Diyarbakır'ın Tanışık köyünde PKK'nın kamyonlu saldırısında hayatını kaybeden 16 köylüden Seyithan Yakar'ın annesi Fatma Yakar, “Gözümün önünden gitmiyor yüzü. Bu dünya sanki yıkılmış gibi. Ölenlerin 16’sı da benim evladımdı, hepsi birdi. Seyithan şehre gittiğinde, dönüp kapıdan içeri girene kadar pencerede yolunu gözlerdim. Kapıyı kapattığında rahatlardım" dedi.
Olay gecesi kamyondaki PKK üyesinin kendisine ağır hakaretlerde bulunduğu için peşinden gideceğini söyleyen Seyithan Yakar'ı durdurmak istediğini söyleyen Fatma Yakar, "Ne demişse bana demiş, gitme” dediğini, ancak oğlunun kendini dinlemediğini ifade etti.
Milliyet'ten Filiz Aygündüz'ün Tanışık'taki izlenimleri şöyle:
Seyithan Yakar dışarı çıkmadan önce kamyondaki adamın ağır hakaretler ettiğini söylüyor, gitmesi gerektiğini. Fatma Anne dikiliyor önüne: “Ne demişse bana demiş, gitme!”. Dinlemiyor oğlu. Gururu kırılmış bir kere. Eşi kan çanağı gözlerle, “Seyithan’ın öldüğüne inanamıyorum ben. O bir yere gitmiş de sanki eve gelmiyor gibi geliyor. Hiç kabullenemiyorum” diyor. Kardeşi Şefik ise “Bu memleket kime yetmiyor?” diye isyan ediyor
Diyarbakır Havaalanı’ndan çıkar çıkmaz göz alabildiğine uzayan bir büyükşehir... Blok blok siteler sıralanmış sağlı sollu. İnsanlar işinde, gücünde. Kimi okuluna gidiyor kimi alışverişe çıkmış. Belli etmiyor kederini velhasıl. Acının her türünü tatmış, içine atmış akrepli yılanlı şehir bütün vakarıyla karşılıyor bizi. Bütün şefkatiyle... O öyledir. Misafirini bağrına basar. Boşuna dememişler “Diyarbakır’a gelen ağlar, giden ağlar”.
Tanışık Köyü’ne doğru yola koyuluyoruz. 12 Mayıs’ta PKK’nın bomba yüklü kamyonu infilak ettirmesi üzerine kaybettiğimiz 16 kişinin köyü burası.
O gece kamyonu durduran, şoföre kim olduğunu, ne aradığını soran, şüpheli bulduğu için yakınlarını da alıp onu takip eden Seyithan Yakar bu 16 kişiden biri. Onun evinin önündeyiz şimdi. Yakar’ın evi yemyeşil mısır tarlalarıyla çevrili. Cennet gibi etraf ama neye yarar; sarı boyalı, camları vişne çürüğü bordürlü eve düşen ateş, alev alev hâlâ...
Taziyenin sürdüğü evin odalarında ailenin acısını paylaşmak üzere gelen köyün kadınları var. Beni misafir odasına alıyorlar. İçeri ilk Seyithan Yakar’ın annesi Fatma Yakar giriyor. 81 yıllık hayatının en ağır yükü çökmüş omuzlarına, gelip oturuyor kahverengi kadifeden koltuğa.
Mor çatkısının üstüne bağladığı beyaz tülbentinin çevrelediği yüzündeki kederi anlatacak kelime yok.
Uzaklara dalarak konuşuyor, gözleri nemli, an geliyor yaş içinde... Güzel yüzündeki derin çizgilere akıyorlar durup durup. O Kürtçe konuşuyor büyük oğlu Şefik Yakar Türkçeye çeviriyor. “Beni çok severdi” diye başlıyor Seyithan Yakar’ı anlatmaya: “Daha bir gün olsun kalbimi kırmadı. Çayımı o doldururdu, ekmeğin yumuşak tarafını hep bana verirdi.”
Dünya yıkılmış gibi
Lise mezunuymuş Seyithan Yakar. Çiftçilikle uğraşıyormuş. Atları varmış, bir de çok sevdiği kangal köpeği... Küçükken topraktan keçi, koyun, köpek heykelleri yaparmış. Fatma Anne sözü alıyor yeniden:
“Gözümün önünden gitmiyor yüzü. Bu dünya sanki yıkılmış gibi. Ölenlerin 16’sı da benim evladımdı, hepsi birdi. Seyithan şehre gittiğinde, dönüp kapıdan içeri girene kadar pencerede yolunu gözlerdim. Kapıyı kapattığında rahatlardım.”
Elinde yeşil bir tespih hiç durmadan çekiyor: “Allah’ın rahmetini bekleyeceğim bu acıya katlanmak için. Allah sabır versin diye…”
Büfedeki Yaşar Kemal
Fatma Anne’nin yanından kalkıp Seyithan Yakar’ın eşiyle konuşmaya başlıyorum. Kan çanağı gözleri... Usul usul anlatıyor kocasını: “Çok iyi bir eşti, çok iyi bir babaydı. Neşeliydi. Ailesine düşkün, namazında niyazında bir adamdı. Çocukları okusun çok istiyordu, kendini geliştirsinler. O da çok okurdu. Dini kitaplar, romanlar okurdu.”
Arkamdaki büfenin içindeki kitap sırtlarına bakıyorum. İçlerinden biri de Yaşar Kemal’in romanı ‘Karıncanın Su İçtiği’. Devam ediyor Muhsine Hanım: “Çocukların eğitimiyle ilgili planları vardı. Küçük kızıma diyordu, kızım oku diye. Ona veteriner ol diyordu. ‘Ben sana ileride klinik açarım,’ diyordu. 17 yaşındaki Eda büyük kızım. Küçük kız Seda 13 yaşında, büyük oğlum Abdülkadir 15, küçük oğlum Süleyman 11’inde.”
‘Ne demişse bana demiş!’
Yeniden dolu dolu oluyor gözleri: “Seyithan’ın öldüğüne inanamıyorum ben. O bir yere gitmiş de sanki eve gelmiyor gibi geliyor. Mezarı filan... Hiç kabullenemiyorum. Akşam yemeğimizi beraber yerdik, çayımızı içerdik. Bol bol çay içerdi geceleri. O gece ben uyumaya gittim. Yatak odasına geldi, ben dedim uyu diye. Yok dedi, namaz kılıp uyuyacağım. O esnada baktım, yukarı çıktı. Kaynım Orhan’ı çağırdı. Bir mesele var, dedi. Dışarı fırladı. Gerisini bilmiyorum hiç. Olay yerine kadar pijamalarıyla gitti. Çok cesur bir adamdı. Hiç korkmuyordu.”
Seyithan Yakar dışarı çıkmadan önce kamyondaki adamın ağır hakaretler ettiğini söylüyor, gitmesi gerektiğini. Fatma Anne dikiliyor önüne: “Ne demişse bana demiş, gitme!.” Dinlemiyor oğlu. Gururu kırılmış bir kere.
Dünya geçicidir
Küçük oğlu Süleyman çok düşkünmüş babasına. O başlıyor anlatmaya: “Babamı çok özlüyorum”. Daha ne desin? Güzel gözlerini aça aça diyor ki: “Her akşam kapı çalacak ve içeri girecekmiş gibi hissediyorum.” Bir de ahdı var, tutacak belli: “Babam ziraat mühendisi olmamı istiyordu, olacağım.” Abisi Abdülkadir orta üçe gidiyor. “Sana sorsam babanı” diyecek oluyorum, “Ben bu acıyı tarif edemem ki” diyor başını sallayarak: “Olay yerini de, bütün parçalanmış cesetleri de gördüm.” Bir çocuk, tarif edemem dediği o koca acıyı nasıl taşısın? İyi günlere sığınıyor haklı olarak, güzel anılara: “Çok severdi beni. Gezdirirdi. En büyük hayali bir meslek sahibi olmam ve Kur’an okumamdı. Kitap okumamızı da isterdi. Okuduğumuzda da çok sevinirdi. Babamla İstanbul’a gitmiştik. Boğaziçi’ni gezdik, ‘Buralar ne güzel’ dedim, ‘İleride gene geliriz’ dedi. O günü hiç unutmuyorum. Öldürüldüğü gün şehre gittik beraber. Bana gözlük aldı. Bu gözümde taktığım. Babamın hatırasıdır, saklayacağım hep. Dönüşte üç taziye vardı, oraya uğradık. ‘Ne kadar boş’ dedi, ‘Dünya geçicidir’. Aklımda kalan son sözü bu oldu”.
‘Bir ömür böyle baba hasretiyle yaşayacaklar’
İyi günlerini anlatmaya başlıyor Muhsine Hanım: “19 yıllık evliyim, say say bitmez. Çok hayallerimiz vardı. Güzel yerlere gidecektik. Tatil yapmayı çok seviyorduk. Çok hayat dolu bir insandı. Sinirli ama şakacı bir tarafı da vardı. Çocuklarıyla arkadaş gibi oturur sohbet ederdi. Bazen geceleri televizyonda müzik açardı ve çocukları çağırırdı, ‘Gelin oynayalım,’ derdi. Çocuklarım babasız kaldı. Ufak oğlum her akşam ağlıyor. Bir ömür böyle baba hasretiyle yaşayacaklar. Daha 42 yaşındaydı Seyithan.” Sonra da ekliyor: “Çok zor bir acı, kaldırılmaz bir acı bu. Sanki dünya yıkılmış, durmuş benim için. Dünyadan haberim yok...” Kocasının bir fotoğrafını getirmeye gidiyor, haberde kullanılmak üzere. İçeriden feryatları yükseliyor az sonra. Yol arkadaşının sağlıklı günlerinden bir kare... Bakmaya dayanamıyor. Bu coğrafyada kadın olmak güçlü olmak demek biraz da. Yas tutan bir kentin tıpkı onun gibi acısını içine atan metanetli kadınları. Gözünün yaşını silip uzatıyor fotoğrafı.
16 cesur adam
Aileyle vedalaşıp dışarı çıkıyoruz. Son durağımız Tanışık Köyü Mezarlığı. Abdülkadir bizimle gelip yolu gösteriyor. Dönüşte “Siz gidin ben biraz babamla kalayım” diyecek. Küçük bir köy mezarlığı. Seyithan Yakar’ın kabri... Ve yanına sıralanmış 15 mezar daha. Eşi, dostu, akrabası her biri... Büyük bir faciayı canlarıyla önleyen 16 cesur adam... Patlama sonucu bedenlerinden arta kalan birer avuç doku parçası halinde kefenlenip gömülmüş. Tam karşılarında gözü yaşlı Dicle uzanıyor. Kollarıyla sarıp sarmalıyor Fatma Anne’nin çocuklarını...
Biz neyi paylaşamıyoruz? En son abi Şefik Yakar’a dönüyorum. Sigara üstüne sigara yakıyor. Kardeşinin emanetlerinin sorumluluğu üzerinde, üstlerine titriyor. “Kardeşim dürüst bir insandı. Kimseye zararı yoktu. Hepsi öyleydi. Merttiler, ailesine düşkündüler. Orhan da Seyithan da ölen diğer yeğenlerim de... Hepsini seviyordum, maalesef kaybettim. Hep böyle geceleri kalkıyorum, ağlıyorum, sonra yatıyorum... 10 gündür hiç uyumadım, bir saat, iki saat.” Acısı tok sesini sızlatıyor. Devam ediyor: “Küçükken hep köpeklerle, hayvanlarla uğraşırdı. Aşı yapardı, ilaç getirirdi babam, hayvanların hepsini o aşılardı, 15 - 16 yaşında. Güzel koyun derisi soyardı.” Gözümün içine bakıp soruyor sonra: “Bu memleket kime yetmiyor? Ben anlamıyorum... Biz neyi paylaşamıyoruz? Ben herkese aklı selim diliyorum... Herkese...”