Ümit Kıvanç*
İşi oralara vardırmayacak gibi görünüyorlar da, diyelim gerilim arttı, arttı, Suudîler basbayağı yönetimi devirmeye kalkıştı Katar’da. Şu anda telaş içerisinde oraya gönderilmeye çalışılan Türk askerleri ne yapacak, “İslâmî değerler”in gereği olarak? Mekke’ye yürüyüp Kâbe çevresinde kentsel dönüşüm yapmak, bu kutsal mekânı Suudîlerin rezilliğinden kurtarmak nasıl fikir? Şahin şeklinde otobüs terminali de yaptırırlar meşhur mimarlarına? Çöle betonlar dökülür, üzerlerine saksılar içerisinde ağaçlar konur?
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Katar’ın bu şekilde abluka altına alınmasının “İslâmî değerler”le bağdaşmadığını söyledi. Değerlendiremiyoruz. Söz konusu değerlerle neyin bağdaşıp neyin bağdaşmadığı hususu, biz sıradan fânîlerin çözebileceği bir mesele olmaktan çoktan çıktı.
Zira nereye bakıp neyi ölçü alacağımızı şaşırmış bulunuyoruz. Halifesiyle, yasalarıyla, silahlı kuvvetleriyle dünyanın dört tarafından pek çok müminin, bu arada Türkiye Müslümanlarının yuvarlak hesap üç milyon kadarının takdirine, tasvibine mazhar olan “İslâm Devleti” örgütünün “değerler”ini esas alamıyoruz, mâlûmunuz. Neden? Bilmiyoruz. Oysa adamlar bize vahşet gibi görünen bilumum uygulamalarına “dinî kaynaklardan” dayanak gösteriyorlardı. Çok yakın zamanda öldürülen Bahreynli “müftü”leri Türki el-Binali, her türlü cinayeti, vahşeti meşru, caiz, vs. gösteren hadisler bulup çıkarıyor, yorumlar yapıyordu. Fakat tabiî kötü manzaralar: kafalar kollar kesiliyor, kadınlara tecavüz ediliyor; tatsız! Herhalde bundan, “değerler” konusunda onlara başvuramayışımız.
Yoksa Körfez’in “şu işi” halletmesi gereken büyük ağabeyi Suudîlerin pek makbul saydığı birçok din âlimi ile İD’in (DAİŞ-IŞİD) temel görüşleri arasında önemli farklar yok. Bizzat Suudî Arabistan’ın, İD’in uluslararası meşruiyet sahibi versiyonu olduğunu söylemek çok da yanlış kaçmaz.
Birtakım stratejik ve güncel-siyasî nüanslar dışında, içinden çıktığı bu örgütle savaşan El-Kaide türevlerinin de “değerler” bahsinde öyle pek uzağa düşmediğini görüyoruz. Suriye’de hegemonya savaşı veren cihatçı silahlı örgütler arasındaki militan geçişlerinden, ufak örgütlerin büyüklere katılabilmesinden anlıyoruz ki, “değerler” açısından ilkesel farklar yok ortada.
DAİŞ’i ölçü alamıyoruz, ortalık kirleniyor. El-Kaide’ye başvuramıyoruz, suçlu konumuna düşüyoruz. Suudîlere kulak versek, mazallah yanlışlıkla birileri azıcık itelerse kafa kesmeye başlayacak hale geliyoruz. Yüzümüzü Müslüman Kardeşler ve benzerlerine dönmeye kalksak, Anayasalarında “dini İslâm’dır” yazılı bir sürü devletle karşı karşıya kalıyoruz. Katar’dan yana çıkıyoruz, Birleşik Arap Emirlikleri kızıyor. Zaten onları 15 Temmuz darbe girişimine para desteği sağlamakla suçluyoruz. Darbe girişiminin beynini ve aslî uzuvlarını oluşturanlar, düne kadar başlı başına “değerler” manzumesiydiler! Meğerse değillermiş. Yine dün Suudî kralı için yas tutuluyordu, şimdi onlara Amerikan kuklası diyoruz, yine de onları Körfez’in ağabeyi sayıyoruz. Türkiye’nin Suriye İç Savaşı’nda desteklediği cihatçı örgütler sık sık birbirlerine giriyor. Hangisi hangi “değerler”e bağlı?
Cumhurbaşkanı geçenlerde de, “Tekkeye mürit aramıyoruz,” demişti. Demek ki, tekke müritleriyle iktidar sahiplerinin “değerler”i arasında da farklar var. Diyorum, bu “değerler” problemi biz sıradan fânîlerin kolayca çözebileceği basitlikte değil.
Belki de en iyisi, devâsâ lüks otellerin arasında minik bir kutu gibi bıraktıkları Kâbe’yi sorun etmek gerekip gerekmediğinden başlayarak, “değerler” hakkındaki sorularımızı Hayrettin Karaman’a yöneltmek. Bu kendinden menkûl otokrasi fetvacısı, her zamanki gibi, söylediği lafın nereye gittiğini filan hesap etmeden aydınlatıverirdi bizi. Onun her soruya cevabı, hakikaten her soruyu cevaplamaya elverebilecek bir sihirli formüle dayanıyor: ben ne dersem o olur. Gerçi Karaman “ben” değil “Müslümanlar” diyor, yani “biz” sayılır. Ama o “biz”in nasıl yönetileceğine dair öngörülen pratik ortada, uygulanıyor; orada da “biz” yok “ben” var, dolayısıyla “biz” fantezilerine gerek yok.
Benim de lafı dolandırmama gerek yok. Demeye çalıştığım, şu anda Ortadoğu’da izlediğimiz kanlı oyunların hiçbir yerinde, İslâmî veya değil, hiçbir “değer” bulamazsınız, kimsenin hiçbir davranışını “değerler”le veya buna benzer ilkesel sebeplere dayandırarak açıklayamazsınız.
“İDEALİSTLİK”, NAİFLİK
Siyasette, toplumsal mücadelelerde, hele devletler arası ilişkilerde “değer” arayanlar genellikle küçümsenir, saf veya kof bulunur, en iyi ihtimalle başları okşanır, normal olarak enselerine vurulur, ciddî adamların ‘kimler kimleri ne şekilde öldürecek’ gibi ciddî mevzuları ele aldığı ortamlardan dışarı atılırlar.
Buna karşılık, siyasette “moral üstünlük” diye bir güç unsuru da var ve buna ancak kuvvetini, iradesini, politikasını, stratejisini, eylemlerini birtakım “değerler”le birleştirebilenler sahip olabiliyor. Ayrıca, siyasî hareketlerin kalıcılığı doğrudan doğruya bununla bağlantılı. Hileyle oyunun kurallarını ortadan kaldırarak, başka herkesi ezerek, kaba kuvvetle başta kalmayı “kalıcılık” saymıyorum maalesef. Benim de kendime göre değerlerim var.
Bir vakte kadar, hem özenilen, takdir edilen hem -yeterince gerçekçi bulunmadığı için- hafifsenen “idealistlik” tutumu sosyalistlerde cisimleşirdi. Stalin’in ölümcül darbelerle komaya sürüklediği “insanlık değerleri”, küçücük Kamboçya’da Kızıl Khmerler tarafından kurban edildi. Sonrasında da sosyalistler, kendilerine moral üstünlük veren, kökü yüzyıllar öncesine dayanan o naifliği beğenmediler, istemediler. Sosyalizm, takıntılı bir bilim adamının ekonomi problemleri çözerken keşfediverdiği bir formül değildi. Her şeyden önce, kimse aç-açık kalmasın, komşu açken kimse tok yatmasın arzusundan doğmuştu. Adalet-eşitlik özlemlerini yüzyıllar boyu sürdürmek, insanlık yeryüzüne yerleştikçe, hayatı çeşitlendirdikçe yapabildiği yegâne hayırlı işti.
Dindarların çoğuna göre din de adaleti sorun eder. Veya “ederdi” mi dememiz lazım, bilemiyorum. Çünkü komşu açken tok yatmayı dert edenlerin çoğunu sanırım şahsen tanıyoruz; o kadar azlar. Komşu Müslüman değilse zaten geçmiş olsun. Geçerli güncel “değerler” arasında merhamet gibi adalet de ne yazık ki bulunmuyor. Yine de en azından bazı müminler, Allah’ın kelâmının, peygamberin “ilettiği”nin adaletle yakından ilişkili olduğunu varsayar. Oysa bugünün hele kudret sahibi dindarlığı, her şeyden önce insanları adalet kavramından uzaklaştırmakla, adalet mecburiyetini dinî sahadan dışlamakla meşgûl. Adaleti olmayacaksa din neden varolsun? Adalet yalnız sizin hükmetmeniz midir, Hayrettin Bey?
ABES AMA…
Kâbe tavafı sırasında dönemin başbakanına rastlayıp orada slogan atmaya girişen insanların ülkesinde bunları konuşmak elbette abes. Kendi insanlarına zulmün şahikasını revâ görenlerin, adalet diyene, ahlâk diyene kötü kötü bakanların ülkesinde…
Katar’a abluka uygulanması “değerler”e tersmiş. Olabilir hakikaten. Akla gelmedik neler olabiliyor. Meselâ sınır kapalı, Suudî zenginleri içki servisi de yapılan lüks otellere, deniz kenarı tesislerine kaçamıyor hafta sonu.
İşi oralara vardırmayacak gibi görünüyorlar da, diyelim gerilim arttı, arttı, Suudîler basbayağı yönetimi devirmeye kalkıştı Katar’da. Şu anda telaş içerisinde oraya gönderilmeye çalışılan Türk askerleri ne yapacak, “İslâmî değerler”in gereği olarak? Mekke’ye yürüyüp Kâbe çevresinde kentsel dönüşüm yapmak, bu kutsal mekânı Suudîlerin rezilliğinden kurtarmak nasıl fikir? Şahin şeklinde otobüs terminali de yaptırırlar meşhur mimarlarına? Çöle betonlar dökülür, üzerlerine saksılar içerisinde ağaçlar konur? Göz alabildiğine boş arazi, istediğin gibi betonla. Bir nevî cennet tasavvuru bazıları için.
Suudî ordusu Katar’a girmeye kalkarsa veya Katar baskılar sonucunda diz çöküp ‘tamam, pes ettim’ derse..? Nasıl bir “İslâmî değerler” uygulaması göreceğiz? Üç bin asker, mekanize birlik, gemiler, uçaklar konuşlandıracağız derken oradaki yüz askeri de ülkeye geri getirme gibi bir “değer” icraatı olabilir mi? Yoksa Hac tüccarı Suudîlere Türkiye’nin Katar’da asker bulundurmasını “İslâmî değerler”e uygun bulup bulmadıkları el altından soruldu, onlar da “münasiptir” mi dediler?
Tahakküm tutkusu, zulüm hevesi yerine sahiden “değerler”i olsaydı insanların…