysi Polat, “Anlatabilirsin” deyince aldığı nefes, arabanın içine asılı kalmış düğün sohbetini tuz buz edeceğinin habercisi:
“1993-94 yıllarıydı. Bolu Komando Tugayı köyümüze baskın yaptı. Dayak, aşağılama, her şey... Babamı ve amcamı götürdüler. 27 gün sonrasıydı. Görme özürlü abim bostanda çalışıyordu, ona yemek götürüyordum. 4 gerilla gördüm. ‘Biz de yiyelim’ dediler. Aldılar yemeği, sonra abim de geldi. ‘Bize su getir’ dediler. Gittim. Çocuğum daha, suyu unutmuşum, dut ağacına çıktım. Orada otururken bir süre sonra bir baktım etraf asker dolmuş. İndim aşağıya. Onlar da şaşırdılar, bu çocuk nereden geldi diye. ‘Duttan indim’ dedim, tokat atıp, ‘Siktir git’ dediler. Abimin olduğu yere doğru yürüdüm. Boynuna ip geçirmişlerdi, 4 gerillanın da. Yanlarına gitmeye çalıştım, asker izin vermedi.”
“Eve ağlayarak döndüm. Annem, babamı aramaya gitmişti. Bir ay içinde 4 kez ölüm haberi gelmişti, ama ceset yoktu. Bu kez de ‘Patikada iki ceset var’ demişlerdi, babam mı diye bakmaya gitmiş annem. O patikadan dönerken ben de ona doğru yürüyordum. ‘Abimi de aldılar’ dedim. Annem bayıldı. Abimi Lice Yatılı Komutanlığı’na götürdüklerini söylediler. Yol üstünde abimin ayakkabısının tekini gördüm. İçi kan doluydu. Çeşmenin orada diğerlerinin de ayakkabıları vardı, abimin diğer teki de. Lice Merkez’e başvurduk. Halen dosyada dağdakilerin götürdüğünü söylüyorlar.”
“Devlet şiddetini artırdı. Artık 48 saat aç susuz terbiye ediyorlardı. Diyarbakır Merkez’e göç ettik. Köyün en zenginlerindendik, arabası, traktörü olan, ama buraya geldiğimizde bir şeyimiz yoktu. 9-10 yaşındaydım. Hamallığa başladım. Bisküvi filan taşımayı beklerken 5 kiloluk sabun, makarna taşıdım. Günde 2 kamyon. Sonra bir gün Mazda 323 gördüm. Dedim ki amcama ‘Ben bunu alacağım.’ Önce bir tokat attı, sonra ‘Git önce el arabanın tekerleğini tamir et,’ dedi. İstanbul’a kaçtım.”
“İstanbul, başta aç susuz, yolda, kavga ederek geçiyordu ama hep ‘Ben bu arabayı alacağım’ dedim. Birinin yönlendirmesiyle Eminönü’nde defolu kot satmaya başladım. Biraz sermaye yaptım. Sonra Diyarbakır’a gelip sigortacılık, inşaat, pastane, oto galericilik yaptım.”
Veysi Polat, “Aldın mı o Mazda’yı” diye sorunca Çiçek, “Aldım ama çok geçmedi, sattım” diyor.
Ve Silvan’a varıyoruz. Karanlık çökmek üzere. Mescit Mahallesi. Zırhlı araçlar duruyor. Arabayı onların göz hizasında olmayan bir köşeye park ediyor Çiçek. Binalarda açılan boy boy delikler, duvarlığı sokağa çıkma yasağının öncesinde kalmış beton yığınları. Dört duvarı delip geçecek güçte mermi ve patlayıcılardan arda kalanlar bir ağızdan “Kobanê” kelimesini çıkarıyor.
İsminin Şakir Yeniad olduğunu öğreneceğimiz bir Silvanlı, 5 aylık hamile eşi ve 2 çocuğuyla kalmaya devam ettiği evini, tavuklarının bir kısmının öldürüldüğü zemin kattan başlayarak kat kat gösteriyor. Her odadan çıkarken söylediği “Bu daha hiçbir şey.” Zeminden terasa doğru katları aştıkça delikler büyüyor. Bazıları çorapla tıpanmış. Duvarlardan döşeklere, balkon korkuluğundan buzdolabına mermilerin değmediği yer yok.
Hasar tespit çalışması yapan valiliğin, binaya yaptığı masrafı nasıl yok saydığını anlatıyor Yeniad:
“Tek kapıya 650 lira vermiştim, 150 dediler. Buzdolabını 3,5 milyara almıştım, 500 lira yazdılar. Demir parmaklıkları yazmadılar bile. ‘Kaynak yaptırırsın’ dediler. Ben daha parasını ödememiştim onların, yapan arıyor, açamıyorum telefonu.”
Gözünün beyazı gitmiş, 15 gün nasıl kıyafetini değiştiremediğini anlatıyor dışarı çıktığımızda:
“3 bin mermi gördü bu ev. Devletinkiler dışında bir mermi girmemiş evime. 90’larda biz misket oynarken adamın kafasına şarjör sıktılar. Sofrada yemek yerken suratıma beyin sıçradı. Benim yaşadıklarımı çocuklarım yaşamasın istiyordum. O zamanların izini silmeleri gerekirken aynısını onlara yaşatıyorlar.”
Yeniad’ın aktardığına göre, 2 bin 500 kişilik mahallede şimdi sadece 50 kişi var. Üst mahalleye taşınmak istediklerini söylüyor ama kiralar artmış; 600 lira, artı masraf. Mülteci muamelesi gördüklerini söylerken bir çocuk bitiyor yanımızda:
“Batı’da bir ağaç için ayağa kalkıyorlar, burada neler oluyor, umurlarında değil.”
“Burada 7 yaşında öldürülen de, 70 yaşındaki de terörist sayılıyor.”
Silvan Belediyesi’ne gitmek üzere ayrılmaya davranırken Şakir Yeniad, “Buraya gelip selfie çekiyorlar, çekim yapıyorlar. 3 gün televizyonlara bakıyorum, bir şey yok” diyor.
Silvan Halk Meclisi 15 Ağustos’ta öz yönetim ilan ettikten dört gün sonra ilanda bulunan Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) mensubu Silvan Belediyesi Eş başkanları Melikşah Teke ve Yüksel Bodakçi gözaltına alınıp tutuklandılar. Yerlerine vekâleten bakan Zuhal Tekiner ve dört kişi, belediyedeki görüşmemizde, Silvan’ın kış bastırmadan acil ihtiyaçlarını ilk ağızda “İnşaat malzemeleri ve boya” diye sıralayıp, anlatmaya başlıyorlar:
“Silvan için yardım sözü verenlerin bir kısmı geri dönmedi. Kum ve benzeri inşaat malzemeleri gerekiyor. Binalar yapıldıktan sonra hepsinin boyanması gerekecek. Binalara tonlarca boya gerekiyor. Sokağa çıkma yasağı ilan edilen 3 sokaktaki nüfus yaklaşık 12 bin. Yüzde 90’ı yan mahallelere taşındı, bazıları akrabalarına gitti, bazıları köylerine gitti. 2-3 aile birleşip ev tutanlar var. Ama 3 aydır herhangi bir gelirleri yok. Esnaf iş yapamadı. Dolayısıyla kirayı da ödeyemiyorlar. Evlerinin yapılması gerekiyor.”
“Biz hasar tespitleri bitirdik. Başta hanelerinki olmak üzere camları, pimapenleri yapmaya başladık. Bunun için kampanya başlattık ama henüz resmileşmedi. Hesap numarası için izin çıkmasını bekliyoruz. Bir önceki sokağa çıkma yasağında kaymakamlığa başvurmuştuk, ‘Size gerek yok, biz hallediyoruz’ deyip reddetmişlerdi. Şimdi bunun sonucu ne olacak, bekliyoruz.”
“Silvan’ın surlarına yazılan yazılar var, fırçayla silip yapıyı tahrip etmek istemiyoruz. Arkeologlar gelip bir ekiple yardımcı olabilirler veya bize öğretebilirler nasıl silinmesi gerektiğini.”
“Biz mahallelere gittiğimizde insanlar evlerini göstermek istiyorlar. ‘Her şey yıkıldı, ama gönlümüzü hoş tutun. Neler yaşadığımızı görün, dinleyin’ diyorlar. İnsanlar buraya gelsinler. Ziyaretler olursa psikolojik anlamda destek olur. Ama müze geziyormuş gibi gelinmesin, insanlara kulak verilsin.”
“Yaşananların tekrarlanmaması için öz yönetimden geri adım atma düşünülüyor mu” diye soruyoruz. Zuhal Tekiner yanıtlıyor:
“Bu siyasetin belirleyeceği bir şey, bizim değil. Ama bu bir siyaset olarak ortaya kondu ve geri adım atma gibi bir eğilim yok. Bir yaşam biçimi özyönetim. O açıdan vazgeçilecek bir şey değil. Ama farklı yollardan nasıl yaşatılabilir, nasıl sistematik hale getirilir, bunlar tartışılabilir. Sonuçta partilerimizin tüzüğünde yer alıyor.”
Ancak parti temsilcileri düzenli olarak “Biz değil, özyönetimleri halk ilan etti” diyor. Silvanlılar arasında “Bu yaşananlara değmezdi” diyenler yok mu?
Tekiner’in cevabı, “Özyönetim Kürt sorununun nihai çözümü için sunulduğu için bunda ısrarlı olunacaktır. Karşı tarafın çözümden geri adım atmış olması bu durumu yaşatıyor, özerklik değil” oluyor.
Peki, Tekiner’e göre, AKP’ye oy veren Silvanlılar olanlara ne diyor?
“Şaşkın olduklarını söylüyorlar. AKP’li meclis üyelerimiz de şaşkın. Devletten bunu beklemiyorlarmış. Bir devlet, başka bir devletle savaşırken havadan bomba atar, sınırı korumak için top atışı yapar. Sivillerin yaşadığı bir yere bunu yapamaz, kendi vatandaşına hiç yapamaz. Ama 100’e yakın kişinin bu mahalleye yerleştiğini söyleyerek bu mahalleye 3 ay boyunca önce boşaltma, sonra saldırma politikası yürüttüler. Bunu gören CHP, solda bulunmasına rağmen sessiz kaldı. Bittikten sonra bir heyet gönderdiler. O heyet buradayken, Figen Hanım (HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ) mahalle içine girmeye çalışırken bu tarafta gaz, içeride kurşun atıldı. O anda Sezgin Tanrıkulu buradaydı, “Kalkın, gidin, bir şey yapın, dur deyin” dedim, kalktı, Diyarbakır’a gitti. Biz ölüyoruz, bize sahip çıkan yine bizim insanlarımız. İnsanlık adına kimse ses etmiyor.”
“Türkiye kamuoyu, AKP’nin bize yaptıklarını 1 Kasım’da onayladı” diyor bir Silvanlı, “Bu da bir kopuştur. Gözden çıkarttıkları bir halk var. Hükümetin pervasızca hareket etmesi de bundan.”
Zuhal Tekiner, operasyonların 2 Kasım’dan sonra daha da sertleştiğine dikkat çekiyor:
“Duvarlardaki yazılar, evlerin içini taramalar nefretin dışavurumu... Bir temizleme mantığı var. Bir hayvanın ideolojisi yoktur, ama hayvana da aynı muameleyi göstermişler. Baskın yapılan evin içindeki iki kuştan birisinin kafasını koparıp tekrar içeri attıklarını gördüm. Diğerini canlı bırakıyor, ‘Sen bunun acısını çek’ diyor. Hayvana bunu yapan, insana neler yapar? Bunu yapanlar devletin maaşlı, sosyal güvence verdiği insanlar.”
Devlete, AKP’ye de eleştirel bakan bir isim olan Ömer Laçiner, “Hendek kazılıp patlayıcı yerleştiriliyorsa bu özerklik değil, bağımsızlık ilanı kapsamına girer. Hiçbir devlet buna göz yummaz” dedi. Laçiner’in yorumuna katılmıyor Tekiner:
“Bence Laçiner doğru bir okuma yapmamış. Hendek kazılmadan önceki durumu gözden geçirmeli. Hendeği kazdıran neydi: Müzakereden çekilmeleri. Orada bir nevi kabul ettiği özerkliği sonra reddettiler, buzdolabına koydular. Sen çözüm olarak koyduğun şeyin arkasında durursun, ‘Ben bu çözümü sen istesen de istemesen de uygularım’ demektir hendek kazıp özerkliğin ilanını yapmak. Bunu görmezsem, evet, hiçbir devlet bir mahallenin içinde hendeği kabul etmez. Ama sen önce bunu kabul edip sonra geri adım atarsan bu insanlar da der ki, bu benim çözümümdür.”
Silvan Belediyesi’nden ayrılmaya hazırlanırken sohbete katılanlar, bir ara görünüp kaybolan tünelin ucundaki ışığı arıyorlar:
“Biz diyoruz ki sorunu genel almak lazım. Burada barış süreci vardı, halkın devlete bakış açısı değişmişti, polise bakışta yumuşama olmuştu. Biz yıllardır bedel ödemiştik. Hassasiyet diyorlar, Kürtlerin de hassasiyetleri var. Ama bugünün 90’lı yıllardan hiçbir farkı yok. Biz masaya dönülmesinden yanayız. Bizim barıştan başka hiçbir çaremiz, hiçbir lüksümüz yok.”